Helin ve İbrahim’i ve diğerlerini yaşatamadık. Bari Ebru Timtik, Aytaç Ünsal ve diğerlerini yaşatalım... Bazen çamura saplanıp kaldığımızı k...
Helin ve İbrahim’i ve diğerlerini yaşatamadık. Bari Ebru Timtik, Aytaç Ünsal ve diğerlerini yaşatalım...
Bazen çamura saplanıp kaldığımızı kabul etmek zor gelir. Çamura saplanınca yaşanan ilk şaşkınlıktan sonra verilen ilk tepki de genellikle daha fazla güç harcamak şeklinde olur. Oysa ne yapsak ne kadar güç harcasak da bir milim ileriye gidemeyiz, olduğumuz yerde sayarız, hatta güç harcamaya devam ettikçe çamurda daha derine batarız. Sonuçta çok şey üzerinde durduğu tabana, zemine, topluma bağlıdır. Güçlü arabalar, güçlü motorlar, güçlü bacaklar ve ‘haklı talepler’ ancak sağlam bir zeminde yol alabilirler.
Bazen önümüzdeki yollar, seçenekler yeterince tatminkâr gelmez bize. Gitmekte olduğumuz yolların her iki yönünün de varacağı noktalar içimize sinmez bir türlü. Bir şeyler hep eksik, hep yarım, hep ‘böyle olmamalıydı’ duygusu yaşatır bize. Geçen yılların ardından dönüp baktığınızda o isimlerin unutulduğunu, o yüzlerin silindiğini, coşku ile ‘anılarına sahip çıkılacağını’ söyleyenlerin zaman içinde bambaşka rüzgarlara kapılıp gittiklerini görürsünüz. ‘Anın’ coşkusu, sürecin denizinde kaybolur çoğunlukla…
Bazen ne düşüneceğinizi, ne söyleyeceğinizi, neler konuşup neler yazacağınızı tam olarak bilemezsiniz. Farkında olmadan derdinizden, meramınızdan uzaklaşabilirsiniz. Kalbinizdeki incelikli duygular sözcüklerinizin tınısına aynı oranda yansımayabilir. Sözcükler; bedenlerimizin, düşüncelerimizin, duygularımızın birer tercümesidir ve her tercüme gibi eksiklikler taşır. Kırmadan, dökmeden, incitmeden konuya girmek mümkün müdür diye çok uğraşırsınız. Bunu yapabilmenin halihazırda bir yolu yordamı, alet edevatı var mıdır; emin değilsinizdir.
Bazen kabul etmek gerekir ki karşımızdakileri ikna edecek gerekçelerimiz, kriterlerimiz, argümanlarımız yoktur. Var olan ve bugüne kadar dile getirilen argümanlar da caydırıcı olmaktan uzak kalmıştır. Kimse kimseye içinde bulunduğu yolda git- gitme, yap-yapma, sürdür- sürdürme deme rahatlığına/pozisyonuna sahip değildir. Yine kabul etmek gerekir ki nihayetinde haklılar… Baskıcı, otoriter, hak- hukuk tanımaz bir düzene karşı canları pahasına direniyorlar… Kim ne diyebilir ki?
Konunun etrafında dolanmakla yetinelim…
“Bu yaralı dünyanın kalbini hep birlikte kucaklayacağız”
1-) Andrea Bocelli müzikle ilgili ilgisiz herkesin bir şekilde tanıdığı/ duyduğu/ bildiği dünyaca ünlü İtalyan bir tenor. Pavarotti’nin açtığı yoldan ilerleyen güçlü bir ses, yaşayan en iyi tenorlar arasında kabul ediliyor…
Dünyaya gözlerindeki glokom hastalığıyla beraber gelmiş Bocelli. On iki yaşında futbol oynarken başına çarpan top gözlerini tamamen yitirmesine sebep olmuş. Ailesinin desteği, kendisinin müziğe olan ilgisi sayesinde hayatla olan bağını hiç kaybetmemiş. Farklı müzik aletleri çalıyor, söz yazıyor, beste yapıyor, hukuk okumuş, kısa bir dönem avukatlık yapmış. Azmi, kararlığı, çabası ile kendine bir yol açan insanlardan…
Çıkardığı albümler 100 milyonun üzerinde satmış. Dünyanın her yerinde konserler veriyor. Konser biletleri aylar öncesinden tükeniyor. Dolu meydanlara, salonlara söylüyor. “Tanrı’nın Sesi” olarak nitelendirilen Bocelli kazancının önemli bir kısmını kendi adına kurduğu vakıfta değerlendiriyor. Doğal afetlerden zarar görenlerin ve göz sorunu yaşayanların yardımına koşuyor, yani yalnız kendi için yaşamıyor.
