Bu sömürü düzeni sürsün diye canla başla sabahtan akşama çalışıyor egemenler. En başa dönecek olursak, umutsuzluk ve çıkışsızlık pompalıyorlar. Oysa umut var. Çıkış da var. Tam da o ezdikleri, emeklerinden çalıp sefa sürdükleri, yok saydıkları, aptal yerine koydukları, boğazlarına yapıştıkları halkın içinden...


DİRENENLER DE VAR BU HAVALARDA

Silme bir karanlıktan geçiyoruz.

Umutsuzluk, çıkışsızlık motoru dönüyor. Her şey çok hızlı akıyor; bu hızın içinde, bırakalım müdahaleyi, çoğu zaman, ne olduğu bile anlaşılmıyor. Bilinçler bulanıklaşıyor, meziyetler felç ediliyor, bakışlar körleşiyor…

Böyle zamanlarda hafızaya başvurmak, bir dönüp bakmak, hatırlamak daha da kıymetli hale geliyor. Çok eskileri de değil her zaman, birkaç sene önceyi hatırlayarak başlamak istiyorum ben de yazıya.

Gezi, özel ve tarihsel bir dönemdi. Öyle de bir etki yarattı. O zaman başlayan, yeni toplumun doğuş süreci elbette orada bitmedi. Öfkesi birikmiş, arayışı süren halk güçleri meydanları doldurdu; zengin ve güçlü bir toplumsal çıkış olasılığı doğdu. Bu olasılık; barikatlar kalktı, Gezi dağıldı diye bitmedi. Aksine, o günden bu güne öfke daha da yükseldi, arayış hızlandı.

Bugün bir biçimde direnen, karşı çıkan, sesini yükselten, bütün baskılara rağmen yerini koruyan, egemenlerin safına geçmeyen, çürümeyen, toplum olmayı sağlayan birçok değere de sıkı sıkı sarılan bir halk gerçeği var. Bu gerçek, Gezi’nin başlattığı doğuşun, sancılı devamıdır.

Halkın Barajı

Gezi’den bu yana çokça şey oldu, artık bambaşka bir zaman diliminin, politik atmosferin içindeyiz. Gezi ise ne bitti ne de aynı biçimde yeniden gelecek.

Bugün, bir “süreç olarak faşizmin”, adım adım inşasının hızlandırılmaya çalışıldığı, özel ve dikkat kesilmek gereken bir dönemdeyiz. Çökmeye yüz tutmuş bir iktidar koalisyonun, neleri göze alıp hangi tehditleri savurabileceğini, bu tehditlerin hangilerini hayata geçirebileceğini, sertliğin düzeyini ne derece arttırabileceğini an be an yaşayarak tecrübe ediyoruz.

Bir yandan kendi garantilerini sağlamaya çalışırlarken öbür yandan toplumu da buna hazırlama uğraşındalar. Kürsüden “özgürlükler ülkesiyiz” derlerken aynı anda toplumu çembere alma, onu türlü biçimler ve yollarla çürütmeye çalışma, şiddetle besleme, o şiddeti teşvik ederek korkuyu yaygınlaştırma ve çözülen, felç olan halkın, egemen olan kendilerine yapışmalarını sağlama; halkı, kendi faşist rejimlerinin uysal hizmetkârları haline getirme niyetindeler. Mümkün olsa da ellerinde sopa ile çoban olsalar…

Egemenlerin niyetinin bu olması, bütün bir toplumu anında hizaya sokmuyor ama. Bugün, halk güçlerinin direnişi, halkın yükselen barajı, faşizmin inşasını zorluyor. Hem öyle böyle bir zorlama değil.

Evet, toplumsal güçlerin, halkın bir kısmı-önemsiz sayılamayacak bir kısmı-, egemenlerin öttürdüğü ırkçı-şoven borazanın sesine kapılıyor. Oraya akıyor, orada tutunuyor, kendine zemin buluyor, var oluyor, bu hiçlik dünyasında “bir şey” oluyor… Bunun da ayrıca pek çok tarihsel ve sınıfsal sebebi var, ayrı tartışma konusu.

Öte yandan ama, bu akıma kapılmayan ve sayıları giderek artan, direnen bir halk kitlesi var. Durduğu yeri kuvvetlendirip bir baraja dönüştüren, evet boşlukları da olan ama nihayetinde gücünü koruyan, ısrarla mevzisini savunan bir baraj. Halkın barajı.

