ONALTILAR MANİFESTOSU – Pyotr Alexeyevich Kropotkin
Her yerden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiği söyleniliyor. Bizler herkesten çok ve uzun süredir, gazetelerimizde, halkların aralarındaki savaşa ve imparatorluğun ya da cumhuriyetçiliğin maskesi altında gülünç duruma düşen militarizme karşıyız. Ayrıca tartışılan barış esasları, Avrupalı işçiler tarafından evrensel bir kongre sonrası belirlenseydi memnun olurduk. Üstelik Alman halkı Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, bu halkın aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı.
Aslında Alman işçilerin gruplarında en az çalışan Almanlar, çok veya az ilerlemiş olanlar, şimdi anlamak zorundalardır ki Fransa’nın, Belçika’nın ve Rusya’nın bu istila planları çok önceden hazırlanmıştır ve eğer savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeni uluslararası ilişkilerin daha elverişli olmaması ve de askeri güçlerin Almanya’ya yeterince zafer vaat edememesidir ( tamamlanacak olan stratejik hatlar, Kiel Kanalı’nın genişletilmesi, mükemmelleştirilmesi gereken büyük kuşatma topları). Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordularının istilalarının savunulacak olmadığı görülmelidir. Daha bile önemli olarak farkında olunmalıdır ki, fethedilen yerlere katılıp katılmamayı dile getirmek, her bölgenin halkına düşmektedir (Fransa, Avusturya-Macaristan yenilgisi sonrasında, 1859’da farkına varmıştır).
Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız ve zaten zayıf bir azınlık olan sosyal demokratların anladığı gibi anlamaya başlasalardı, barışla ilgili tartışmaların başlayabilmesi adına ortak bir zemin bulunabilirdi. Fakat ilhak etmeyi kesinlikle reddettiklerini bildirmeleri ya da onayladıklarını bildirmeleri; böylece istilacı ülkeler üzerinde vergi alma hakkından vazgeçmeleri, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına varmaları ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirmek istememelilerdir. Ne yazık ki günümüze kadar Alman halkında bir uyanış belirtisi göremiyoruz.
Zimmerwald Konferansı hakkında konuştuk fakat bu konferansta eksik olan temel, Alman işçilerin tanıtımıydı. Yaşamın Almanya’da pahalı olmasından kaynaklı birçok ayaklanma olayları görmekteyiz. Ama bu ayaklanmaların büyük savaşlarla sürelerini etkilemeden paralellik gösterdiğini unutuyoruz.
Bu zamanlarda Alman hükümeti tarafından alınan hükümler, yeni saldırıların ilkbahar dönüşüne hazırlandığını kanıtlamaktadır. Ama nasıl ki müttefiklerin ilkbaharda yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halkların arasında geçimsizlik ekmeye çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir araç kullanmakta, yalnızca orduların ve ordu sahiplerinin karşı koyabileceği gelecek barış söylentilerini yaymaktadır. Bülow ve sekreterleri İsviçre’de kaldıkları son günlerde, bu uygulamaya tabii tutulmuştur.
Ama hangi koşullar altında barışın bitirilmesini öneriyor?
Neue Zuercher Zeitung’a göre -ki buna resmi gazete olan Nord-deutsche Zeitung da karşı çıkmıyor- Belçika’nın büyük bir kısmı boşaltılacak, ama bir şartla: Ağustos 1914’te olduğu gibi Alman askerlerinin geçişinin engellenmeyeceğine dair sözler verilmesi gerekiyor. Peki, bu sözler ne olacak? Belçika’daki kömür madenleri? Kongo? Kimse söylemiyor. Ama yıllık büyük bir katkıda bulunulması, şimdiden arz ediliyor. Fransa’da fethedilen topraklar geri verilecek ki buna Lorraine’in Fransızca konuşulan kısmı da dâhil. Ama karşılığında, Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. Kendi emekleriyle oldukça zengin bir hale getirdikleri on bölüm için 18 milyar verilecek, ama bu bölümler kendilerine harap edilmiş bir şekilde geri verilecek.
Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, bir olgu kesin: Burjuva basını ülkeyi, Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkma kapasitesine ait herhangi bir güç yok. Bu “fetih”e karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler kendilerinin emperyalist ateşi tarafından yönetilmesine izin verirken, hükümetin barışla ilgili kararları üstünde herhangi bir etkiye sahip olmak için fazla zayıf olan sosyal demokrat partisi -bütün bir kitleyi temsil etse dahi- kendisini bu konuda ikiye ayrılmış buluyor ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman İmparatorluğu, 18 aydır ordularının Paris’ten 90 kilometre uzakta olduğunun bilinci ve yeni fetihler hayal eden Alman halkının desteğiyle birlikte neden çoktan yapılan fetihlerden bir çıkar elde edemeyeceğini göremiyor. Kendisini istediği zaman Fransa’ya saldırabilmesi, kolonilerini ve öbür bölgelerini alabilmesi ve direnişinden artık korkmamasını sağlayacak yeni silahları alabilmesi için yeni milyarlarını kullanabileceği barış koşullarını dikte edecek kudrette buluyor.
Şu noktada barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa alet olmak olur. Bize gelince, biz kesinlikle bazı yoldaşlarımızın Almanya’nın kaderini yönetenlerin barışçıl eğilimlerine dair sahip olduğu illüzyonları paylaşmayı reddediyoruz. Biz tehlikenin direk yüzüne bakmayı tercih ediyoruz ve bu tehlikeyi engellemek için ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Tehlikeyi görmezden gelmek, onu arttırmak demektir.
Alman saldırısının yalnızca kurtuluşa dair ümitlerimize karşı bir tehdit olmakla kalmayıp, bütün insan evrimine karşı da bir tehdit olduğunun fazlasıyla farkındayız. Bundan ötürüdür ki bizler, anarşistler, anti-militaristler, savaş düşmanları, barışın ve kardeşliğin tutkulu savunucuları olarak direnişten yanayız ve bu yüzdendir ki kendimizi, kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayırmak zorunda hissetmedik. Bu halkın müdafaasını kendi ellerine alıp ilgilenmesini görmeyi tercih ettiğimiz gerçeği üstünde durmanın, gerekli olmadığı kanısındayız. Bunun imkânsız olmasıyla beraber, değiştirilemeyecek olanın acısını çekmek dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddia ediyoruz ki, Alman halkı en mantıklı kavramlar olan hak ve adalete geri dönerek Pangermanist politik hâkimiyetin projelerinin enstrümanı olmayı reddetmediği sürece, barış söz konusu bile olamaz. Şüphesiz, savaşa, cinayetlere rağmen, bizler enternasyonalist olduğumuzu ve halkların birleşimi ile sınırların yok olmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ama biz halkların (Alman halkı dâhil) uzlaşmasını istediğimizden ötürüdür ki, özgürlüğe dair tüm ümitlerimizin mahvoluşunu temsil edecek bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz.
45 yıl boyunca Avrupa’yı uçsuz bucaksız ve sağlamlaştırılmış bir kamp haline getiren bir parti kendi koşullarını dikte edebiliyorken, barıştan bahsetmek bizlerin yapabileceği en büyük hata olur. Direnmek ve onun planlarını alaşağı etmek, aklı yerinde olan Alman halkına yolu açmak ve bu partiden kurtulmasını sağlamak için gerekli olanları tedarik etmektir. Alman yoldaşlarımız bilsinler ki, bu iki taraf için de avantajlı olan tek sonuçtur ve bizler kendileriyle işbirliği yapmak için hazırız.
28 Şubat 1916
Olaylardan sonra yayımlanan bu bildiri, Fransa ve yabancı basında yayınlanacağından dolayı ancak on beş yoldaşımız bu bildiriyi onaylamıştır: Christian Cornelissen, Henri Fuss, Jean Grave, Jacques Guérin, Pierre Kropotkine, A. Laisant. F. Le Lève (Lorient), Charles Malato, Jules Moineau (Liège), A. Orfila, Hussein Dey (Cezayir), M. Pierrot, Paul Reclus, Richard (Cezayir), Tchikawa (Japonya), W. Tcherkesoff.