Deniz Gezmiş yakalandığında ortaokul ikinci sınıf öğrencisiydim. O gün okuldan erken çıkmış, babamın gazozhanesine gitmiştim. Sol kulağım akıyordu. Müdür muavini saçlarım uzamış diye elindeki makasla önden arkaya traş etmişti ve henüz evimizde televizyon yoktu. Siyah beyaz paket yayın yapan televizyonu komşumuz emekli astsubay Memiş Amca’ların evinde seyrediyordum.
Denizler asıldığında da ortaokuldaydım, demek ki çok uzatmamışlar mahkemeyi. Hüseyin haklı çıkmış, Erdal Öz’e ‘’Bunlar bizi asacaklar’’ demişti.
Bizim kasaba Hacıbektaş’a çok yakındır. Bu yüzden Ulaş Bardakçı’yı hemşehrimiz biliriz. 19 Şubat 1972’de Ulaş’ı, İstanbul Arnavutköy’de vurdular. Bu fotoğraf Ulaş’ın öldürüldükten sonra evin önünde çekilen fotoğrafıdır.
Aynı yılın 30 Mart’ında Mahir’leri de öldürdüler.
Bu tarihten üç yıl sonra Nevşehir Lisesi’ni bitirdim, Üniversite sınavlarının sonucunda Mahir’in okuluna gittim, Siyasal’a. Yıl 1976 idi… Yeni okulumun öğrenci derneği başkanı Hakan Yurdakuler’i ben okula kayıt yaptırmadan beş ay önce öldürmüşlerdi.
1977’nin sonlarında Bornova’daydım. Ege Üniversitesi’nde. Küçük Kantin’de çadırlarda kalıyorduk ve boykottaydık. 1 Mayıs 1977 katliamı yaşanmış, 34 kişi katledilmişti.
1978-79 çok ağır geçti. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kapısında bekleyen öğrencilerin üzerine bomba atıldı. 7 öğrenci öldü. O sırada Bornova Öğrenci Yurtlarında kalıyordum.
16 Mart saldırısında bombayla öldürülen çocukların failleri hiç ceza almadılar. En son bir gazetede gördüm, ölen gençlerden birinin avukat olan kız kardeşi, hala sürdürüyormuş davayı.
1979’da Tıp Fakültesi ikinci sınıftaydım. Artık her gün üç beş kişi ölüyordu. Tariş Direnişi olmuştu İzmir’de ve direniş başlayınca biz de hastaneyi işgal etmiştik.
Sonra, malum darbe. 12 Eylül askeri darbesinden sonra cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi. 14 kişi açlık grevinde, 16 kişi kaçarken, 95 kişi çatışmada öldü. 144 şüpheli ölüm bildirildi, 43 kişinin de intihar ettiği söylendi.
Öyle böyle derken okulu bitirdim, tuhaf ama doktor olmuştum işte. Mecburi hizmete gittim.
1990’lı yıllarda İstanbul’daydım ve artık ülkemizde faili meçhuller vakay-ı adiyeden sayılıyordu.
1993’de, Uğur Mumcu’nun da öldürüldüğü yıl, Sivas’ta bir oteli güpegündüz, saatlerce, herkesin gözleri önünde kuşatıp içindeki otuz beş kişiyle birlikte yaktılar. Devrin başbakanı, televizyonda yaptığı konuşmada, ‘’otelin etrafındaki insanlara bir şey olmadığı’’ müjdesini(!) verdi.
1995’de Fransa’ya (Paris’e) gittim, on beş yıl önce kaçarak canını kurtaran mülteci bir arkadaşımın yanına. Derdim Fransızca ve sinemaydı. Fransızca öğrenemedim ama Paris’i iyi bilirim.
HAYAT DERGİSİ (1972) |
Ben Paris’teyken Gazi Mahallesi’nde uzun namlulu silahlarla 22 kişiyi öldürdüler.
1996’da döndüm Türkiye’ye.
Faili meçhuller hiç bitmedi. 2007’de bir halkın en soylu evlatlarından birini, Hrant’ı sırtından kalleşçe vurdular.
Roboski’de, sınırdan mazot taşıyan otuz altı kişi bombalarla parçalandı. Yetmedi, (şahit falan kalmasın diye herhalde) olaydaki katırları da öldürdüler.
Gezi oldu sonra. Üşüdükçe kendini yakan çocukların canı erik yemek istemişti. Fakat, Berkin’i, Ethem’i, Ali İsmail’i ve diğerlerini aldılar elimizden.
Şahsi tarihim, ülkemin siyasi cinayetler tarihiyle yanyana sürdü gitti.
Benim ömrüm bitti; ama ne öldürmeleri, ne de faili meçhulleri bitti ülkemin.
Bu fotoğraf canına okunmuş bir gençliğin ortak hatıratıdır.
Bu yüzden, orada, yerde yirmi beş kurşunla delik deşik edilmiş yatan delikanlı Ulaş Bardakçı değil, bir kuşağın ömrüdür… (Ercan Kesal)