Gelinen noktada AKP İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek yönünde bir hareketlilik yaratmaya çalışsa da başarılı olamamış görünüyor. Ancak bu se...
Gelinen noktada AKP İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek yönünde bir hareketlilik yaratmaya çalışsa da başarılı olamamış görünüyor. Ancak bu sefer yine geri adım atsa da verili toplumsal mücadele koşulları Sözleşme’den çekilmeyi yeniden gündeme almasını mümkün kılacaktır. O gün geldiğinde toplumun her kesiminden kadınlar kendi durdukları ve bildikleri yerden kadın hareketi/feminist hareket ile birlikte direniş gösterirken işçi sınıfından kadınların da İstanbul Sözleşmesi için erkek sendika yapılarına rağmen harekete geçmesi elzem olacak...
Her sene gündeme gelen boşanmayı zorlaştırma, nafakayı sınırlandırma, çocukları tecavüzcülerle evlendirme ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları pandemi günlerinde de AKP’nin gündemine geldi. Sözleşme’den çekilme tartışmalarının en ciddi yapıldığı süreç bu seferki oldu. 5 Ağustos’taki AKP MYK toplantısında konuya ilişkin bir karar çıkması beklenirken önce KADEM’in başkanının sonra ise KADEM’in kurumsal olarak, sözleşmeden çekilmenin doğru olmayacağı yönünde görüş bildirmesi, çekilme tartışmalarının bir süre daha ertelenebileceği izlenimi yarattı. 2017’de kız çocuklarını tecavüzcülerle evlendirmek için yasal düzenleme yapılması tartışmalarında “Sümeyye de karşı çıktı onun için vazgeçildi” gerekçesi dayanak yapılırken, belli ki bu kez Sümeyye’nin yönettiği (resmi görevi başkan yardımcılığı) KADEM’in yaptığı açıklamanın mevzuyu bir süre daha soğumaya bırakmanın dayanağı yapılması pek de şaşırtıcı olmayacak.
AKP neden İstanbul Sözleşmesi’ne böyle müdahale ediyor? Sözleşme 2011’de imzaladı ve 2014’de yürürlüğe girdi. Şimdi ne değişti de kadın cinayetleri vahşileşerek artarken sözleşmeden imza çekmek gündeme geliyor? Kuşkusuz “kadın erkek eşit değildir” diyen ve bunu dini referanslarla açıklayan/meşrulaştıran bir AKP için İstanbul Sözleşmesi önemli bir sorun. Ve elbette AKP’nin, “kadının erkek eşit değildir”, “üç çocuk doğurun”, “annelik kadınların fıtratında var” gibi söylemleri ya da ev ile iş yaşamını uyumlulaştırma ve aileyi güçlendirme girişimleri o yıllarda da AKP’nin temel politik paradigmalarını oluşturuyordu. Ancak feminist mücadelenin 80’lerin ortasından itibaren öne çıkardığı erkek şiddetine direniş politikası toplumun her kesiminden kadınlardan karşılık bulduğu için AKP erkek şiddetine karşı “aile içi şiddet” diye telaffuz etse de hareket geçmek zorunda kaldı.
Bugüne geldiğimizde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme girişimleri hiç kuşkusuz memleketin genel ahvalinden bağımsız değerlendirilemez. Artık başka bir toplumsal tahayyül var. AKP tüm ezen ezilen ilişkilerinin mevcut “hukukunu” yeniden yazıyor. Toplumsal mücadelenin belirleyici tüm güçlerini sindirmeye çalışırken ezilenlerin yıllar süren mücadelelerle elde ettiği siyasal meşruiyeti tanımıyor, en temel hakları gasp etmeye girişiyor. Bu girişime öncelikle en örgütlü güç olan Kürt hareketi ve ittifaklarından, özet olarak HDP’den başladı. 90’ların başındaki savaş siyasetine dönerken ilk adım HDP’li eşbaşkanların ve vekillerin tutuklanması vekilliklerinin düşürülmesi oldu. Ardından OHAL sürecinde gelen kayyumlar 99’dan beri Kürt siyasetinin denetiminde olan yerel yönetimlerin silah zoruyla gasp edilmesiydi. Ancak kayyum siyasetinin OHAL süreciyle sınırlı olmadığı, 2019 yerel seçimlerinden sonra da HDP’nin seçimi kazandığı belediyelere kayyum atanmasıyla ortaya çıktı. Fiilen Kürt halkının seçme ve seçilme hakkı ortadan kaldırılırken eş başkanlık uygulaması suç haline getirildi. Bugün Kürt hareketine ve Kürt halkına söylenen tam da, mevcut hukuk içerisinde bile seçme seçilme ve örgütlenme haklarının tanınmayacağıdır.