Koronavirüsün günde bin kişinin ölümüne yol açtığı İtalya’da 12 Nisan 2020 gecesi Milano’daki Duomo Katedrali’nde bir konser veriyor. Konserin adı “Umut için Müzik”. Konser yalnızca İtalya’da bulunanlara değil, tüm dünyaya veriliyor. Konseri tüm dünya internet üzerinden canlı izleyebiliyor. Konsere erişim herkese açık. Bocelli’nin konserden önce verdiği mesaj şu: “Bu yaralı dünyanın kalbini hep birlikte kucaklayacağız.”
Bocelli’nin konserini bugüne kadar elli milyon kişinin izlediği düşünülüyor. 12 Nisan gecesi Türkiye’den 500 bin kişinin canlı yayına katıldığı hesaplanmış. İlk canlı yayın gecesi sayılarına bakılınca Türkiye’den katılım, ilgi birçok ülkeden fazla olmuş. İnternet ortamındaki bu konser bilişim teknolojilerinin geldiği noktaya ve insanlara sunduğu olanaklara da iyi bir örnek teşkil ediyor. Çünkü dünyanın hiçbir meydanı/alanı bu kadar izleyiciyi aynı anda içine alabilecek büyüklükte değildir. Fiziksel olarak var olmayan sanal bir ortam, bir anda dünyanın en reel ortamı haline geliyor. Canlı bağlanma programları/ uygulamalar/ kameralar korona salgınında evlerine tıkılan insanların yüz yüze iletişimine olanak sağlayan neredeyse tek büyük mecra haline geldi. COVID’den hastane odalarında ölmek üzere olanlar son kez sevdikleriyle yüz yüze bir telefonun arayüzünde bir araya gelebildiler. Son sözleri ve bakışmaları bu arayüzde olabildi. Eşyaları, aletleri, teknolojik aygıtları insanlar üretiyor ama bir kez üretildikten sonra da bunları üreten insanların bile ummayacağı kullanım şekilleri ile insanlara yeni bireysel ve toplumsal ortamlar/olanaklar yaratabiliyor. Avuç içi kadar ekranlar/ arayüzler dünyanın en büyük buluşma alanı olabiliyor…
Bocelli’nin konserinden dokuz gün önce Grup Yorum üyesi solist Helin Bölek girdiği ölüm orucunun 288. gününde hayatını kaybetmişti. Tutuklu arkadaşlarının serbest kalması ve yeniden konser verebilmek içindi ölüm orucu. Bocelli’nin konserinden yaklaşık yirmi beş gün sonra, Grup Yorum üyesi müzisyen İbrahim Gökçek ölüm orucuna 323. gününde ara verdi. İki gün sonra hayatını kaybetti. Ölüm orucu arkadaşlarının serbest kalması ve yeniden konser verebilmek içindi.
Konunun etrafında kalmakla yetinelim.
Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde
2-) İktidarın/ tek adam rejiminin çoklu baro kanunu düzenlemelerine karşı barolar ve avukatlar son yılların en güzel direnişlerinden biriyle karşılık verdiler. Dirayetli, incelikli, anlamlı bir savunma hattı oluşturdular. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihinin en az basın açıklaması, en az gösteri ve yürüyüş, en az miting ve protestonun yapılabildiği, her türlü muhalefetin esir muamelesine tabii tutulduğu günlerde sokaklara, alanlara çıktılar, direndiler. 22 Haziran günü çeşitli illerden gelen baro başkanları ve avukatlar Ankara’ya sokulmadılar, fiilen gözaltında tutuldular. Şehre girişi engellenen avukatlar geceyi yağmur altında bir şantiyede geçirmek zorunda kaldılar. Kendilerini ziyarete gelen, kendini iktidar ile barolar arasında ‘arabulucu’ ilan eden Barolar Birliği Başkanı’na kol kola girerek sırtlarını döndüler. Enfes bir resim koydular ortaya. 70’lik bir avukat “Bu yasaya ve muameleye senin yüzünden de maruz kalıyoruz Başkan” dedi, topluluk yüzüne bile bakmadı Metin Feyzioğlu’nun.
Güvenpark ve Tunalı Hilmi Caddesi’nde yürümelerine izin verilmedi. Biliyorsunuz cüppe çiğnemeye, çekmeye, çekiştirmeye ezeliyetinden pek meraklı olan, bundan bir çeşit zevk/ hınç alan güvenlik güçleri tarafından itildiler, kakıldılar, gözaltına alınmaya çalışıldılar ama barolar/avukatlar her türlü engeli aşmayı bildiler. Adliyelerin içindeki ve dışındaki meydanları doldurdular. Avukatlar aslında her meslek grubuna mesleki konformizmden nasıl kurtulunabileceğinin bir örneğini gösterdiler. Memleketin üstündeki ölü toprağını silkelediler. Halkın, doğruların ve hukukun yanında olduklarını gösterdiler. Tek adam rejimi çoklu baro kanununu Meclis’ten geçirdi ama kazananlar avukatlar, hukuk insanları oldu. Tarih ve mücadele iyi birer tasnifçidir; bir kez daha “aynıları aynı, ayrıları ayrı yere” koydu.