Direnenleri Görmek

Kimi zaman, durup hatırladığımız gibi, durup direniş algılarımızı da yoklamak gerekiyor. Zihinlerdeki bu algılayış, görme biçimlerimizi de etkiliyor. Dönüp Gezi’ye baktığımızda elbette en çok “o an”ları hatırlıyoruz; milyonları, kalabalık sokakları, o büyük yan yana gelişi…

Buna bir de, genetik kodlarımıza yerleşmiş olan alışıldık biçimler, ezberler, kalıplar eklenince sonuçta ortaya, bu günü ve bu günün özgünlüğünü göremeyen, kavrayamayan bir algı çıkabiliyor.

Bunu, “bir an”da olup bitmesini isteme, arzulama hali besliyor. Bir şeyler olsun artık, kopsun kıyamet, sözün bittiği yer, daha ne olması bekleniyor, kimse sokaklara çıkmıyor… Havada uçuşuyor bu sözler. Sancıları süren doğumu görmek yerine bir batında olsun isteniyor, ne doğacaksa. Burada da bir görememe, körlük var. Hatta bazen görmek istemeyen bir körlük… Her şey “tam” olsun, olunca da “doğru” olsun beklentisi, iyimserliği de ekleniyor buna. Başkalığı, kendine özgülüğü, yeni olanı, belki benzer bir şey söyleyen ama kendi meşrebince söyleyeni görmeme ısrarı.

Bir duruş parlayınca koşarak ona yaklaşma, ama en ufak pürüzde anında uzaklaşma hali. Belki doğru ifade olmayacak ama hafif bir “burun kıvırma”. Var olanı istememe, eski normale geri dönmeme isteği ama, aynı anda onun doğum sürecindeki olağan hataları, yanlışları kabul etmeme, öfkenin parlamasına sevinirken peşine düşüp onu kabartmama…

Sanki bir yerlerde kocaman kalabalıklar gizlenip bir anda kitleler hem de bilinç yüklenmiş kitleler halinde akacak ve ortaya yepyeni bir yaşam çıkacakmış gibi.

Halkın barajı bu kodları da yıkıyor. Sürüp gelen arayış ve güçlenen özlem, eskinin setlerini de yıkarak yükseliyor. Yatağını arıyor.

O kararlılığın gücü, krizleri aşamadıkça sarsılan ve zorlanan, ayakta kalmak için debelendikçe üzerindeki sihirli örtü açılan kapitalizmin acımasız yıkıcılığından kurtuluş umudunun en içinden, derinleşen sınıfsal uçurumun dibindekilerin çıkış arayışından, işçi sınıfının devrimci yapıcı gücünden, biriken öfkeden geliyor.

Varsıllarla yoksullar arasında giderek derinleşen uçurum, eskisinden farklı olarak daha görünür. Bulanık bilinçlere çarpıveriyor. Açlıkla sınıyor. Ölümle burun buruna çalıştırıyor. Teslim olmaya, ses çıkarmamaya zorluyor. Bu kadar açık bir gerçeği halk görüyor elbette. Öyle sanıldığı ve söylendiği gibi “cahil” değil, alışmış ya da kabullenmiş de değil. İşçinin ensesinde boza pişiren bir sermayeyi ve ona odun taşıyan iktidar güçlerini, kendisi yalısından fotoğraf atarken işçiyi salgının ortasında fabrikaya kapatan patronu elbette görüyor halk.

Kabul edilsin edilmesin bütün bunlara direnenler var. İnsanların azımsanamayacak bir kısmı bir biçimde direniyor kurulmaya çalışılan yeni rejime.

Aktif ve Pasif Direnişler

İlla ki sokakları dolduran milyonlardan oluşmaz direnenler.

Bugün, iktidar koalisyonun oy oranının hızla eridiği gerçeğini herkes görüyor. En çok da kendileri tabii. Buradaki erimeye ne diyeceğiz? Bu pasif direniş değil de nedir? Bir zaman, başka krizlerin içinden sıyrılıp halkın desteğini almış olan iktidarın, bugün geldiği noktada sadece ölüm ve yoksulluk ürettiği gerçeğini görüp, onayını geri çeken on binlerin direnişi de direniş değil mi?