İşçi sınıfı açısından gelinen nokta kıdem tazminatı hakkının gaspı; kıdem tazminatı gaspı ile sermaye işçi sınıfı ilişkileri nerdeyse 90 yıl geriye götürülmeye çalışılıyor. Fona devredilme adı altında iş güvencesinin tümüyle ortadan kaldırılması söz konusu.[1] İçinde bulunulan kriz koşullarında, kıdem tazminatı gasp edilerek, işçi sınıfı sermaye dengesinin tümüyle sermaye lehine bozulması hedefleniyor. AKP, yerli sermayenin tüm fraksiyonlarına ve uluslararası sermayeye onlar için hâlâ en güvenli liman olduğunu gösteriyor. Sermaye açısından tüm Türkiye’yi bir tür serbest bölgeye çevirmeye çalışıyor. Yoksulluk ve işsizliğe yönelik tepkileri baskı ve şiddet ile kontrol altında tutarken amaç; sınıf mücadelesinin en önemli kazanımlarından birini, iş güvencesini, gasp ederek işçi sınıfı ile sermaye arasındaki dengeyi sermayenin ağır bastığı yeni bir noktada kurmak.
AKP’nin temel sorunu
İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi tartışmaları/girişimi de AKP’nin yukarıda saydığımız, Kürt sorunu ve sınıf mücadelesi bağlamında, toplumsal ilişkileri, ezen-ezilen ilişkilerini, ezilenler aleyhine yeni bir dengede inşa etme çabasının bir başka ayağı. Kadınları erkek şiddetine karşı korumayı hedefleyen çerçevesinin ötesinde, Sözleşme’nin temelindeki kadın-erkek eşitliği vurgusu aslında AKP’nin Sözleşme ile temel sorunu. Sözleşmenin ev içi dâhil hayatın her alanındaki kadın erkek eşitsizliğini “doğal” olmaktan çıkarması ve aslında özel alanı politikleştirmesi feminist mücadele açısından en önemli yanını oluşturuyor. Bu sözleşme ile ev içindeki erkek şiddetinin (Sözleşme’de anaakım bir terminoloji ile “kadına yönelik şiddet” kavramı kullanılıyor) kaynağı olarak bizzat kadın erkek eşitsizliği işaret edilirken imzacı devletlere bu eşitsizliği ve eşitsizliğin neden olduğu şiddeti ortadan kaldırma yükümlülüğü veriliyor. Türkiye’deki yaygın feminist terminolojiyle söylersek İstanbul Sözleşmesi, sadece kadın cinayetlerinin değil bir bütün olarak “kadına yönelik şiddetin” politik olduğunun, politikanın konusu olduğunun altını çiziyor.