Baroların ve avukatların bu eylemlilikleri esnasında Çağdaş Hukukçular Derneği avukatlarından Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal aylardır sürdürdükleri açlık grevini 5 Nisan 2020’de ölüm orucuna çevirdiler. Bugünler sağlıkları için hayati önemde. Sadece adil bir yargılama talep etmekteler. Hepsi bu: Adil bir yargılama…
Konunun etrafında kalalım…
Otobüsteki kelebek
3-) Birkaç yıl önce sabah saatleri. Belediye otobüsüyle işe gidiyorum. Baharın kendini yeni yeni gösterdiği günlerden biri. Yalnızca uzun yazların ve uzun kışların yaşandığı, ilkbaharın ve sonbaharın kaybolduğu bu çorak zamanda böylesi ılık tatlı bir bahar sabahı…
Otobüste gazete okuyorum. Hep bildiğimiz fena dünyaya ait şeyler: Savaşlar, göçler, baskılar, zulümler, akıl almaz cinayetler, kadın katliamları, çocuk ve hayvan tacizleri bir yanda; bir yanda ‘paravazi’ ve kalemşörleri, şaklabanları, rıza ve yalan makinası siyasetçileri… Yorulan doğa, toprak, denizler… Bir küçük kelebek gelip konuyor gazetenin üstüne. Biraz uçuyor otobüs içinde sonra tekrar konuyor gazeteye. Gazete dikkatini çekiyor belki. Otobüsün içindeki en farklı şey gazete onun için; en renkli şey oradaki… Gideceğim yere az kaldı, bir iki durak sonra ineceğim ve bu otobüs son durakta tüm kapılarını ve pencerelerini kapatacak. Topu topu bir hafta ömrü olan kelebek otobüsten hiç çıkamayabilir, kısacık ömrünü burada geçirmek zorunda kalabilir.
Otobüsün içinde tuhaf bakışlara aldırmadan daha da geniş açtım gazeteyi. Dikkatini tekrar gazeteye çekmek istedim. Kondu kısa bir süre sonra, hemen kapattım yavaşça üstüne gazeteyi. Elimdeki gazeteyi fazla sıkmadan ilk durakta indim. Bir park, küçük bir yeşillik buldum. Açtım gazete yapraklarını, uçtu küçük kelebek çimenlerin üstünde. Ömrünü o otobüste geçirmesine gönlüm elvermemişti. Konacağı çiçekler vardı ve biricik hakkıydı bahar sabahı özgürce uçmak… Kendimce hayatımın doğru işlerinden birini yapmıştım.
Bazen karanlık tüm gücüyle boynumuza çöker, bağıramayız. Bazen türkülerimizi yüksek sesle söyleyemeyiz. Bazen görkemli kalabalıkları sesimize ortak edemeyiz. Meydanlara, alanlara ruhumuzu üfleyemeyiz. Ama aslolan hayattır ve yaşamak direnmektir. Islık çalarak belki… Belki yalnızca mırıldanarak… Belki içimizden söyleyerek… Ama ölüme karşı hep hayatın yanında yer alarak… Kelebekler kırlarda uçuşmalı, ömürlerini orada tamamlamalıdır.
Ben otobüslerde bu dünyanın kötülüklerinden haberdar olmak için okumuyorum kitapları, gazeteleri… Üzerlerine konabilecek kelebekler için taşıyorum kitapları, gazeteleri yanımda.
Yazıyı toparlayamıyorum, farkındayım…
“Soğuk karpuz bulunur”
Bir şeye tutku ile inançla bağlı olmak şöyle bir şey olsa gerek: İnandığın, tutku ile bağlandığın şeyin tüm dünyayı kapladığını sanmak, her yerde her şeyde onun yansımalarını görmektir. Tutku, taşıyıcıları için hava gibi, güneş gibi ‘apaçık’ gerçekler olarak görünür. Hatta nasıl olur da diğer insanlar bu ‘apaçık’ gerçeği göremezler diye şaşırırlar. Diğer insanların da kendi inançlarını, tutkularını görebilmeleri için çabalarlar.
Bazı günler İdil Kültür Merkezi’nin önünden geçiyorum. Kültür Merkezi uzun zamandır kapalı. İnsansız her yer gibi duvarlarının rengi biraz solmuş, camları tozlanmış… Aynı binanın üst katlarında bir abi cama çıkmış sigara içiyor. Çocuklar koşturuyor Berkin’in vurulduğu sokaklarda. Su serpiyor dükkânın önüne toz kalkmasın diye bir esnaf. İdil Kültür’ün hemen dibindeki Sağlık Ocağı’na geliyor anneler kucaklarında bebekleriyle. PTT önünde su ve fatura kuyruğu. İki amca “Şu tapu sorununu bir halletse artık Anakent” diye dertleşiyorlar. İnsanlar oturmuş etli ekmekçide, katmercide, börekçide. Çay ocağı birer fesleğen koymuş küçük masalara. Cemevi bu ara boş sanki! Bir o market cama yazı asmış: “Soğuk karpuz bulunur.”