Evet, daha pasif, belki doğrudan buradayım diye bağırmayan, şimdilik sesini yükseltmeyen ama yerini koruyan, bu gidişi kabullenmek istemeyen, onayını geri çeken ve yeniyi de arayan bir direniş. Daha önce bir biçimde inanılan yalanlara artık karnı tok olan bir duruş.

Karşı kaldırımdan bakınca, bu zaten olması gereken ve kolay olan gibi durabilir. Ancak fırtınalı havada, görece güvenli, güçlü olanın gölgesinden çıkmak öyle kolay değildir. Hele de bu kopuşta bir belirsiz yeni, yan yana durulanı karşısına alma riskleri varken hiç kolay değildir. Ve birçok risk taşır.

Daha “görünür” olan aktif direnişler peki?

Faşizmin inşa süreci içerisinde, müdahale edilmediği ölçüde tünelin ucunun karanlık olduğunu sezen, bunu sofralardan gün gün azalan lokmalardan, zorlaşan yaşam koşullarından, şiddet ve baskıdan anlayan ve tüm bunlara karşı kendi asgari ve acil taleplerini kazanmak için direnen halk güçleri var. Güncel ve somut ihtiyaçlar çevresinde yan yana gelen ve çok çeşitli biçimlerde direnen aktif bir güç.

Daha net ifadelerle: Başta işçiler ve emekçiler olmak üzere kadınlar, Kürtler, Aleviler, LGBTİ+’lar, ekolojistler, gençler…

Sermayenin vahşi saldırıları altında çekirdeğindeki yıkıcı ve aynı zamanda yapıcı gücünü taşıyan ve son zamanlarda bunu iyice bilince, yüzeye çıkaran işçi sınıfı. Madenciler ve metal işçileri. İktidarın gamsız bir tavırla öylece seyrettiği ve nereden nasıl bir çıkar elde ederim diye düşündüğü pandemi koşullarının en önünde savaşan sağlık emekçileri ve onların onurlu duruşları. Dağında tepesinde maden ocağı, deresinde enerji santrali istemeyen köylüler. Büyük sermayenin, iktidar tarafından da beslenen varlığı karşısında giderek eriyen ve açlığa mahkûm edilen esnaf. Tek gelirlerini de kapanmalarla birlikte kaybeden kafe-bar emekçileri. Seyyar satıcılar. Atanmayı bekleyen ve sayısı on binleri bulan öğretmenler. Bütün bu korku ikliminin içinde, her şeyi göze alıp sokakta röportaj veren, iktidarı karşısına alan vatandaşlar. Halktan gizlenenleri ısrarla yazan gazeteciler. “Oy moy yok” diye bir gecede iktidarın parıltısını üfleyen gençler.

Saymakla bitmeyecek bir direnişler dinamiği var yani. Aktif, sürekli oradan oraya yayılan, giderek genişleyen, çapı büyüyen, kapasitesi artıp dili ve bilinci politikleşen bir direniş bu.

Halkın Hafızası ve Gerçeğin Gücü

Bir parantez de halkın diri hafızasına açmak gerek. Unutmayışına, hatırladıklarıyla öfkesini bilemesine.

Egemenler, kendi rejimlerini inşa etmeye çabalarken aynı anda yeni de bir tarih ve hafıza inşa etmeye girişirler. Geçmişten çekilip alınan ama aslında mistik de olan bir yüce tarih anlatısı öne çıkarılırken; kendileri zararına olan, olabilecek olan tüm tarihi öğeleri, hatırlama araçlarını silmek için uğraşırlar. Silebildiklerini silip kalanları da çarpıtarak yapmaya çalışırlar bunu. Hem tarihsel simgeleri silmektir niyetleri hem de bir biçimde açığa çıkmış olan hukuksuzlukları, suçları…

Oysa halkın toplumsal hafızası bu çabalara da direniyor. Kimse unutmuyor bu iktidarın attığı adımları. Katledilenleri. Yıkılan tarihi mekânları. Adı değişen sokakları. Halkı doğrudan karşılarına alıp kurdukları o aşağılayıcı, dalga geçen cümleleri. Ülkede milyonlar açlık ve yoksullukla cebelleşirken, saraylarda kurulan sofraları. Katledilen kadınları, kaybettiğimiz çocukları. Bütün bunlar ve daha da fazlası, halkın hafızasında öylece durmuyor. Giderek parlıyor. Halk bir fırsatını bulur bulmaz, bütün bunların öfkesini de yanına alarak hesap soracak egemenlerden. Unutturmaya çalıştıklarını tek tek hatırlatacak.

Bütün bu direniş odaklarına şimdinin içinden baktığımızda dağınık, hızlıca yok olabilecek ya da başka kanallara akabilecek, kimi zaman bireysel ve tekil çıkışlar gibi duruyor. Her yanda biriken yüksek gerilimli öfke, son raddeye ulaştığı yerde bulduğu ilk delikten fışkırıyor haliyle, bu oldukça normal.

Öyle çok ve zengin içerikte bir özlem, öfke, talep var ki toplumda. Bunlara bakarken, ne kadar da “dağınık” olduklarına değil ne kadar fazla ve ne kadar yıkıcı olduklarını görmek; onları aynı potaya nasıl koyarız diye değil, hepsinin kendi öfkesini ve talebini dillendirebileceği o özgün yatağı nasıl oluştururuz diye düşünmek lazım. Her birinin tek tek gerçek talepler olduğunu da bilerek. Buraya tekrar döneceğiz.

Peki egemenler bu direnişleri nasıl görüyor? Bakınız, “en ufak” bir farklı sesi nasıl bir hınçla bastırmaya çalışıyorlar. Tek bir pürüze, karşı çıkışa tahammülleri yok. Öyle bir esneklik, gülüp geçme kapasiteleri yok çünkü. İçerde çağlayan bir suyu bastırdıklarının, bir yerde akacak kanal olursa bunun, kaldıramayacakları bir sele dönüşebileceğinin gün gibi farkındalar.

Gezi’de bir kere tecrübe ettiler bunu. Şimdi dengeleri de gözetmeye çalışarak, kendilerinden olmayan, onları onaylamayan her sesi en sert şekilde susturmaya çalışmaları bundan. Öyle iyi biliyorlar ki, kendilerinin bütün yalanlarından daha büyük bir etki uyandırır en ufak bir gerçek. Bu gerçeğin sesini kısmak için bunca çabaları bundan işte. Ama nereye kadar?

Belki bir küçük paragraf da, buradan öğrenebileceklerimiz üzerine açabilirim. Şöyle ki: Halk da birbirinden öğreniyor. Referans noktaları egemenliğin etki alanından uzaklaştıkça –eğer ki başka egemenlik alanlarına doğru da kaymıyorsa- birbirlerine daha da bakar oluyorlar. Dersler çıkarıp tecrübe ediniyorlar. Nerede direnmişler, nerede nasıl kazanmışlar ya da kaybetmişler, kim nerde ne yapmış ya da yapmamış; bunları ceplerine dolduruyorlar.

Yalanları yutmuyorlar; gerçek olanı birbirlerine baktıkça, açlıkta ve yoksullukta buluştukça, karşılaştıkça daha da net kavrıyorlar. Bütün bu kaotik halin içinde yeni yollar keşfedip dayanışıyorlar.

Halkın, Gezi’de başka biçimlerle kendini açığa çıkaran öfkesinin, bugünkü politik atmosfere yansıma halleri bunlar. Milyonların, artık böyle yaşamak istemediğinin en somut kanıtı.

Peki ya Sonuçta Ne Yapmalı?

En başta belki de eski görme biçimlerinden sıyrılmalı.

Şimdi, toplumun kendine özgü direnme yollarını görüp, açığa çıkarıp bunları güçlendirme, başka enerji kaynaklarıyla buluşmasını sağlama zamanı. Sızlanma ya da bekleme zamanı değil yani. Hiç değil. Tam da o akışların en içinde olup onlarla birlikte yol alma zamanı.

Ufuklarımızı, direnme mekanizmalarımızı körelten, yer yer felç eden bu faşist yönelimlerin yüksek voltajlı akımına kapılmadan, ama sadece bundan şikâyet de etmeden; bu irili ufaklı hareketlerin ufkunu, ufkumuzu, mevzilerimizi genişletmeliyiz. Bu direnişlerin daha geniş bir alana yayılmasını, bulunduğu meşru zeminin çapının genişlemesini, etkisinin artmasını; taleplerin yükselmesini ve sivrilmesini sağlamalıyız.

Dağınık gibi görünen, hakikaten dağınık da olan direnişleri, mücadele alanlarını birbirine bağlamalı, aralarına düğümler atmalıyız. Öyle yama gibi duran ya da her an kopabilecek, eklektik düğümler de değil ama güçlü, güvenen düğümler-tabii bu da ayrı bir inşa süreci, o ayrı-. Ancak bu düğümlerin birleşip oluşturacağı güçlü yapı, ağ, örgütlenme halkçı bir çıkışı sağlayacaktır.

Düğümlerin en uygun birlikteliği, işçi sınıfının tarihsel öncülüğü ile anti-kapitalist toplumsal hareketlerin, halk güçlerinin ve devrimci öznelerin özgün yan yana gelişi, etkileşimiyle mümkün.

Bunları yapabilmek, buradaki halkçı-devrimci potansiyelin önünü açabilmek, onları görebilmek için önce o zemine yaklaşmak, o ateşe girmek gerek. Uzaktan dağınık görünen direniş noktalarının, yakından baktığımızda nasıl da yıkıcı bir potansiyel taşıdığını, bilincinin arttığını, politikleştiğini ve aslında kimi uygun noktalarda yan yana gelişe hazır, bunu bekleyen halde olduğunu görürüz.

Bu günün devrimci öznelerinin görevi, en acil şekilde, o hareketliliğin içine girmek, o rüzgârı göğüslemek, başkasının rüzgârı olmasını engellemek, oraya güvenmek, oradaki güncelliği, hareketi, her bir kıpırtıyı görmek; “çimin yeşermekte olduğunu hissetmektir.” Sırtımızı yaslayacağımız dağ, içinde hareket edip önünü açacağımız, en uygun yatakla buluşmasını sağlayacağımız zengin zemin burasıdır.

Halkın sesine kulak vermektir bu. Taleplerine cevap vermek ve onu en yüksek sesle söylemektir de aynı zamanda. Bu günün gerçek talepleriyle at başı gitmekle mümkündür bu da. Çünkü eğer bir çıkış kapısı arıyorsak o kapı tam burada. Maden işçilerinin, direnen metal işçilerinin, kadınların, ekolojistlerin, Alevilerin, Kürtlerin, LGBTİ+’larin içinde, arasında.

Halka güvenmektir bu. Emekten, kadından, gençten, haklıdan yana olmaktır. Halk da öylece durmuyor çünkü. Bu faşist inşa sürecinde savruluyor, geriye düşebiliyor, çaresizlikten egemen olana sığınabiliyor, çürümeye yaklaşabiliyor, çürüyebiliyor; öbür yandan da ezildikçe arayışı hızlanıyor. Ama sonuçta süreç uzadıkça ezilme şiddetleniyor, halk göz göre göre açlığın avucunda erimeye bırakılıyor. Zira egemenler istiyor ki iflahı kesilsin ezilenlerin.

Sefalet düzeninin iyice katlanmasına durduracak, halkın boğazından çalıp sermayenin sofrasına sunan bu kan emici sistemi dünyanın bağrından çekip alacak; diğer taraftan arayış ve öfkenin, egemenlerin çıkarlarına çimento olmasını engelleyecek olan da yine devrimci öznelerdir. Ve bu ancak devrimci öznelerin, halk güçleriyle uygun birlikteliği ile mümkün olur.

Her şey olup bitince ahlanıp vahlanmak, aman da zaten gidicilerdi, zayıflardı demek değil işimiz. İşçiler, emekçiler ve direnen tüm dinamikler ekmeklerine, davalarına nasıl sahip çıkıp, bir başlarına da olsa bir karşı duruş sergiliyorlarsa, bizlerin de halka inanmaktan ve onu halkçı bir çıkışa götürmekten, o çıkışı da yine en içerden göstermekten başka çaremiz yok.

Bu sömürü düzeni sürsün diye canla başla sabahtan akşama çalışıyor egemenler. En başa dönecek olursak, umutsuzluk ve çıkışsızlık pompalıyorlar. Oysa umut var. Çıkış da var. Tam da o ezdikleri, emeklerinden çalıp sefa sürdükleri, yok saydıkları, aptal yerine koydukları, boğazlarına yapıştıkları halkın içinden. (HATİCE ÖZ - EL YAZMALARI.COM)

Daha yeni Daha eski