AKP’nin Sözleşme’ye yönelik tepkileri ve “bütün aile yıkılıyor” çığlıkları da Sözleşme’nin ruhundaki kadın-erkek eşitliği yaklaşımından. Aslında AKP’nin Sözleşme’nin aileyi yıkacağına ilişkin öngörüleri tümüyle temelsiz değil! Gerçekten de patriyarkanın/heteropatriyarkanın kadınları baskı altında tutabilmesinin en önemli ve vazgeçilmez kurumu olan aile bizzat kadın erkek eşitsizliği temelinde inşa oluyor. Aile içinde erkeklerin kadınların emeği, bedeni, cinselliği, kamusal alanda hangi koşullarda var olacağı vd. üzerindeki denetim hakkının sürmesi de kadın erkek eşitsizliğinin sürmesine bağlı. Keza kadınlar aile içinde erkeklerin hayatları üstündeki denetimine itiraz ettiklerinde ya da başkaldırdıklarında erkekler şiddet kullanarak kadınları kendilerine itaat etmeye zorluyorlar. Kapitalist devlet baskı ve rıza ikiliğiyle sınıf mücadelesini denetim altında tutarken patriyarka da aile aracılığıyla kadınların erkeklere itaatinin, erkek egemenliğinin sürmesini sağlıyor. Maddeci bir analoji yaparsak kapitalist devletin sermaye birikimini güvenceye almak için baskı ve rıza ikiliğini gerekli zamanlarda uygulamaya koyması gibi, aile de ev içinde kadınların emeğine erkeklerin karşılıksız el koymasının, erkeklerin kadınların bedeni ve cinselliği üzerinde tahakküm kurmasının daimi olması için, baskı ve rıza ikiliğini gerekli biçimlerde uygulamaya koymaktadır. Kadınlar ev içinde erkeklere itaat etmek istemediklerinde, istedikleri gibi giyinmek, istedikleri zaman sokağa çıkmak, ev dışında ücretli çalışmak için erkeğin onayını aramamak, cinsel yönelimini ve cinsiyet kimliğini özgürce ifade etmek gibi gündelik hayatın sıradanlığı içinde bir dizi özgürleşme adımı attıklarında, patriyarka ailedeki/evdeki erkeklere kadınlara şiddet uygulayarak özgürlük adımlarını engelleme hakkı tanır. Bu anlamıyla aslında evdeki/ailedeki erkekler patriyarka açısından, devletin sınıflı toplumlarda sahip olduğu türden bir şiddet tekeline sahiptir. Feminist mücadelenin, kadınların kazanımları bu şiddetin kullanılabilirliğini sınırlıyor. Ve aileden [özellikle fiziksel] şiddeti çekip aldığımızda o birliktelik artık bildiğimiz aile olmayacaktır. Kadınların, şiddet tehdidi altında olmadıklarında (kuşkusuz erkek şiddeti fiziksel şiddet ile sınırlı değil psikolojik, ekonomik vd. bir dizi şiddet mekanizması söz konusu) ev içindeki erkeklere itaati zayıflayacak, LGBTİ+lar ölüm ve şiddet tehdidi altında olmadıklarında saklanmak zorunda kalmayacak, çok oldukları artarak görünecek. Elbette bu sözleşme erkek şiddetini bütünüyle engellemez ama haklar kullanıldıkça yaygınlaşır ve toplumun dokusu dönüşür.
Böylece, tabii ki tek başına İstanbul Sözleşmesi ile değil, bugünden yarına da değil ama zaman içinde bildiğimiz anlamıyla aile aşınmaya başlayacak ve yıkılmaya doğru gidecek. AKP de aslında orta ve uzun vadeli olarak, doğası gereği, bunu görüyor/hissediyor. Tüm toplumsal ilişkileri yeniden dizayn ederken ve artık iktidarını sürdürmenin yegâne yolunun açık zor haline dönüştüğü verili siyasal koşullarda, kadınların ve LGBTİ+’ların adım adım özgürleştiği bir gelecek kurgusuna tepkisiz kalması düşünülemez. Bu yüzden de AKP bugün patriyarkanın cisimleştiği en güçlü siyasal odak olarak İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekerek kadınlarla patriyarka arasındaki mücadelenin dengesini de patriyarka lehine yeni bir noktada kurmaya çalışıyor.
Patriyarka her toplum yapısında hangi koşullarda kendini yeniden üreteceğini aslında bizzat feminist mücadelenin gücüne göre belirleyebilir. 1987’deki Dayağa Karşı Yürüyüş’ten bugüne feminist mücadelenin geldiği nokta itibarıyla kadınlar erkek şiddetine direniyor. AKP’nin kendi dindar muhafazakâr tabanındaki kadınlar da İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesine karşı çıkıyor. AKP bu yüzden fütursuzca tüm toplumsal kesimleri baskı altına alacak yasal düzenlemeleri hayata geçirirken kadınlara yönelik hedeflerinde müftülük nikâhı düzenlemesinden beri herhangi bir adım atabilmiş değil. Polonya ve Macaristan gibi devletin otoriter/faşist iktidarların denetimine geçtiği ülkelerde de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme adımlarının atılması kuşkusuz tesadüf değil. (İstanbul Sözleşmesi bağlamında olmasa da faşist Jair Bolsonaro’nun iktidara gelir gelmez LGBTİ+’lara yönelik hak gaspları da benzer bir örnek.) Polonya, Macaristan, Türkiye ya da Brezilya’da, genel olarak toplumsal muhalefetin güç kaybettiği, egemenlerin ezilenlere karşı taarruza geçtiği koşullarda hetero-patriyarka da saldırıya geçerek kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarını tırpanlamaya çalışıyor. Bu saldırıların Polonya’daki ideolojik referansı Katoliklik olurken Türkiye’de AKP, İslami dönüşümün bir adımı olarak kadın erkek eşitliğine ilişkin hukuki çerçeveyi erkekler lehine değiştirmeyi meşrulaştırmaya çalışıyor.