Dilime yapışıyor “Soğuk karpuz bulunur” yazısı. Kızdım, öfkelendim belki kendi kendime. Birilerinin tat peşinde olmasını kabullenemedim mi? Ya da kabul etmek istemedim hayatın devam ettiğini. Yapıp etmelerimizin halka değmediğini, çekilen acıların, çilelerin boşlukta kaybolup gittiğini mi düşündüm bir an? Gidip geliyor aklım iki uç arasında. Zehra ve Canan Kulaksız kardeşler geliyor aklıma. 43 yaşında iken biri iktisat, diğeri biyoloji okuyan iki kızını kısa aralıklarla ölüm orucunda kaybeden baba Ahmet Kulaksız geliyor aklıma. Hayata dönüş operasyonu sonrası dışarıdan destek amacıyla 19 ve 22 yaşında ölen Zehra ve Canan yaşasaydı belki devrimci kızlarının yetiştirdiği devrimci torunlarını gezdirecekti dede Ahmet Kulaksız.
Herkes elini çabuk tutsun
Hiç cezaevinde kalmadım. Hiç açlık grevine katılmadım. Evet hiç işkence görmedim. Cengiz Han’ın, Büyük İskender’in ordularında yer alacak evsafta değiliz. Fetihin askerleri arasında da düşünmezdi bizi Sultan Fatih. Muhtemelen Marx da 11. Tezi yazarken dünyayı değiştirecekler arasında kel, göbekli, gözlüklü, korkak bizleri varsaymamıştı. Belki de sırf bu yüzden söylemek zorundayım…
Bocelli’nin internet üzerinden canlı olarak tüm dünyaya ulaştığı yerde Grup Yorum bir pencerede, bir evde, odada, bir binanın girişinde türkülerini söyleseydi bile milyonlara ulaşmaz mıydı? Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Yunanistan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de… dağları olan her coğrafyada dinleyicileri, sevenleri olan bir grup olarak devletin konser yasağını delemez miydi? Grup Yorum devletin zoru ile bundan sonra hiç konser veremese bile değerinden hiçbir şey yitirmez, bugüne kadar yaptıklarıyla bundan sonraya da bir ekol olarak kalırdı. Helin ve İbrahim yaşasaydı, Şark Kahvesi’nden, Anadolu Kahvesi’nden İdil Kültür Merkezi’ne doğru yürüyebilseydiler. Hiçbir yerde türkülerini söyleyemeseler de civardaki çay ocağının fesleğenli küçük masalarına eliyle ritim tutsaydı İbrahim, mırıldansaydı Helin ne hükmü kalırdı ki devletin yasaklarının…
Devletsiz bir yazı olsun istiyorum… Çünkü bu ölü balık bakışlı devlet/ iktidar tehdit olabilir diye kendi askerlerini içeriye attı. İntiharlarına, hastalıklarına, rütbelerine aldırmadı… Yalnızca haber peşinde olan gazetecileri tutukladılar, saldılar, tekrar tutukladılar. Osman Kavala’yı sırf ‘paran var, zenginsin, ne işin var solcu takımıyla?’ diye hapiste tutmuyorlar mı üç yıldır? 6 milyon oy almış HDP’nin eş başkanları S. Demirtaş ve F. Yüksekdağ 4 yıla yakın bir süredir cezaevindeler. Demirtaş ölüm orucuna girse ne kadar sevinirdi değil mi ölü balık bakışlı iktidar?
Helin ve İbrahim’i ve diğerlerini yaşatamadık. Bari Ebru Timtik, Aytaç Ünsal ve diğerlerini yaşatalım. Lütfen yaşayın.
Lütfen herkes elini çabuk tutsun. Gizli tanıkların, baskı altındaki mahkemelerin verdiği kararlar er geç bozulacak. Çok uzun da sürmeyecek bu süreç. Siz sağlıklı kalırsanız bunun olduğunu görebileceksiniz. Hem o vakit çok görmek istediği Dersim’e de gider Ebru, dağ keçilerine rastlarsa, Aytaç da yanında olursa ona da gösterir dağ keçilerini. Yaşarsanız inandıklarınızdan vazgeçmiş olmayacaksınız. Kimse sizin kararlılığınızı, samimiyetinizi, bağlılığınızı sorgulamayacak. Uğruna ölümü göze aldığınız yoksullar, ezilenler, halk sizin hep o resimlerinizdeki gülüşünüzle, canlılığınızla dosyalarına/ davalarına bakmanızı bekliyor. ‘Devrimci emeğiniz’ lazım halka… Güç, canlılık, zindelik, dayanma gücü, dirim ve hayat dolu bedenlerinizi o dört duvar arasında bırakmayın. Daha da indirmeyelim yas tutan bayraklarımızı aşağıya… Şu ölümlerle çentikli uğursuz takvimin icabına bakalım. Bu sefer yaşamak ağır bassın… (FATİH ŞAHİN - SENDİKA.ORG)
Bazen çamura saplanıp kaldığımızı kabul etmek zor gelir. Çamura saplanınca yaşanan ilk şaşkınlıktan sonra verilen ilk tepki de genellikle daha fazla güç harcamak şeklinde olur. Oysa ne yapsak ne kadar güç harcasak da bir milim ileriye gidemeyiz, olduğumuz yerde sayarız, hatta güç harcamaya devam ettikçe çamurda daha derine batarız. Sonuçta çok şey üzerinde durduğu tabana, zemine, topluma bağlıdır. Güçlü arabalar, güçlü motorlar, güçlü bacaklar ve ‘haklı talepler’ ancak sağlam bir zeminde yol alabilirler.
Bazen önümüzdeki yollar, seçenekler yeterince tatminkâr gelmez bize. Gitmekte olduğumuz yolların her iki yönünün de varacağı noktalar içimize sinmez bir türlü. Bir şeyler hep eksik, hep yarım, hep ‘böyle olmamalıydı’ duygusu yaşatır bize. Geçen yılların ardından dönüp baktığınızda o isimlerin unutulduğunu, o yüzlerin silindiğini, coşku ile ‘anılarına sahip çıkılacağını’ söyleyenlerin zaman içinde bambaşka rüzgarlara kapılıp gittiklerini görürsünüz. ‘Anın’ coşkusu, sürecin denizinde kaybolur çoğunlukla…
Bazen ne düşüneceğinizi, ne söyleyeceğinizi, neler konuşup neler yazacağınızı tam olarak bilemezsiniz. Farkında olmadan derdinizden, meramınızdan uzaklaşabilirsiniz. Kalbinizdeki incelikli duygular sözcüklerinizin tınısına aynı oranda yansımayabilir. Sözcükler; bedenlerimizin, düşüncelerimizin, duygularımızın birer tercümesidir ve her tercüme gibi eksiklikler taşır. Kırmadan, dökmeden, incitmeden konuya girmek mümkün müdür diye çok uğraşırsınız. Bunu yapabilmenin halihazırda bir yolu yordamı, alet edevatı var mıdır; emin değilsinizdir.
Bazen kabul etmek gerekir ki karşımızdakileri ikna edecek gerekçelerimiz, kriterlerimiz, argümanlarımız yoktur. Var olan ve bugüne kadar dile getirilen argümanlar da caydırıcı olmaktan uzak kalmıştır. Kimse kimseye içinde bulunduğu yolda git- gitme, yap-yapma, sürdür- sürdürme deme rahatlığına/pozisyonuna sahip değildir. Yine kabul etmek gerekir ki nihayetinde haklılar… Baskıcı, otoriter, hak- hukuk tanımaz bir düzene karşı canları pahasına direniyorlar… Kim ne diyebilir ki?
Konunun etrafında dolanmakla yetinelim…
“Bu yaralı dünyanın kalbini hep birlikte kucaklayacağız”
1-) Andrea Bocelli müzikle ilgili ilgisiz herkesin bir şekilde tanıdığı/ duyduğu/ bildiği dünyaca ünlü İtalyan bir tenor. Pavarotti’nin açtığı yoldan ilerleyen güçlü bir ses, yaşayan en iyi tenorlar arasında kabul ediliyor…
Dünyaya gözlerindeki glokom hastalığıyla beraber gelmiş Bocelli. On iki yaşında futbol oynarken başına çarpan top gözlerini tamamen yitirmesine sebep olmuş. Ailesinin desteği, kendisinin müziğe olan ilgisi sayesinde hayatla olan bağını hiç kaybetmemiş. Farklı müzik aletleri çalıyor, söz yazıyor, beste yapıyor, hukuk okumuş, kısa bir dönem avukatlık yapmış. Azmi, kararlığı, çabası ile kendine bir yol açan insanlardan…
Çıkardığı albümler 100 milyonun üzerinde satmış. Dünyanın her yerinde konserler veriyor. Konser biletleri aylar öncesinden tükeniyor. Dolu meydanlara, salonlara söylüyor. “Tanrı’nın Sesi” olarak nitelendirilen Bocelli kazancının önemli bir kısmını kendi adına kurduğu vakıfta değerlendiriyor. Doğal afetlerden zarar görenlerin ve göz sorunu yaşayanların yardımına koşuyor, yani yalnız kendi için yaşamıyor.
Koronavirüsün günde bin kişinin ölümüne yol açtığı İtalya’da 12 Nisan 2020 gecesi Milano’daki Duomo Katedrali’nde bir konser veriyor. Konserin adı “Umut için Müzik”. Konser yalnızca İtalya’da bulunanlara değil, tüm dünyaya veriliyor. Konseri tüm dünya internet üzerinden canlı izleyebiliyor. Konsere erişim herkese açık. Bocelli’nin konserden önce verdiği mesaj şu: “Bu yaralı dünyanın kalbini hep birlikte kucaklayacağız.”