Toplumsal muhalefetin hali
Peki, artık devletleşmiş AKP’nin tüm toplumsal kesimleri baskı altına alma, kazanımlarını gasp etme siyaseti içinde toplumsal muhalefet ile kadın hareketinin/feminist hareketin değme noktaları bulunabilir mi? AKP İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekerek tüm erkeklere, yaşadıkları işsizliğe yoksulluğa baskıya rağmen evdeki iktidarlarının baki kalacağı, hayatlarındaki kadınların onlara itaate mecbur kalacağı, ev içinde şiddet uygulamalarının meşrulaşacağı vaadinde bulunuyor. Toplumsal muhalefetin bir bütün olarak bu vaat karşısında “eylemli” olarak kararlı bir tutum göstereceği şüpheli. Kürt hareketi ve/veya HDP açısından kadınların örgütlenmesinin gücü, gerek TBMM düzeyinde gerek toplumsal alanda AKP’ye zaten çok güçlü bir direniş gösterilmesini mümkün kılıyor. Sınıf ve meslek örgütlerinin durumuna baktığımızda ise sözlü açıklamalardan fazlasını göreceğimiz şüpheli. Yakın zamanda krize yönelik olarak hazırlanan dört örgütün imzasını taşıyan afişte kadınlar işçi sınıfının değil ailenin bir parçası olarak gösteriliyordu. Sadece birkaç ay önce pandemi sebebiyle hazırlanan yine dört örgütün imza attığı talepler listesinde kadınlara yönelik tek kelime yoktu. Bu koşullarda sınıf örgütlerinin “üretimden gelen güçlerini” kadınların hayatlarını savunması için elzem olan İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesi bahis olursa kullanmayı nasıl tartışacağı bile soru işareti. Yoksulluğun ve işsizliğin yıprattığı erkekliklere özgüven kazandırmanın da bir adımı olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin faydalarının propaganda edildiği koşullarda, sınıf ve kadın dayanışmasının örgütlenmesinin nasıl olacağı bir muammaya dönüşüyor kuşkusuz.
Gelinen noktada AKP İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek yönünde bir hareketlilik yaratmaya çalışsa da başarılı olamamış görünüyor. Ancak bu sefer yine geri adım atsa da verili toplumsal mücadele koşulları Sözleşme’den çekilmeyi yeniden gündeme almasını mümkün kılacaktır. Belki altı ay belki bir yıl sonra Sözleşme’den imzanın çekilmesi yeniden gündeme gelecektir. O gün geldiğinde toplumun her kesiminden kadınlar kendi durdukları ve bildikleri yerden kadın hareketi/feminist hareket ile birlikte direniş gösterirken işçi sınıfından kadınların da İstanbul Sözleşmesi için erkek sendika yapılarına rağmen harekete geçmesi elzem olacak. Sözleşme’den çekilme yönünde AKP “kararlı” bir adım attığında “kadın grevinin” de kadın hareketinin bir tür örgütlenme çalışması, kadın komisyonlarının, kadın birimlerinin vd. “kampanyası”, “etkinliği” olmaktan çıkıp sınıf mücadelesi tarihinden süzülen gerçek anlamıyla bir “siyasal genel greve” dönüşmesi gerekebilir. O günler her ne zaman gelirse; kendi yeteneklerinin, emeklerinin ve mücadele deneyimlerinin yanı sıra, feminist hareketin bu topraklarda verdiği 30 yıllık mücadelenin toplumsal muhalefeti getirdiği nokta itibarıyla, sendikalarda ve meslek örgütlerinde yönetici olan kadınlar için de tabir yerindeyse eşref saati gelmiş ve işyerlerindeki, fabrikalardaki kadınları, sokaklardaki kadınlarla buluşturma görevi onları bekliyor olacak. Sınıf ve kadın dayanışması da, işçi sınıfından kadınlarla kadın hareketi/feminist hareket “İstanbul Sözleşmesi yaşatır”, demek için buluştuğunda inşa olacaktır.