Bocelli’nin konserini bugüne kadar elli milyon kişinin izlediği düşünülüyor. 12 Nisan gecesi Türkiye’den 500 bin kişinin canlı yayına katıldığı hesaplanmış. İlk canlı yayın gecesi sayılarına bakılınca Türkiye’den katılım, ilgi birçok ülkeden fazla olmuş. İnternet ortamındaki bu konser bilişim teknolojilerinin geldiği noktaya ve insanlara sunduğu olanaklara da iyi bir örnek teşkil ediyor. Çünkü dünyanın hiçbir meydanı/alanı bu kadar izleyiciyi aynı anda içine alabilecek büyüklükte değildir. Fiziksel olarak var olmayan sanal bir ortam, bir anda dünyanın en reel ortamı haline geliyor. Canlı bağlanma programları/ uygulamalar/ kameralar korona salgınında evlerine tıkılan insanların yüz yüze iletişimine olanak sağlayan neredeyse tek büyük mecra haline geldi. COVID’den hastane odalarında ölmek üzere olanlar son kez sevdikleriyle yüz yüze bir telefonun arayüzünde bir araya gelebildiler. Son sözleri ve bakışmaları bu arayüzde olabildi. Eşyaları, aletleri, teknolojik aygıtları insanlar üretiyor ama bir kez üretildikten sonra da bunları üreten insanların bile ummayacağı kullanım şekilleri ile insanlara yeni bireysel ve toplumsal ortamlar/olanaklar yaratabiliyor. Avuç içi kadar ekranlar/ arayüzler dünyanın en büyük buluşma alanı olabiliyor…
Bocelli’nin konserinden dokuz gün önce Grup Yorum üyesi solist Helin Bölek girdiği ölüm orucunun 288. gününde hayatını kaybetmişti. Tutuklu arkadaşlarının serbest kalması ve yeniden konser verebilmek içindi ölüm orucu. Bocelli’nin konserinden yaklaşık yirmi beş gün sonra, Grup Yorum üyesi müzisyen İbrahim Gökçek ölüm orucuna 323. gününde ara verdi. İki gün sonra hayatını kaybetti. Ölüm orucu arkadaşlarının serbest kalması ve yeniden konser verebilmek içindi.
Konunun etrafında kalmakla yetinelim.
Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde
2-) İktidarın/ tek adam rejiminin çoklu baro kanunu düzenlemelerine karşı barolar ve avukatlar son yılların en güzel direnişlerinden biriyle karşılık verdiler. Dirayetli, incelikli, anlamlı bir savunma hattı oluşturdular. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihinin en az basın açıklaması, en az gösteri ve yürüyüş, en az miting ve protestonun yapılabildiği, her türlü muhalefetin esir muamelesine tabii tutulduğu günlerde sokaklara, alanlara çıktılar, direndiler. 22 Haziran günü çeşitli illerden gelen baro başkanları ve avukatlar Ankara’ya sokulmadılar, fiilen gözaltında tutuldular. Şehre girişi engellenen avukatlar geceyi yağmur altında bir şantiyede geçirmek zorunda kaldılar. Kendilerini ziyarete gelen, kendini iktidar ile barolar arasında ‘arabulucu’ ilan eden Barolar Birliği Başkanı’na kol kola girerek sırtlarını döndüler. Enfes bir resim koydular ortaya. 70’lik bir avukat “Bu yasaya ve muameleye senin yüzünden de maruz kalıyoruz Başkan” dedi, topluluk yüzüne bile bakmadı Metin Feyzioğlu’nun.
Güvenpark ve Tunalı Hilmi Caddesi’nde yürümelerine izin verilmedi. Biliyorsunuz cüppe çiğnemeye, çekmeye, çekiştirmeye ezeliyetinden pek meraklı olan, bundan bir çeşit zevk/ hınç alan güvenlik güçleri tarafından itildiler, kakıldılar, gözaltına alınmaya çalışıldılar ama barolar/avukatlar her türlü engeli aşmayı bildiler. Adliyelerin içindeki ve dışındaki meydanları doldurdular. Avukatlar aslında her meslek grubuna mesleki konformizmden nasıl kurtulunabileceğinin bir örneğini gösterdiler. Memleketin üstündeki ölü toprağını silkelediler. Halkın, doğruların ve hukukun yanında olduklarını gösterdiler. Tek adam rejimi çoklu baro kanununu Meclis’ten geçirdi ama kazananlar avukatlar, hukuk insanları oldu. Tarih ve mücadele iyi birer tasnifçidir; bir kez daha “aynıları aynı, ayrıları ayrı yere” koydu.
Baroların ve avukatların bu eylemlilikleri esnasında Çağdaş Hukukçular Derneği avukatlarından Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal aylardır sürdürdükleri açlık grevini 5 Nisan 2020’de ölüm orucuna çevirdiler. Bugünler sağlıkları için hayati önemde. Sadece adil bir yargılama talep etmekteler. Hepsi bu: Adil bir yargılama…
Konunun etrafında kalalım…
Otobüsteki kelebek
3-) Birkaç yıl önce sabah saatleri. Belediye otobüsüyle işe gidiyorum. Baharın kendini yeni yeni gösterdiği günlerden biri. Yalnızca uzun yazların ve uzun kışların yaşandığı, ilkbaharın ve sonbaharın kaybolduğu bu çorak zamanda böylesi ılık tatlı bir bahar sabahı…
Otobüste gazete okuyorum. Hep bildiğimiz fena dünyaya ait şeyler: Savaşlar, göçler, baskılar, zulümler, akıl almaz cinayetler, kadın katliamları, çocuk ve hayvan tacizleri bir yanda; bir yanda ‘paravazi’ ve kalemşörleri, şaklabanları, rıza ve yalan makinası siyasetçileri… Yorulan doğa, toprak, denizler… Bir küçük kelebek gelip konuyor gazetenin üstüne. Biraz uçuyor otobüs içinde sonra tekrar konuyor gazeteye. Gazete dikkatini çekiyor belki. Otobüsün içindeki en farklı şey gazete onun için; en renkli şey oradaki… Gideceğim yere az kaldı, bir iki durak sonra ineceğim ve bu otobüs son durakta tüm kapılarını ve pencerelerini kapatacak. Topu topu bir hafta ömrü olan kelebek otobüsten hiç çıkamayabilir, kısacık ömrünü burada geçirmek zorunda kalabilir.
Otobüsün içinde tuhaf bakışlara aldırmadan daha da geniş açtım gazeteyi. Dikkatini tekrar gazeteye çekmek istedim. Kondu kısa bir süre sonra, hemen kapattım yavaşça üstüne gazeteyi. Elimdeki gazeteyi fazla sıkmadan ilk durakta indim. Bir park, küçük bir yeşillik buldum. Açtım gazete yapraklarını, uçtu küçük kelebek çimenlerin üstünde. Ömrünü o otobüste geçirmesine gönlüm elvermemişti. Konacağı çiçekler vardı ve biricik hakkıydı bahar sabahı özgürce uçmak… Kendimce hayatımın doğru işlerinden birini yapmıştım.
Bazen karanlık tüm gücüyle boynumuza çöker, bağıramayız. Bazen türkülerimizi yüksek sesle söyleyemeyiz. Bazen görkemli kalabalıkları sesimize ortak edemeyiz. Meydanlara, alanlara ruhumuzu üfleyemeyiz. Ama aslolan hayattır ve yaşamak direnmektir. Islık çalarak belki… Belki yalnızca mırıldanarak… Belki içimizden söyleyerek… Ama ölüme karşı hep hayatın yanında yer alarak… Kelebekler kırlarda uçuşmalı, ömürlerini orada tamamlamalıdır.
Ben otobüslerde bu dünyanın kötülüklerinden haberdar olmak için okumuyorum kitapları, gazeteleri… Üzerlerine konabilecek kelebekler için taşıyorum kitapları, gazeteleri yanımda.
Yazıyı toparlayamıyorum, farkındayım…
“Soğuk karpuz bulunur”
Bir şeye tutku ile inançla bağlı olmak şöyle bir şey olsa gerek: İnandığın, tutku ile bağlandığın şeyin tüm dünyayı kapladığını sanmak, her yerde her şeyde onun yansımalarını görmektir. Tutku, taşıyıcıları için hava gibi, güneş gibi ‘apaçık’ gerçekler olarak görünür. Hatta nasıl olur da diğer insanlar bu ‘apaçık’ gerçeği göremezler diye şaşırırlar. Diğer insanların da kendi inançlarını, tutkularını görebilmeleri için çabalarlar.
Bazı günler İdil Kültür Merkezi’nin önünden geçiyorum. Kültür Merkezi uzun zamandır kapalı. İnsansız her yer gibi duvarlarının rengi biraz solmuş, camları tozlanmış… Aynı binanın üst katlarında bir abi cama çıkmış sigara içiyor. Çocuklar koşturuyor Berkin’in vurulduğu sokaklarda. Su serpiyor dükkânın önüne toz kalkmasın diye bir esnaf. İdil Kültür’ün hemen dibindeki Sağlık Ocağı’na geliyor anneler kucaklarında bebekleriyle. PTT önünde su ve fatura kuyruğu. İki amca “Şu tapu sorununu bir halletse artık Anakent” diye dertleşiyorlar. İnsanlar oturmuş etli ekmekçide, katmercide, börekçide. Çay ocağı birer fesleğen koymuş küçük masalara. Cemevi bu ara boş sanki! Bir o market cama yazı asmış: “Soğuk karpuz bulunur.”