(HÜLYA OSMANAĞAOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnot:
[1] http://yeniyasamgazetesi1.com/son-kale-ozge-yurttas/
Her sene gündeme gelen boşanmayı zorlaştırma, nafakayı sınırlandırma, çocukları tecavüzcülerle evlendirme ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları pandemi günlerinde de AKP’nin gündemine geldi. Sözleşme’den çekilme tartışmalarının en ciddi yapıldığı süreç bu seferki oldu. 5 Ağustos’taki AKP MYK toplantısında konuya ilişkin bir karar çıkması beklenirken önce KADEM’in başkanının sonra ise KADEM’in kurumsal olarak, sözleşmeden çekilmenin doğru olmayacağı yönünde görüş bildirmesi, çekilme tartışmalarının bir süre daha ertelenebileceği izlenimi yarattı. 2017’de kız çocuklarını tecavüzcülerle evlendirmek için yasal düzenleme yapılması tartışmalarında “Sümeyye de karşı çıktı onun için vazgeçildi” gerekçesi dayanak yapılırken, belli ki bu kez Sümeyye’nin yönettiği (resmi görevi başkan yardımcılığı) KADEM’in yaptığı açıklamanın mevzuyu bir süre daha soğumaya bırakmanın dayanağı yapılması pek de şaşırtıcı olmayacak.
AKP neden İstanbul Sözleşmesi’ne böyle müdahale ediyor? Sözleşme 2011’de imzaladı ve 2014’de yürürlüğe girdi. Şimdi ne değişti de kadın cinayetleri vahşileşerek artarken sözleşmeden imza çekmek gündeme geliyor? Kuşkusuz “kadın erkek eşit değildir” diyen ve bunu dini referanslarla açıklayan/meşrulaştıran bir AKP için İstanbul Sözleşmesi önemli bir sorun. Ve elbette AKP’nin, “kadının erkek eşit değildir”, “üç çocuk doğurun”, “annelik kadınların fıtratında var” gibi söylemleri ya da ev ile iş yaşamını uyumlulaştırma ve aileyi güçlendirme girişimleri o yıllarda da AKP’nin temel politik paradigmalarını oluşturuyordu. Ancak feminist mücadelenin 80’lerin ortasından itibaren öne çıkardığı erkek şiddetine direniş politikası toplumun her kesiminden kadınlardan karşılık bulduğu için AKP erkek şiddetine karşı “aile içi şiddet” diye telaffuz etse de hareket geçmek zorunda kaldı.
Bugüne geldiğimizde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme girişimleri hiç kuşkusuz memleketin genel ahvalinden bağımsız değerlendirilemez. Artık başka bir toplumsal tahayyül var. AKP tüm ezen ezilen ilişkilerinin mevcut “hukukunu” yeniden yazıyor. Toplumsal mücadelenin belirleyici tüm güçlerini sindirmeye çalışırken ezilenlerin yıllar süren mücadelelerle elde ettiği siyasal meşruiyeti tanımıyor, en temel hakları gasp etmeye girişiyor. Bu girişime öncelikle en örgütlü güç olan Kürt hareketi ve ittifaklarından, özet olarak HDP’den başladı. 90’ların başındaki savaş siyasetine dönerken ilk adım HDP’li eşbaşkanların ve vekillerin tutuklanması vekilliklerinin düşürülmesi oldu. Ardından OHAL sürecinde gelen kayyumlar 99’dan beri Kürt siyasetinin denetiminde olan yerel yönetimlerin silah zoruyla gasp edilmesiydi. Ancak kayyum siyasetinin OHAL süreciyle sınırlı olmadığı, 2019 yerel seçimlerinden sonra da HDP’nin seçimi kazandığı belediyelere kayyum atanmasıyla ortaya çıktı. Fiilen Kürt halkının seçme ve seçilme hakkı ortadan kaldırılırken eş başkanlık uygulaması suç haline getirildi. Bugün Kürt hareketine ve Kürt halkına söylenen tam da, mevcut hukuk içerisinde bile seçme seçilme ve örgütlenme haklarının tanınmayacağıdır.
İşçi sınıfı açısından gelinen nokta kıdem tazminatı hakkının gaspı; kıdem tazminatı gaspı ile sermaye işçi sınıfı ilişkileri nerdeyse 90 yıl geriye götürülmeye çalışılıyor. Fona devredilme adı altında iş güvencesinin tümüyle ortadan kaldırılması söz konusu.[1] İçinde bulunulan kriz koşullarında, kıdem tazminatı gasp edilerek, işçi sınıfı sermaye dengesinin tümüyle sermaye lehine bozulması hedefleniyor. AKP, yerli sermayenin tüm fraksiyonlarına ve uluslararası sermayeye onlar için hâlâ en güvenli liman olduğunu gösteriyor. Sermaye açısından tüm Türkiye’yi bir tür serbest bölgeye çevirmeye çalışıyor. Yoksulluk ve işsizliğe yönelik tepkileri baskı ve şiddet ile kontrol altında tutarken amaç; sınıf mücadelesinin en önemli kazanımlarından birini, iş güvencesini, gasp ederek işçi sınıfı ile sermaye arasındaki dengeyi sermayenin ağır bastığı yeni bir noktada kurmak.
AKP’nin temel sorunu
İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi tartışmaları/girişimi de AKP’nin yukarıda saydığımız, Kürt sorunu ve sınıf mücadelesi bağlamında, toplumsal ilişkileri, ezen-ezilen ilişkilerini, ezilenler aleyhine yeni bir dengede inşa etme çabasının bir başka ayağı. Kadınları erkek şiddetine karşı korumayı hedefleyen çerçevesinin ötesinde, Sözleşme’nin temelindeki kadın-erkek eşitliği vurgusu aslında AKP’nin Sözleşme ile temel sorunu. Sözleşmenin ev içi dâhil hayatın her alanındaki kadın erkek eşitsizliğini “doğal” olmaktan çıkarması ve aslında özel alanı politikleştirmesi feminist mücadele açısından en önemli yanını oluşturuyor. Bu sözleşme ile ev içindeki erkek şiddetinin (Sözleşme’de anaakım bir terminoloji ile “kadına yönelik şiddet” kavramı kullanılıyor) kaynağı olarak bizzat kadın erkek eşitsizliği işaret edilirken imzacı devletlere bu eşitsizliği ve eşitsizliğin neden olduğu şiddeti ortadan kaldırma yükümlülüğü veriliyor. Türkiye’deki yaygın feminist terminolojiyle söylersek İstanbul Sözleşmesi, sadece kadın cinayetlerinin değil bir bütün olarak “kadına yönelik şiddetin” politik olduğunun, politikanın konusu olduğunun altını çiziyor.
AKP’nin Sözleşme’ye yönelik tepkileri ve “bütün aile yıkılıyor” çığlıkları da Sözleşme’nin ruhundaki kadın-erkek eşitliği yaklaşımından. Aslında AKP’nin Sözleşme’nin aileyi yıkacağına ilişkin öngörüleri tümüyle temelsiz değil! Gerçekten de patriyarkanın/heteropatriyarkanın kadınları baskı altında tutabilmesinin en önemli ve vazgeçilmez kurumu olan aile bizzat kadın erkek eşitsizliği temelinde inşa oluyor. Aile içinde erkeklerin kadınların emeği, bedeni, cinselliği, kamusal alanda hangi koşullarda var olacağı vd. üzerindeki denetim hakkının sürmesi de kadın erkek eşitsizliğinin sürmesine bağlı. Keza kadınlar aile içinde erkeklerin hayatları üstündeki denetimine itiraz ettiklerinde ya da başkaldırdıklarında erkekler şiddet kullanarak kadınları kendilerine itaat etmeye zorluyorlar. Kapitalist devlet baskı ve rıza ikiliğiyle sınıf mücadelesini denetim altında tutarken patriyarka da aile aracılığıyla kadınların erkeklere itaatinin, erkek egemenliğinin sürmesini sağlıyor. Maddeci bir analoji yaparsak kapitalist devletin sermaye birikimini güvenceye almak için baskı ve rıza ikiliğini gerekli zamanlarda uygulamaya koyması gibi, aile de ev içinde kadınların emeğine erkeklerin karşılıksız el koymasının, erkeklerin kadınların bedeni ve cinselliği üzerinde tahakküm kurmasının daimi olması için, baskı ve rıza ikiliğini gerekli biçimlerde uygulamaya koymaktadır. Kadınlar ev içinde erkeklere itaat etmek istemediklerinde, istedikleri gibi giyinmek, istedikleri zaman sokağa çıkmak, ev dışında ücretli çalışmak için erkeğin onayını aramamak, cinsel yönelimini ve cinsiyet kimliğini özgürce ifade etmek gibi gündelik hayatın sıradanlığı içinde bir dizi özgürleşme adımı attıklarında, patriyarka ailedeki/evdeki erkeklere kadınlara şiddet uygulayarak özgürlük adımlarını engelleme hakkı tanır. Bu anlamıyla aslında evdeki/ailedeki erkekler patriyarka açısından, devletin sınıflı toplumlarda sahip olduğu türden bir şiddet tekeline sahiptir. Feminist mücadelenin, kadınların kazanımları bu şiddetin kullanılabilirliğini sınırlıyor. Ve aileden [özellikle fiziksel] şiddeti çekip aldığımızda o birliktelik artık bildiğimiz aile olmayacaktır. Kadınların, şiddet tehdidi altında olmadıklarında (kuşkusuz erkek şiddeti fiziksel şiddet ile sınırlı değil psikolojik, ekonomik vd. bir dizi şiddet mekanizması söz konusu) ev içindeki erkeklere itaati zayıflayacak, LGBTİ+lar ölüm ve şiddet tehdidi altında olmadıklarında saklanmak zorunda kalmayacak, çok oldukları artarak görünecek. Elbette bu sözleşme erkek şiddetini bütünüyle engellemez ama haklar kullanıldıkça yaygınlaşır ve toplumun dokusu dönüşür.
Böylece, tabii ki tek başına İstanbul Sözleşmesi ile değil, bugünden yarına da değil ama zaman içinde bildiğimiz anlamıyla aile aşınmaya başlayacak ve yıkılmaya doğru gidecek. AKP de aslında orta ve uzun vadeli olarak, doğası gereği, bunu görüyor/hissediyor. Tüm toplumsal ilişkileri yeniden dizayn ederken ve artık iktidarını sürdürmenin yegâne yolunun açık zor haline dönüştüğü verili siyasal koşullarda, kadınların ve LGBTİ+’ların adım adım özgürleştiği bir gelecek kurgusuna tepkisiz kalması düşünülemez. Bu yüzden de AKP bugün patriyarkanın cisimleştiği en güçlü siyasal odak olarak İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekerek kadınlarla patriyarka arasındaki mücadelenin dengesini de patriyarka lehine yeni bir noktada kurmaya çalışıyor.
Patriyarka her toplum yapısında hangi koşullarda kendini yeniden üreteceğini aslında bizzat feminist mücadelenin gücüne göre belirleyebilir. 1987’deki Dayağa Karşı Yürüyüş’ten bugüne feminist mücadelenin geldiği nokta itibarıyla kadınlar erkek şiddetine direniyor. AKP’nin kendi dindar muhafazakâr tabanındaki kadınlar da İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesine karşı çıkıyor. AKP bu yüzden fütursuzca tüm toplumsal kesimleri baskı altına alacak yasal düzenlemeleri hayata geçirirken kadınlara yönelik hedeflerinde müftülük nikâhı düzenlemesinden beri herhangi bir adım atabilmiş değil. Polonya ve Macaristan gibi devletin otoriter/faşist iktidarların denetimine geçtiği ülkelerde de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme adımlarının atılması kuşkusuz tesadüf değil. (İstanbul Sözleşmesi bağlamında olmasa da faşist Jair Bolsonaro’nun iktidara gelir gelmez LGBTİ+’lara yönelik hak gaspları da benzer bir örnek.) Polonya, Macaristan, Türkiye ya da Brezilya’da, genel olarak toplumsal muhalefetin güç kaybettiği, egemenlerin ezilenlere karşı taarruza geçtiği koşullarda hetero-patriyarka da saldırıya geçerek kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarını tırpanlamaya çalışıyor. Bu saldırıların Polonya’daki ideolojik referansı Katoliklik olurken Türkiye’de AKP, İslami dönüşümün bir adımı olarak kadın erkek eşitliğine ilişkin hukuki çerçeveyi erkekler lehine değiştirmeyi meşrulaştırmaya çalışıyor.
Toplumsal muhalefetin hali
Peki, artık devletleşmiş AKP’nin tüm toplumsal kesimleri baskı altına alma, kazanımlarını gasp etme siyaseti içinde toplumsal muhalefet ile kadın hareketinin/feminist hareketin değme noktaları bulunabilir mi? AKP İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekerek tüm erkeklere, yaşadıkları işsizliğe yoksulluğa baskıya rağmen evdeki iktidarlarının baki kalacağı, hayatlarındaki kadınların onlara itaate mecbur kalacağı, ev içinde şiddet uygulamalarının meşrulaşacağı vaadinde bulunuyor. Toplumsal muhalefetin bir bütün olarak bu vaat karşısında “eylemli” olarak kararlı bir tutum göstereceği şüpheli. Kürt hareketi ve/veya HDP açısından kadınların örgütlenmesinin gücü, gerek TBMM düzeyinde gerek toplumsal alanda AKP’ye zaten çok güçlü bir direniş gösterilmesini mümkün kılıyor. Sınıf ve meslek örgütlerinin durumuna baktığımızda ise sözlü açıklamalardan fazlasını göreceğimiz şüpheli. Yakın zamanda krize yönelik olarak hazırlanan dört örgütün imzasını taşıyan afişte kadınlar işçi sınıfının değil ailenin bir parçası olarak gösteriliyordu. Sadece birkaç ay önce pandemi sebebiyle hazırlanan yine dört örgütün imza attığı talepler listesinde kadınlara yönelik tek kelime yoktu. Bu koşullarda sınıf örgütlerinin “üretimden gelen güçlerini” kadınların hayatlarını savunması için elzem olan İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesi bahis olursa kullanmayı nasıl tartışacağı bile soru işareti. Yoksulluğun ve işsizliğin yıprattığı erkekliklere özgüven kazandırmanın da bir adımı olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin faydalarının propaganda edildiği koşullarda, sınıf ve kadın dayanışmasının örgütlenmesinin nasıl olacağı bir muammaya dönüşüyor kuşkusuz.
Gelinen noktada AKP İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek yönünde bir hareketlilik yaratmaya çalışsa da başarılı olamamış görünüyor. Ancak bu sefer yine geri adım atsa da verili toplumsal mücadele koşulları Sözleşme’den çekilmeyi yeniden gündeme almasını mümkün kılacaktır. Belki altı ay belki bir yıl sonra Sözleşme’den imzanın çekilmesi yeniden gündeme gelecektir. O gün geldiğinde toplumun her kesiminden kadınlar kendi durdukları ve bildikleri yerden kadın hareketi/feminist hareket ile birlikte direniş gösterirken işçi sınıfından kadınların da İstanbul Sözleşmesi için erkek sendika yapılarına rağmen harekete geçmesi elzem olacak. Sözleşme’den çekilme yönünde AKP “kararlı” bir adım attığında “kadın grevinin” de kadın hareketinin bir tür örgütlenme çalışması, kadın komisyonlarının, kadın birimlerinin vd. “kampanyası”, “etkinliği” olmaktan çıkıp sınıf mücadelesi tarihinden süzülen gerçek anlamıyla bir “siyasal genel greve” dönüşmesi gerekebilir. O günler her ne zaman gelirse; kendi yeteneklerinin, emeklerinin ve mücadele deneyimlerinin yanı sıra, feminist hareketin bu topraklarda verdiği 30 yıllık mücadelenin toplumsal muhalefeti getirdiği nokta itibarıyla, sendikalarda ve meslek örgütlerinde yönetici olan kadınlar için de tabir yerindeyse eşref saati gelmiş ve işyerlerindeki, fabrikalardaki kadınları, sokaklardaki kadınlarla buluşturma görevi onları bekliyor olacak. Sınıf ve kadın dayanışması da, işçi sınıfından kadınlarla kadın hareketi/feminist hareket “İstanbul Sözleşmesi yaşatır”, demek için buluştuğunda inşa olacaktır.
(HÜLYA OSMANAĞAOĞLU - SENDİKA.ORG)
Dipnot:
[1] http://yeniyasamgazetesi1.com/son-kale-ozge-yurttas/
Hiç yorum yok