Dilime yapışıyor “Soğuk karpuz bulunur” yazısı. Kızdım, öfkelendim belki kendi kendime. Birilerinin tat peşinde olmasını kabullenemedim mi? Ya da kabul etmek istemedim hayatın devam ettiğini. Yapıp etmelerimizin halka değmediğini, çekilen acıların, çilelerin boşlukta kaybolup gittiğini mi düşündüm bir an? Gidip geliyor aklım iki uç arasında. Zehra ve Canan Kulaksız kardeşler geliyor aklıma. 43 yaşında iken biri iktisat, diğeri biyoloji okuyan iki kızını kısa aralıklarla ölüm orucunda kaybeden baba Ahmet Kulaksız geliyor aklıma. Hayata dönüş operasyonu sonrası dışarıdan destek amacıyla 19 ve 22 yaşında ölen Zehra ve Canan yaşasaydı belki devrimci kızlarının yetiştirdiği devrimci torunlarını gezdirecekti dede Ahmet Kulaksız.
Herkes elini çabuk tutsun
Hiç cezaevinde kalmadım. Hiç açlık grevine katılmadım. Evet hiç işkence görmedim. Cengiz Han’ın, Büyük İskender’in ordularında yer alacak evsafta değiliz. Fetihin askerleri arasında da düşünmezdi bizi Sultan Fatih. Muhtemelen Marx da 11. Tezi yazarken dünyayı değiştirecekler arasında kel, göbekli, gözlüklü, korkak bizleri varsaymamıştı. Belki de sırf bu yüzden söylemek zorundayım…
Bocelli’nin internet üzerinden canlı olarak tüm dünyaya ulaştığı yerde Grup Yorum bir pencerede, bir evde, odada, bir binanın girişinde türkülerini söyleseydi bile milyonlara ulaşmaz mıydı? Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da, Yunanistan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de… dağları olan her coğrafyada dinleyicileri, sevenleri olan bir grup olarak devletin konser yasağını delemez miydi? Grup Yorum devletin zoru ile bundan sonra hiç konser veremese bile değerinden hiçbir şey yitirmez, bugüne kadar yaptıklarıyla bundan sonraya da bir ekol olarak kalırdı. Helin ve İbrahim yaşasaydı, Şark Kahvesi’nden, Anadolu Kahvesi’nden İdil Kültür Merkezi’ne doğru yürüyebilseydiler. Hiçbir yerde türkülerini söyleyemeseler de civardaki çay ocağının fesleğenli küçük masalarına eliyle ritim tutsaydı İbrahim, mırıldansaydı Helin ne hükmü kalırdı ki devletin yasaklarının…
Devletsiz bir yazı olsun istiyorum… Çünkü bu ölü balık bakışlı devlet/ iktidar tehdit olabilir diye kendi askerlerini içeriye attı. İntiharlarına, hastalıklarına, rütbelerine aldırmadı… Yalnızca haber peşinde olan gazetecileri tutukladılar, saldılar, tekrar tutukladılar. Osman Kavala’yı sırf ‘paran var, zenginsin, ne işin var solcu takımıyla?’ diye hapiste tutmuyorlar mı üç yıldır? 6 milyon oy almış HDP’nin eş başkanları S. Demirtaş ve F. Yüksekdağ 4 yıla yakın bir süredir cezaevindeler. Demirtaş ölüm orucuna girse ne kadar sevinirdi değil mi ölü balık bakışlı iktidar?
Helin ve İbrahim’i ve diğerlerini yaşatamadık. Bari Ebru Timtik, Aytaç Ünsal ve diğerlerini yaşatalım. Lütfen yaşayın.
Lütfen herkes elini çabuk tutsun. Gizli tanıkların, baskı altındaki mahkemelerin verdiği kararlar er geç bozulacak. Çok uzun da sürmeyecek bu süreç. Siz sağlıklı kalırsanız bunun olduğunu görebileceksiniz. Hem o vakit çok görmek istediği Dersim’e de gider Ebru, dağ keçilerine rastlarsa, Aytaç da yanında olursa ona da gösterir dağ keçilerini. Yaşarsanız inandıklarınızdan vazgeçmiş olmayacaksınız. Kimse sizin kararlılığınızı, samimiyetinizi, bağlılığınızı sorgulamayacak. Uğruna ölümü göze aldığınız yoksullar, ezilenler, halk sizin hep o resimlerinizdeki gülüşünüzle, canlılığınızla dosyalarına/ davalarına bakmanızı bekliyor. ‘Devrimci emeğiniz’ lazım halka… Güç, canlılık, zindelik, dayanma gücü, dirim ve hayat dolu bedenlerinizi o dört duvar arasında bırakmayın. Daha da indirmeyelim yas tutan bayraklarımızı aşağıya… Şu ölümlerle çentikli uğursuz takvimin icabına bakalım. Bu sefer yaşamak ağır bassın… (FATİH ŞAHİN - SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok