Andy Merrifeld bu yazısında, Marx’ın lümpen proletarya kavramını odağına alarak, ama ona Frantz Fanon ve Bakunin üzerinden eleştiri de getirerek, “tehlikeli sınıflar” etrafında örülebilecek bir siyasallığın imkânlarını tartışıyor. Spinoza’nın dediği gibi, “avam korkmazsa korkutucu olur”; Merrifield da, Kara Panterler’den Balzac romanlarının lümpen karakterlerine, Amerikan gettolarından Paris banliyölerine kadar bir dizi örnek üzerinden, korkulan olmanın, tehlikeli olmanın, işsiz olmanın, boş zamana sahip olmanın, Marx’ın kavrama yüklediği olumsuzluğun aksine, tahripkar bir siyasallığın bileşenleri olabileceğini iddia ediyor...

MARX'IN "TEHLİKELİ SINIFLARI"

Marx’ın lümpen proletaryayı sert sözlerle tarif ettiğini bilmeyen Marksist neredeyse yok denecek kadar azdır. Marx lümpen proletaryadan “serseriler, suçlular, fahişeler,” “ahlaksızlar, düşkünler”, hırsızlar, üçkağıtçılar, paçavralar, kapkaççılar, avareler ve dilenciler diye bahseder (Tamamı Marx’ın tabirleridir). “Sefalet içinde yaşayan” bu eşkıyalar, der Marx, toplumun düşkün katmanlarına hapsolmuş “yedek sanayi ordusunun safrasından” başka bir şey değildir. Dahası, bunların genel itibariyle ilerici bir siyasi güç teşkil etmediğini, asla da edemeyeceklerini belirtir.

Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 kitabında lümpen proletaryaya duyduğu öfke, Kapital‘de katlanarak karşımıza çıkar. Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850‘de Louis Bonaparte’ın İkinci İmparatorluğunun yükselişini ele alır ve Haziran 1848’deki işçi ayaklanmasının bastırılmasında lümpen proletaryanın nasıl bir rol oynadığını anlatır. Marx burada ısrarla lümpen proletaryanın yardımı olmasaydı darbe olmayacağını, Louis Bonaparte’ın iktidarı ele alamayacağını söyler. Mevzubahis lümpen proleter çeteler, en tehlikeli lümpenlerden kurulmuş, burjuvazinin kirli işlerini yapmak için (günlük 1,5 frank karşılığında) satın alınmıştır. Marx, bu gerici aklın iktidarı ele geçirmesini anlatırken Louis Bonaparte’ın, latifeyle karışık, “bu lümpen proletaryanın reisi” olduğunu söyler.

Louis Bonaparte, kendini içinde bulduğu bu krizden çıkabilmek için eski fakat oldukça meşhur bir taktiğe başvurmuştu: “Proletaryanın bir kısmını ötekine kırdırmak.” Marx’ın anlattığı üzere, “Geçici Hükümet, bu amaç doğrultusunda 15-20 yaşlarında gençlerden oluşan 24 adet gezgin muhafız taburu kurdu. Bu gençlerin büyük bir kısmı, sanayi proletaryasından tamamiyle farklı bir kitle olan, büyük şehirlerdeki hırsızların, suçluların, düşkünlerin, çöpten geçinenlerin, belli bir mesleği olmayan aylakların, serserilerin, eski püskü evlerde yaşayanların ya da evsizlerin oluşturduğu lümpen proletaryadan geliyordu.”

Şüphe yok ki bugün pek az insan lümpen proletaryanın tekinsiz eğilimlerini yadsıyabilir, özellikle de Donald Trump’a kan pompalayan avamların, ya da en çığırtkan Brexit savunucularının kim olduklarını göz önünde bulundurduğumuz zaman. Ancak Marx, acaba, lümpen proletaryaya dair yaptığı tahlillerin arkasında yatanı görememiş olabilir mi? Devrimi yüzüstü bırakan bu göreli artık nüfusu saflarını sıklaştırmaktan alıkoyan nedir? Bu düşkün katmanların, gün geldiğinde endüstriyel işçi sınıfının tüm unsurlarının sayısını aşarak küresel bir norma dönüşmeleri mümkün değil midir?

Şu oldukça açıktır ki, bütün lümpen proletaryayı gerici diyerek elinin tersiyle kenara atmak, küresel işçi sınıfının epey büyük bir kısmını kenara atmak demektir. Dahası, eğer lümpen proletarya burjuvazi için savaşmak üzere satın alınabiliyorsa neden farklı bir ittifak kurmak yönünde, öteki taraf için savaşmak için ikna edilemesin? Lümpen proletarya neden kaçınılmaz bir şekilde gerici bir güç olsun ki? İnsanlığın büyük bir kısmının, doğru şekilde dürtüldüğünde, uykusundan uyanabildiğini geçmişte defalarca görmedik mi?

Lümpen proletaryanın bir başka önemli niteliği ise burjuva olma arzusu taşımamasıdır. Bu sınıfın mensupları ne burjuva saygınlığına ya da burjuva hayatın şatafatına ne de statü sahibi olmaya ya da üst sınıf mensubu olmaya ilgi duyar. Lümpen proletarya, burjuvazinin ticari pençesine, reklamlarına, parıltısına ve piyasa ideolojisine, hatta burjuvazinin egemen ideolojisine bile kısmen bağışıktır; bunlar onun gözünü boyamaz. Yani lümpen proletarya, zaman zaman satın alınmış olsa da hiçbir zaman kapitalist sistemin müşterisi olmamıştır. En başta bu, lümpen proletaryada potansiyel bir radikalizmin her daim mevcut olduğuna, yüzeye çıkmasa da derinlerde beklediğine kanıttır.

Bugün, terazinin kefeleri yer değiştirmiştir. Lümpen proletarya, neredeyse aktif yedek işgücü ordusunu aşacak ölçüde bir pasif [decommissioned] yedek işgücü ordusu teşkil eder hâle gelmiştir. Tam da bu bağlamda Marx’ın düştüğü hataya düşmemek gerekir; lümpen proletaryayı emeğin çarpık bir dalı olarak görmek büyük bir hata olur. Bu noktada yapmamız gereken asıl şey, lümpen proletaryayı yeniden düşünmek olmalıdır. Belki de onu böylesine belalı bir şey olarak değerlendirmek yerine daha spekülatif düşünmemiz gerekiyordur. Mevcut hâliyle ne olduğundansa çaresizliğin ve yoksunluğun bir araya getirdiği bir kolektivite olarak, en temelde yoksul işçi sınıfı olarak ne olabileceğini öngörmek belki daha doğru olacaktır. Zira gizil gücünün tehdidi bile kendi başına tüm aklıselim sezgileri ürpertmeye yeterlidir. Düşünün: İçinde bulunduğumuz gerici manzaranın başına musallat olmuş bir heyula, bir araya gelerek popülizmi reddeden halk kitleleri!

Kapital Cilt 1’in bazı çevirilerinde “lümpen proletarya” kavramının geçmemesi oldukça ilginçtir. Örneğin, Samuel Moore ve Edward Aveling’in 1887’de yayımladıkları ilk İngilizce çeviride lümpen proletarya yerine “tehlikeli sınıflar” çevirisinin tercih edildiğini görüyoruz. Engels’in bizzat kontrol ettiği bu çevirinin herhangi bir yerinde lümpen proletarya kavramına rastlamak mümkün değil.[1] Merakımı daima celbetmiştir, acaba Moore ve Aveling’in bu çevirisi (International Publishers 1967’de, eserin yüzüncü yılında, New York’ta bu çeviriyi tekrar basmıştır) Penguin’in Ben Fowkes tarafından çevrilen 1976 basımı (Vintage’ın da 1977’de bastığı) çevirisinden neden farklıdır?

Ben Fowkes’ın çevirisi, 1960’lardan beri uluslararası Marksizmin en büyük teorik sözcülerinden biri olan New Left Review dergisinin denetiminde yapılmıştı. New Left Review‘un editör kurulu ağırlıklı olarak Troçkisttir. Bu Dördüncü Enternasyonal Troçkistlerinin en deneyimlilerinden biri olan Ernest Mandel, metin için uzunca bir önsöz kaleme almıştır. İki çeviri arasındaki farkın sebebi, lümpen proletaryaya burun kıvıran bir başka entelektüel olan Troçki etkisi miydi, yoksa Moore ve Aveling’in içten içe tehlike arz eden bir sınıfa özlem duyması mıydı, bunu bilmek mümkün değil.

Bu bağlamda Marx’ın büyük solcu rakibi Bakunin’i de anmadan geçmemek gerekir. Bakunin, Birinci Enternasyonal’de Marx’ın karşısındaki cephede yer alıyor, anarşist kanadı savunuyordu. “Proletaryanın çiçeği”ne dair yaptığı coşkulu konuşmada “Proletaryanın çiçeği derken Marxçıların bahsettiği üst tabakayı, yani işçilerin medeni ve hâli vakti yerinde olan yarı burjuva kısmını kastetmiyorum… Proletaryanın çiçeği ile kastettiğim şey, sayıları milyonları bulan yoksul, sefil, cahil ve medeniyetten uzak insanlar… Yani tam da Marx ve Engels beyefendilerin kullandığı aşağılayıcı tabirle ‘lümpen proletarya’ denen o koca yığını kastediyorum.” diyordu.

Bakunin, “Burjuva medeniyeti tarafından kirletilmemiş olan bu yığın, bu ayaktakımı” diye devam ediyordu, “kalbinde, tutkularında, ortak durumlarının getirdiği tüm zorunluluklarda ve acılarda gelecekteki Sosyalizmin filizlerini taşır.” Şu oldukça açık ki Marx lümpen proletaryaya ne kadar nefretle bakıyorsa Bakunin de o kadar umutla bakıyordu. Benim bu noktada merak ettiğim şey, Marx ve Bakunin’in birbirinin tam aksi pozisyonlarının arasında bir nokta bulunup bulunamayacağı. Acaba bu aksi duruşlar, her iki tarafa da eleştirel yaklaşarak, diyalektik bir gri alanda uyumlu hale getirilebilir mi?

***

Lümpen proletaryayı atıldığı çukurdan çıkaran ve bunun sahiden “tehlikeli bir sınıf” olduğunu tasdik eden ilk yirminci yüzyıl düşünürü, beyaz Avrupa’nın kilometrelerce ötesinden yükselen bir sesti: Martinikli bir hekim ve psikiyatr olan Frantz Fanon. Yeryüzünün Lanetlileri (1961) adlı başyapıtı, 1950’lerde Afrika’yı kasıp kavuran sömürge karşıtı mücadelelerde siyah lümpen proletaryanın oynadığı mühim rolü ele alıyordu. Fanon, burada “İsyanın kent ayağını tam da bu kütle, lümpen proletaryanın en sahih parçası olan gecekondulular oluşturacaktır. Zira bu lümpen proletarya, yani kabilesinden ve klanından koparıldığı için kent çeperlerine dayanan bu aç yığın, sömürgeleştirilmiş bir halkın en hakiki ve en radikal devrimci gücünü oluşturur.” diyordu. Hatta “Bunlar fare gibidirler, ne kadar tekmelerseniz tekmeleyin, ne kadar taşlarsanız taşlayın bir yolunu bulup ağacın köklerini kemirmeye devam ederler.” diye de ekliyordu. Fanon, devrimci grupların ve demokrat partilerin lümpen proletaryaya bir hareket alanı açmasının elzem olduğunu düşünüyordu, onun öne sürdüğü en önemli noktalardan biri buydu. Özgürlük ve adalet mücadeleleri, lümpen proletaryaya en ciddi ilgiyi göstermelidir, diyordu Fanon. Ya bu ilgiyi gösterirler ya da… Ya da sömürgeciler ve demagoglar her zamanki gibi yoksulu yoksula kırdırmanın bir yolunu bulurlar. Aslına bakılırsa Marx’ın da asıl korkusunun bu olduğunu söyleyebiliriz, yoksulun yoksula kırdırılması. Fanon, sömürgeciler ve demagogların “lümpen proletaryanın en zayıf noktaları olan cehaletini ve kavrayışsızlığını kendileri lehine kullanmakta müthiş kabiliyetli olduklarını” söylüyordu.

Fanon bu bağlamda oldukça önemli bir uyarıda bulunur: “Lümpen proletarya isyancı güçler tarafından hızlıca örgütlenmediği takdirde elbet sömürgecilerin saflarında yer alacak, onlarla yan yana çarpışan paralı askerlere dönüşecektir.” der. Sömürgeleşmiş toplumlar özgürlükleri için savaşmak mecburiyetindedirler; zor kullanmak, hatta gerekirse silahlı mücadele ile şiddete başvurmak durumundadırlar. Lümpen proletarya, sömürgeci ile karşılaştığında kendine içkin isyan ruhunu aktive etmelidir. “Sömürülmüş insanlar,” der Fanon, “kendi özgürlüğünü şiddette ve şiddetle var eder.” Ancak bu şiddet, “sömürgeci rejimlerin başvurduğu şiddetle orantılı olmalıdır.”

Fanon’un ölümünden onyıllar sonra bile yeryüzünün lanetlileri hâlâ aramızda. Sömürgeci ve sömürgeleştirilmiş’in diyalektiği yok olmuş değil. Görünüşü de özü de dönüşüme uğradı; bu diyalektik, artık merkeze çok daha yakın. Merkez ulusların içinde, kent çeperlerinde, sömürgecinin banliyösünde yerli bir neo-sömürge şeklinde var olmaya devam ediyor. Sömürgeleştirilmiş halklar ötekileştirilmeye devam ediyor. Bu halkların özne olma özgürlükleri engellenmeye devam ediyor. Hâlâ hak ettikleri haysiyetten yoksunlar, hâlâ aşağılanıyorlar, hâlâ Fanon’un tarif ettiği mahrumiyetlerin ve sömürülerin tamamına maruz kalıyorlar. Bu anlamda Yeryüzünün Lanetlileri‘nde geçen anahtar sözcüklerden biri hâlâ önemini koruyor: yoksunluk, yani Fanon’un orijinal Fransızca tabiriyle “sans”. Etrafımıza baktığımızda her yerde yoksun insanlar görüyoruz: barınmadan yoksun (sans domicile), vatandan yoksun (sans patrie), topraktan yoksun (sans territoire), işten yoksun (sans travail), kimlikten yoksun (sans papiers), ve son kertede haklardan yoksun (sans droits).

Ne yazık ki Fanon hayata çok erken veda etti. Yeryüzünün Lanetlileri Paris’te ilk baskısını yaptıktan yalnızca bir ay sonra lösemi sebebiyle Washington D.C. yakınlarında bir klinikte, henüz otuz altı yaşında, hayatını kaybetti. Kitabının tek bir baskısını bile eline almak nasip olmadı. Fakat kitabında verdiği mesaj, kısa süre içinde farklı bir anti-sömürgeci mücadelenin, Amerikan gettolarından yükselen mücadelenin mottosuna dönüştü. 1960’ların ortalarına geldiğimizde Kara Panterler, Fanon’u koruyucu azizleri olarak, ırkçı baskıya ve ekonomik sömürüye karşı mücadelelerinde liderleri olarak yeniden diriltmişlerdi.

Kara Panterler’in kurucularından Bobby Seale, Seize the Time [Zamanı Yakala] adlı eserinde Panterler’in bir diğer kurucusu Huey Newton’la yaptığı bir telefon konuşmasını anlatır. Anlattığına göre Seale, elinde Fanon’un kitabıyla Newton’u arar ve “Hey dostum, bu şeyi okudun mu?” diye sorar. “O sırada yatağında uzanan, düşünen bir şeyler planlayan Newton” “Hayır” der, okumamıştır. Fakat kısa bir süre sonra, diyor Seale, “yoldaş Huey, Fanon’u okumaya daldı”, “ve sana bir şey söyleyeyim mi, Huey Fanon’u o kadar iyi anladı ki… ilerleyen zamanlarda onun ne anlattığını bize de detaylı bir biçimde açıklamaya koyuldu.” Newton, Seale’ın dediği gibi Fanon’un lümpen proletaryayı örgütlemek ile ne kastettiğini çok iyi anlamıştı. Şöyle diyordu: “Eğer örgüt pezevenklik yapan kardeşi örgütlemezse, dolandırıcılık yapan kardeşi, işsiz kardeşi, ezilmiş kardeşi, banka soyan kardeşi, siyasi bilinci olmayan kardeşleri örgütlemezse, bu çocuklara hitap etmeze, iktidar bu çocukları size karşı örgütler.”

Fanon’u anlayan bir başka Panter de Eldridge Cleaver’dı. Hapisten henüz şartlı tahliye edilmişti. Deri ceket giyer, bere takardı. İçerdeyken Komünist Manifesto‘yu okumuştu ve hapiste geçen günleri, hafif suçlarla geçen hayatı ve sömürgeleştirilmiş “siyah ruh”un hakikati ile ilgili mektuplar yazmıştı. Başına buyruk bir karşı kültür dergisi olan Ramparts, bu mektupların özetlerini yayımlamıştı (Bu özetler, gelevekte Cleaver’ın anı kitabı Soul on Ice‘ın [Donuk Ruh] temelini oluşturacaktı). Seale, Cleaver’a baktığında ikinci Malcolm X’i görüyordu. Cleaver yazabiliyordu, rap yapabiliyordu ve lümpenlerin içinde yetişmişti. Bu sebeple Cleaver, kısa süre içinde Panterler’in “Bilgi Bakanı” oldu. Partinin asıl işinin “sokaktaki kardeşleri örgütlemek” olduğunu söylüyordu.

Partinin en önemli araçlarından biri gazetesiydi. The Black Panther [Kara Panter] adlı gazete, 1967 yılında Oakland’da dört sayfalık bir haber bülteni olarak çıkmaya başlamıştı. Ancak 1960’ların sonlarına geldiğimizde gazete geniş çaplı bir gazeteye dönüşmüş, haftalık olarak basılıyor ve 25 cent’e satılıyordu. Hatta döneminde ABD’nin en yüksek tirajlı illegal gazetelerinden biriydi, 1968-1971 tarihleri arasında her hafta 125 bin kopya satıyordu. Gazete; Parti’nin etkinlikleri, ideolojisi, ve öteki yerel ve ulusal siyah mücadeleleri hakkında bilgi veriyordu. “Halka hizmet” politikasını benimseyen gazete, yerel gereklilikleri ABD ve emperyalist küredeki daha büyük ve köklü meselelerle ilişkilendiriyordu. Gazete çalışanları arasında işsiz, eğitimsiz, daha önce kalem bile tutmamış eski mahkûmlar da vardı. Hem örgütleniyor hem bilinçleniyor hem de yeni beceriler kazanıyorlardı.

Cleaver, gazetede kült metinlerinden biri olan “Kara Panter Partisi’nin İdeolojisi Üzerine”yi yayımladı. Yazıda sendikaları, Demokratik Parti’yi ve “Marksist-Leninistleri” hedef tahtasına koyuyordu. İşçi sınıfının aslında “proletaryanın sağcıları, lümpen proletaryanın da proletaryanın solcuları” olduğunu öne sürüyordu. “Eyvallah, biz lümpeniz.” diyordu yazıda, “Kabul. Lümpen proletarya, üretim araçları ve kapitalist toplumun kurumlarıyla hiçbir güvenli ilişkisi ya da bunlar üzerinde hiçbir şekilde hakkı bulunmayanların tamamını ifade eder… asla çalışmamış olanları ve asla çalışmayacak olanları.” Bizler “suç unsuruyuz” diyordu Cleaver, “kurnaz aklıyla yaşayanlar, iş istemeyenler, çalışmaktan nefret edenler ve kendini domuzun tekinin ilanlarını dağıtmaya bir türlü ikna edemeyenler, hatta domuzun tekinin ağzını burnunu dağıtmayı onun ilanlarını dağıtmaya tercih edecek olanlar.” “Fakat lümpen olsak da”, diye ekliyordu Cleaver, “yine de ulusal sınırları aşan bir kategori olan Proletaryanın mensuplarıyız.”

Peki, “LÜMPEN PROLETARYANIN ADINA KİM KONUŞACAK?” diye soruyordu yazıda Cleaver. Bu hâlâ sağlam bir yanıt bulamamış bir sorudur. Lümpen, çalışan işçi sınıfıyla karşılaştırıldığında oldukça farklı bir hâl-i pürmelal içindedir. Ekonominin dışına itilmiştir, kimi zaman da kendi isteğiyle dışarıda kalmıştır. Sistemik baskıya karşı doğrudan mücadeleye girmez; iş bırakmanın ne demek olduğunu anlamaz; patronlara karşı grev çağrısı yapamaz; şikâyetlerini herhangi bir sendika aracılığıyla dile getirmesi mümkün değildir. Tam da bu yüzden “Lümpen, kendi hayat koşullarına uygun isyan biçimleri yaratmak zorundadır.” der Cleaver. Lümpenin, “isyanını Sokak Üniversitesinde gerçekleştirmekten” başka çaresi yoktur.

Cleaver, “Sokaklar lümpenlere aittir” der, “ve lümpenlerin isyan edeceği yerler de sokaklardır.” Böyle militan düşünceleri duyduklarında, der Cleaver, “İşçi sınıfı sözcüleri, burjuvaziyle aynı telden çalmaya başlar ve bu düşünceleri büyük bir öfkeyle kınar. Bu sözcüler lümpenlerin mücadelelerini ‘plansız’, ‘örgütsüz’, ‘düzensiz ve amaçsız’ addederler. Ancak lümpenler, deli gömleği giymeyi ve denetime girmeyi reddederek yola devam ederler.”

Kendiliğindenlik, kendini daima sokakta var eder. Sokak, toplumun burjuva kurumlarına teslim olmamış son dayanağıdır (Teslim olmaması da fazlasıyla mühimdir). Kurumlar sokaktan korkar, sürekli sokakları kuşatmaya, sokağın kendiliğindenliğini bastırmaya çalışırlar. Sokağın insanlarını sokaktan koparmaya, sokağı sürekli gözetim ve denetim altında tutmaya, sokağın düzensizliğine gem vurmaya ve burada asayişi tesis etmeye çabalarlar. Lümpen proletaryanın yer aldığı geçmiş sokak isyanlarından iyi bildiğimiz üzere sokaklar, kurumlar tarafından bırakılan bir boşluğu doldurmaktadır: Sesi olmayanların sesini duyurmasına imkân tanımak.

Sesi olmayanların, sesini bir başka yerde duyurabilmesi mümkün değildir. Sokakta şiddetin ortaya çıkması kimi zaman kaçınılmaz olur, hatta belki meşrudur bile. Zira şiddet, “halk” ile yozlaşmış toplumsal kurumlar ve halktan kopmuş siyasetçiler arasındaki uçurumu açığa çıkarır. Bu noktada 1965’te Watts’ta gerçekleşen siyah lümpen ayaklanmasını, ya da 1967’deki Detroit ayaklanmasını düşünebiliriz. Hatta bunlara 1968’de ABD ve tüm dünyada meydana gelen ayaklanmaları, 1992’de Los Angeles’taki “Rodney King” ayaklanmasını da ekleyebiliriz. Bunları 1981’de Liverpool (Toxteth’te) ve Londra’da (Brixton’da) gerçekleşen muhtelif ayaklanmalarla ve 2011’de birçok şehri alevlerin sardığı ayaklanmalarla birlikte düşünebiliriz. Bunların yanı sıra 2005’te Paris’in Clichy-sous-Bois banliyösündeki ayaklanmayı da hatırlamak gerekir. Yakın zamanda meydana gelen sarı yelekliler‘in şiddeti de çeperlerdeki insanların temel haklarını sokaklarda aradığının bir göstergesidir.

***

Hâkim sınıfların tehlikeli sınıflara, bu sınıfların sokaklarına, bu sınıfların mahallelerine duyduğu korkunun ve tiksintinin uzun bir geçmişi vardır. Fransız tarihçi Louis Chevalier uzun yıllar önce tehlikeli sınıfların suçlarının çoğunlukla basit bir hayatta kalma stratejisi olduğuna, bunları yoksul olmanın hiç de kolay olmadığı kentlerde barınabilmek adına işlediklerine dikkat çekmişti. Chevalier’nin laboratuvarı Paris’ti, ve Labouring Classes and Dangerous Classes (1958) [Emekçi Sınıflar ve Tehlikeli Sınıflar] adlı kitabında Paris’te tehlikeli sınıfların suç oranlarının rekor kırdığı on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısını inceliyordu. Bu yıllarda suç, kentlileşen gündelik hayatın en normal parçalarından biri olmuştu.

Chevalier, resmi arşivlerin istatistiklerinden zaman içinde uzaklaşmış bir tarihçiydi. Bunun yerine on dokuzuncu yüzyılın büyük romancılarına, onların zengin tasvirlerine başvurmayı tercih ediyordu, bilhassa ‘kahramanı’ Balzac’a. Balzac’ın geride bıraktığı (91 adet romandan oluşan) İnsanlık Komedyası, Chevalier için devasa bir toplumcu gerçekçi dokümandı ve ona göre bu muhteşem tarihî kaynağa kulak verilmesi gerekiyordu. Chevalier, Balzac romanlarının tehlikeli sınıflar ile üst sınıflar arasındaki ilişkiyi çok keskin bir biçimde tanımladığını söylüyordu. Zira Balzac romanlarında asıl ilişki, tehlikeli sınıflarla üst sınıflar arasındaydı, “namuslu” emekçi sınıflar bunların arasında bir yerdeydi. Balzac bir Kraliyetçiydi, ömrü boyunca da böyle olmuştu; ancak yükselen burjuvaziden öylesine nefret ediyordu ki sıklıkla alt sınıfların safında yer tutuyordu. Zaten alt sınıfların arasında yaşardı ve onların hayatlarını hayli büyük bir sevgi ve sempatiyle kaleme alırdı.

Balzac’ın yaratıcı evreninin arka planını oluşturan şey, Ancien Régime‘in çöküşü (ki bunun sürekli matemini tutardı) ve başkentin 1830’lardan itibaren yaşadığı devasa demografik ve ekonomik dönüşümlerdi. “Kaynakların ve nüfusun böylesine bir dengesizlik teşkil etmesi” diye anlatıyor Chevalier, “suçun artık yoksulluğun ayrılmaz bir parçası olduğu anlamına geliyordu.” Chevalier bu noktada, tıpkı Balzac gibi, Thomas Malthus’u ve onun Kapital‘de yerden yere vurulan Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme (1798) adlı eserini ele alıyordu (Marx, bunun için “Bu kitapçığın yarattığı büyük sansasyonun sebebi, içindekilerin belirli bir grubun çıkarlarıyla uyuşuyor olmasından başka bir şey değil.” diyordu).

On dokuzuncu yüzyılda Malthusçu fikirler ciddi rağbet görüyordu; bunun yanı sıra alt sınıf nüfusunun mevcut kaynakları hızla tükettiği iddiası, Manş’ın öteki tarafındaki Gal seçkinleri heyecanlandırmaya da yetiyordu. Öyle görünüyor ki Balzac, Malthusçu düşünceyi pek düşünmeden, bunun gerici içerimlerini değerlendirmeden olduğu gibi kabul etmişti. Malthusçu bakış açısına göre tehlikeli sınıfların yükselişi, ekonomik kaynakların tüketilmesiyle doğrudan ilişkiliydi; bu bakış açısının temelindeki fikir basitti: Bu Allah’ın belası yoksullar çok kalabalıklar, üstüne üstlük tavşan gibi üremeye de devam ediyorlar. Malthusçu tabirle nüfusun “mutlak” yasası uyarınca bunların sayısı sürekli artıyordu. Marx, nüfusun “mutlak artışı” iddialarını “Kapitalist Birikimin Genel Yasası”nda yalanlayacaktı: Burada, zenginlik yaratımı gittikçe artan ölçüde bir göreli artık nüfus yaratır diyordu. Burada mutlak olan hiçbir şey yok.

Söz konusu sosyal yardım oldu mu Malthusçular ayılıp bayılmaya başlıyorlardı: Bu yalnızca yoksulların daha da çok üremesini kolaylaştırmak demekti. Tehlikeli sınıfların doğurganlığına ket vurulmalıydı, dilenciler ya çalışma evlerine [workhouse][i] gönderilmeliydiler ya da şehirden kovulmalıydılar. Malthus yoksullara yapılan yardımların önüne geçmek konusunda da fazlasıyla acımasızdı. 1834’te Yoksullar Yasası’nda yapılan değişikliğin[ii] yürürlüğe girmesinde önemli bir rol oynamıştı. Malthus, yoksulların yardım alabilmelerinin çok kolay olduğunu ve bu kolaylık yüzünden sistemi sömürdüklerini iddia ediyordu. Yardımın kesilmesinin yoksullar için de en iyi seçenek olduğunu öne süren Malthus’a göre sosyal yardımı kesmek, o tembel heriflerin kıçını kaldırmasına ve namuslu insanlar gibi iş bulmalarına yol açacaktı. Görülüyor ki bugünkü muhafazakârların saçma argümanlarının temeli Malthus’a dek götürülebilir.[2]

Balzac’ın Paris’indeki proleterler, dönüşmekte olan bir kent hayatının çeperlerindeki vahim durumları sebebiyle tehlike arz ediyorlardı. Burjuva kapitalizmi ve onun fabrika sistemi kentin büyümesine yol açarken küçük burjuva zanaatkârın küçülmesine sebep oluyordu ve onu bir vasıfsız işçiye dönüştürüyordu. Zaten teknolojik gelişim kısa süre içinde fabrika işçisini de devre dışı bırakacak, onu sefalet “hastanesinin” (Marx’ın tabiri) beklediği sokaklara sürecekti. Kapitalizmin hükmü altındaki her şey gibi sefalet de aktif bir şekilde “üretilir”: “Sefaletin üretimi,” der Marx, “göreli artık nüfusun üretimi dâhilinde gerçekleşir, zira göreli artık nüfusun kaçınılmazlığı, sefaletin kaçınılmazlığını da içermektedir. Sefalet, artık nüfusla birlikte kapitalist üretimin ve kapitalist zenginliğin koşullarından birini teşkil eder.”

Marx bir Balzac hayranıydı, tüm eserleri onun romanlarına yaptığı göndermelerle doludur. Hatta ölümünden önce İnsanlık Komedyası‘nın yaratıcısına adayacağı bir monograf yazmayı planladığı bile söylenir; ne var ki, bunu asla gerçekleştirememiştir. Bir başka Balzac hayranı da Engels’ti. Bir keresinde (radikal gazeteci Margaret Harkness’a yazdığı) bir mektubunda “İhtiyar Balzac’ın en mühim özelliklerinden biri onun toplumcu gerçekçiliğiydi.” der. “En derin sempati beslediği insanlara, yani asillere can verirken başvurduğu yergi, hiç olmadığı kadar keskindir; keza onları anlatırken onlarla sık sık alay eder, asillere dair üslubu başka hiç kimseye olmadığı kadar serttir. Fakat böyle sert bir üslup kullanmak bir yana dursun, hakkında daima samimi bir takdirle konuştuğu insanlar ise onun en korkunç siyasi düşmanlarıdır, döneminde (1830-1836) halk kitlelerinin hakiki temsilcileri olan, Cloître Saint-Méry’nin cumhuriyetçi kahramanları.”

Bunları göz önünde bulundurduğumuzda Marx ve Engels’in neden Balzac’ın bilhassa bu tepeden aşağı perspektifine, “asillere” beslediği öfkeye dikkat kesildiği gerçekten ilginçtir. Zira Marx ve Engels, Balzac’ın toplumcu gerçekçiliğinin öteki yüzüyle, tehlikeli sınıflara duyulan sempatiyle ilgilenmez. Acaba Marx ve Engels, neden aşağıdan yukarıya bir perspektifle tarif edilen bu pikaresk tehlikeli sınıf çağrışımlarını görmezden gelmiştir? Balzac’ın tehlikeli sınıfların umutlarına ve alışkanlıklarına, onların bir yandan cazibe bir yandan da tehlikeyle tarif ettiği ahenksiz dünyasına dair yaptığı incelemeler, Marx ve Engels’in ilgisini çekmez. Balzac’ın seçkinleri yerden yere vurmasını seyretmek onlar için yeterli gibidir. Ama görmezler ki Balzac’ın en etkileyici ve enteresan karakterleri, halk kitlelerinin en düşük katmanlarından çıkan yoksul karakterlerdir.

Söz gelimi, Jacques Collin (bir başka adıyla Vautrin, bir diğer adıyla İspanyol rahip Abbé Carlos Herrera). Söz konusu kılık değiştirmek ve gizlenmek olunca işin ustası Collin’di, der Balzac; o tam bir kurnazlık erbabı, tam bir dolandırıcılık uzmanıydı. Girdiği çeşitli kılıklarda karşımıza çıktığı Balzac külliyatına musallat olmuştur desek yeridir. Nitekim bu, tekinsiz tehlikeli sınıfların burjuvaziyi nasıl ürpertebildiğinin en güzel örneklerinden biridir. Burjuva toplumu bu türün dünyaya gelmesine yol açtı, fakat şimdi onun varoluşunun ta kendisi, yeraltında dolaşan bedeni; karanlık, şeytansı adının yankısı bile hâkim sınıflar için mütemadi bir korku sebebi hâline gelmiş durumda.

Balzac, aslında Jacques Collin’i sessizce koruyup kolluyordu, çünkü bu yiğit eşkıyayı öldürmeye bir türlü eli varmamıştı. Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti adlı kitabının sonunda (Karş. “The Last Incarnation of Vautrin” [Vautrin’in Son Tecessümü]) Collin, Paris’in Conciergerie hapisanesinden beraati için pazarlık yaparken görülür. Sonrasında ganimet çantasını duvara asar ve “takriben 1845 yılında emekli olur”. Collin’in lakabı, sürekli hapisten kaçmanın bir yolunu bulduğu, idam sehpasından defalarca kez kıl payı kurtulduğu için “Trompe-la-Mort”, yani “Dokuz Canlı”dır. Collin, Balzac’ı büyüleyen devasa bir gizli suç örgütünün üyesidir: la haute-pégre –yüksek yeraltı (bazı İngilizce çevirilerde janti mafya olarak da geçer)-. Bu örgüt, en rezil suçluların en tepede yer aldığı geniş bir suç şebekesidir. Jacques Collin örgütün lideri ve beynidir.

Yeraltı sığınaklarında, gizli odalarda ve köhne genelevlerde faaliyet gösteren bu yüksek yeraltının kendi argosu ve gizli bir dili, şifreleri ve davranış kuralları, hücreleri ve derin örgütleri vardı. Haute-pégre‘nin üyeleri kendilerini kanundan azade sayardı, yasaları çiğnemekle gurur duyar, kendi yasalarına göre yaşarlardı. Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti‘nde bu yüksek yeraltının kurduğu bir cemiyeti şöyle anlatır: “yeraltı dünyasının beyefendileri, 1815 ila 1819 arasında namı yedi düvele yayılmış ‘Dix-Mille’ [On Binciler] cemiyetini kurmuşlardı. Bu cemiyet, adını kimsenin değeri on bin franktan düşük vurgun yapmamasını öngören antlaşmadan alıyordu.” Haute-pégre, bir yeraltı cumhuriyeti, tabiri caize bir gölge demokrasi gibiydi. Balzac, bu yeraltı cumhuriyetindeki “meşhur eşkıyaların topluma yansıyan imajı, onların hayranlık duyulacak ölçüde cesur, karakterli, yiğit ve asil oldukları yönündeydi” der.[3]

***

Louis Chevalier’nin tehlikeli sınıfları konu edinen iki kitabı daha mevcuttur: yirminci yüzyılda Paris’in ünlü çingene mahallelerini, bu mahallelerin sanatçılarını, serserilerini ve belalı çocuklarını ele alan Montrmartre du plaisir et du crime (1980) [Haz ve Suçun Merkezi Montmartre] ve bu kitaptan üç yıl önce yayımladığı, farklı türden bir tehlikeli sınıfı, lümpen burjuvaziyi işlediği The Assasination of Paris [Paris Suikasti] adlı kitabı. Bahsedilen ikinci kitapta failler her zamankinden daha tehlikeliydiler, çünkü “saygıdeğer” bir hayattan çıkmışlardı, lüks içinde yaşarlardı, ceket ve kravat giyerlerdi. Fransa’nın grande école‘lerinde eğitim almış bu seçkin bürokratlar, Paris’e vuracakları ölümcül darbeyi en ince ayrıntısına kadar planlamış olan okumuş suçlulardı.

Chevalier’nin anlattığı üzere bu tehlikeli sınıf, bitmek bilmeyen bir yağma ve talan sofrası -bir Büyük Tıkınma– kurmuştu. Girişimcilik konusunda atalarından daha yüzsüz olan yeni nesil neoliberal iş insanlarıyla (ki bunların çoğu ABD’de eğitim almıştır) işbirliği yaparak Paris’i yeniden düzenlemiş, kendilerine yakışır biçimde büyük bir kâr ve rant elde etmişlerdi. Bu tehlikeli sınıf, köklü mahallelerin üzerinden dozerle geçerek buradaki hayatı yok etmiş, Seine nehri boyunca otoyollar yapmış, eski çarşıları yerle yeksan etmiş bir sınıftı. “Paris artık kapalı bir evrendir; dezenfekte edilmiş, kötü kokularından arındırılmış, belirsizlikten yoksun, şaşırtıcılıktan ve sarsıcılıktan eser kalmamış düzenli, korunaklı bir dünyaya dönüşmüştür” der Chevalier. Bu sınıfın Paris’e vurduğu ölümcül darbe işte budur.

Chevalier, Paris’in göz kamaştırıcı camları ve dökme demirden çadırlarıyla ışıldayan gıda ve bitki halinin yıkımına tanıklık etmişti, ve bu yıkımı Işıklar Şehri’ni bitiren, ona son darbeyi vuran asıl şey olarak değerlendiriyordu. “Halin yıkımıyla Paris bitmiştir” diyordu. Hal, Paris’in canı ve kanıydı, onun kalbiydi, kentin geri kalanına sinirler ve ligamentlerle, damarlarla bağlanan bir canlı dokuydu. Chevalier’ye göre böylesine “kökten bir ameliyat”, kent halkının geleceği için çok kötü sonuçlar doğuracaktı. Halden yükselen kan kokusunun -ki bu, işçi sınıfına ait sokakların kokusudur, kasapların ve işkembecilerin, çiçekçilerin ve ucuz kafelerin kokusudur- yerini “adına gaz hattı denilen kablolar, borular ve kanalların doldurduğu korkunç bir karmaşa” aldı.

Chevalier, yıkılan halin yerine inşa edilen Pompidou Merkezi’nden bahsederken “Talihsiz yoldaşım Georges Pompidou’nun bu rezil şeyin sorumlusu olduğunu bir türlü kabullenemiyorum.” diyordu. Pompidou Merkezi’yle “Bu bina mavi, fakat Paris gridir.” diyerek alay ediyordu. Binanın inşasını planlayan Fransa Başkanı Pompidou, Chevalier’nin okuldan arkadaşıydı, yıllar sonra bile neredeyse her hafta birlikte öğle yemeği yiyecek kadar da yakın arkadaştılar. Fakat Chevalier, Başkan’ın girmeye hiçbir zaman cüret edemediği varoşlara [demi-monde] girebiliyordu. Hayatın her alanından ve her sınıftan insanın -üst sınıflardan sınıfsızlara kadar- bir zamanlar kaynaştığı eski halin demokrasisi onu derinden etkilemişti. “Eskiden halkın yaşadığı o mahalleden serserileri kovduklarında orada görebileceğiniz tek şey köpek gezdiren zengin kadınlar olmuştu. Bu kadınlar birbirinin kopyası gibiydiler, hepsi birbirine benziyordu; fakat Tanrı’ya şükürler olsun, en azından köpekleri farklı cinsti. Paris’in serserileri ise, şüphesiz, kentin tarihçilerinin gözbebeğidir.”[4]

Chevalier’nin Paris Suikasti‘nde şehir plancılarına ve yöneticilerine doğrulttuğu namlu, belki de yeni bir iktisadi felsefe ile yaratılmakta olan yeni şehre dair yükselen ilk itirazdı. Bu yeni şehir, 1980’ler ve 1990’lar boyunca eski kent rejimini son tuğlasına kadar yıkan tehlikeli bir neoliberaller sınıfının hüküm sürdüğü neoliberal şehirdi. Bir zamanlar halka ait olan bu şehir, neo-işletmeci sınıf ve yükselen serbest piyasa patronlarının tarihî birlikteliği altında solup gidiyordu. Zaten bunlar arasındaki uzlaşma kısa bir süre sonra tuhaf bir Frankenştayn’a dönüşerek tek bedende birleşecekti. Girişimciler devlet yetkililerine, devlet yetkilileri ticari girişimcilere dönüşecek, bunlar kentsel dönüşüm ve küresel kapitalist dönüşümün eşiğinde birbirlerinin sırtını sıvazlayacaklardı.

Bu yeni düzen, ikinci milenyuma gelindiğinde doğum sancılarını çoktan atlatmıştı. Bugüne dek defalarca kez gördüğümüz üzere neredeyse tüm büyük kentlerin suikastı, kanundan azade hareket eden karanlık yeraltı örgütleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bugün buradaki tek fark, bu yeraltı dünyasının artık kanun yapıyor, hükümetleri yönetiyor, kitlesel medyayı kumanda ediyor, yer üstünde çekinmeden faaliyet gösterebiliyor, tüm medyada gece gündüz itikadını yayabiliyor olmasıdır. Bunun yanı sıra yeraltı dünyası, kendini uzlaşmaz bir çelişkiyle de sunuyor; neoliberalizm, bir yandan zenginlik üretimi için hareket yasalarının bir içine çekip bir tükürdüğü kısmi bir artık nüfus yaratıyor, diğer yandan da bizzat peydahladığı neoliberal kenti yoksul lümpenden temizlemek istiyor, sokaklarını gidecek bir yeri olmayanlardan arındırmak istiyor: Neoliberal iktisadın ayrılmaz diyalektiği.[5]

***

Peki, bugünün tehlikeli sınıfları dünkülerden ne öğrenebilir? 1830’larda, Balzac henüz yalnızca bir şeyler çiziktiren bir adam, Marx da yüzünde tüy bitmemiş bir delikanlıyken bir başka gizli örgüt toplanıyor, bir başkaldırı çıkarmak için komplolar kuruyordu: Mevsimler Derneği [The Society of the Seasons]. Bu derneğin liderlerini, tıpkı haute-pégre‘de olduğu gibi, pek çok kişi tanımazdı. Dernek, yeni piyadelerini entelijansiya ve lümpen proletarya arasından seçip gizli toplantılarla örgüte alırdı. Yeni üyeler, örgütün birlik hiyerarşisine bağlılık yemini ederlerdi – bir “hafta”, altı piyade ve bir lider; bir “ay” ise yirmi sekiz piyade ve bir liderden oluşan birliklerdi. Üç ay, bir “mevsim”i, dört mevsim de bir “sene”yi oluştururdu. Bu şebekenin faal olduğu dönemde Paris’in pek dışına çıkabildiğini söyleyemeyiz. Üye sayısı hiçbir zaman bini aşmadı, en kalabalık olduğu zamanlarda bile en fazla üç “sene” kadar üyesi vardı.[6] Fakat buna rağmen sadece birliklerinin gizli oluşu bile muktedirleri rahatsız etmeye yetmişti; buradan hareketle Derneğin dar kadrosuna rağmen ciddi bir etki yarattığını söyleyebiliriz, ya da en azından bu etkiyi yaratabileceğini gösterdiğini.

Belki Mevsimler Derneği bize ne yapılabileceği, bugünkü fırtınalı iklimin nasıl değiştirilebileceği hakkında fikir verebilir. Belki bugün yapmamız gereken şey, buna benzer bir mevsimsel yeraltında hareket etmektir. Bu şekilde tehlikeli sınıfların düşman tarafından örgütlenmesini engelleyebilir, onları ilerici bir harekete dâhil edebiliriz; zira Fanon ve Kara Panterler de tam olarak bunu söylüyordu. Bu dernek, iki yüzyıl önce nasıl yaptılarsa bugün de öyle yapmalı, varoşlarda ve banliyölerde gizli birlikler kurarak buralardan liderler ve örgütçüler çıkarmalı. Bunu müteakip, buradan çıkan tam zamanlı örgütçüler ve stratejistler de mevcut gidişatı sarsacak bir plana öncülük edebilir.

Artan işsizlik, güvencesizlik ve yabancılaşma tablosu karşısında bağımsız solcular, mensup oldukları ideoloji ya da kanat (kara blok anarşistleri ve daha önce hiç siyasi faaliyette bulunmamış tehlikeli sınıflar; kadınlar, erkekler, eşcinseller, heterolar ve translar; siyahlar, beyazlar; mahalle kabadayıları ve külhanbeyleri) fark etmeksizin bu mücadeleye katılmaya, birliklerde yerini almaya teşvik edilmelidir; bu sayede enerjilerini ve memnuniyetsizliklerini olumlu bir biçimde yansıtabilecektirler. Bu insanlarla bir araya gelinecek yerler lüks yerler olmayacaktır: sıradan kafe ve barlar, sokak köşeleri, kenar mahallelerdeki gençlik merkezleri, bowling pistleri, yerel AVM’lerdeki bilardo salonları, okul ve üniversite yemekhaneleri, sahaflar, yani genel olarak gençlerin takılabileceği her yer. Diyalog kimi zaman çevrimiçi aygıtlarla yürütülebilir, fakat elbette yüz yüze iletişim tercih edilmelidir. Kolluk kuvvetleri sarsıcı faaliyetleri, alternatifleri ve sevmediği herhangi bir şeyi suç unsuru ya da “terör” olarak addedip baskılayacağı için kuruluş aşamasında en önemli mesele gizlilik olacaktır.

İşsizlerin en önemli avantajı, boş zamanlarının olmasıdır; o hâlde bu değerli zamanı neden sosyalleşmek için kullanmasınlar? Boş zamanlarını başka insanlarla doldurabilir, içinde bulundukları vaziyetten başkalarına bahsedebilirler, zira ötekiler de onların içinde bulunduğu vaziyetten muzdariptirler. İşsizlerle ya da düzensiz işlerde çalışanlarla buluşmak, yalnızlaşmış insanların birliktelik hissine kavuşmasını sağlar. İşsizlerin birçoğu artık diken üstünde yaşamak zorunda olmadıkları için mutludurlar. Ancak buradaki asıl baş belası, bürokratik taciz ve aşağılama, özel hayata dur durak bilmeden edilen müdahaleler, sürekli olarak “iş aradığınızı” beyan etmek, kimsenin ihtiyacı olmayan anlamsız işleri üç kuruş karşılığında yapmaya gönüllü olduğunuzu kanıtlamak zorunda olmanızdır.

En sağcısından en solcusuna birçok insan işsizlik konusunda öfkelidir, sürekli işsizlikle mücadele eder, onun şiddetli akışını durdurmaya çalışır. Ama nafile, bu başarısız olmaya mahkûm bir çabadır. Çoğu insan işsizliği kirli bir sözcük, kötü bir etiket, bir hastalık olarak görür. İşsiz olmak, yapacak hiçbir şeyi olmamak anlamına gelir. Ancak kendimizi sürekli olarak iş ile tanımlamak, birer işçi olarak mı tarif etmek zorundayız? Başka bir vasfımız yok mu? Marx bize işsizliğin neden hiçbir zaman yok edilemeyeceğini yıllar önce göstermişti: İşsizlik, planlı bir uygulamadır. Fabrika batıyor, o hâlde işçileri işten çıkar. Fabrika iyi durumda, o hâlde yeni teknolojilere yatırım yap ve işçileri işten çıkar. Bu, sonunda işçilerin kazanmasının asla mümkün olmadığı bir paradokstur, bu senaryoda patronlar ve hissedarlar dışında kimse kazanamaz.

İş, insanların büyük çoğunluğu için anlamsız bir şey yapmakla geçen zamandan başka bir şey değildir: yabancı bir aktivite, yabancı bir ürün (şayet bir üretim söz konusuysa), bu yabancı ürüne el koyan yabancılaştırıcı bir kurum ve bunların tamamının ortaya çıkardığı yabancılaşmış bir benlik. Yirmi otuz yaşlarındaki birçok insan, bugünlerde “kariyer” seçimlerini gözden geçirmeyi öğreniyor, aynı zamanda kariyer kavramının bizzat kendisini yeniden değerlendiriyorlar; çünkü artık “kariyer” diye adlandırdıkları şeye sahip olamayabileceklerini anladılar. Öyle ki, içinde yaşadığımız zamanlarda asla “doğru düzgün” maaşlı bir işe sahip olamayacağını anlayan koca bir üniversiteli nesil ortaya çıktı. Sözde “esnek” ekonomide geçici eleman ya da stajyer olarak çalışmak, onların gönlünü çalmak için yeterli değil. Bu nesil, yeni lümpen proletaryadır.

Bu noktada içinde bulunduğumuz vaziyetin ağırlığını hafifletecek çeşitli reçeteler yazabiliriz; “geçinebilmemizi” sağlayacak, fakat “hakiki bir yaşam sürmemiz” için yeterli olmayacak yollara başvurmak elbette mümkün. Ama bunun yerine patronu beklemeden kendimizi kovup bizi ömrümüz boyunca dürtükleyen eziyetle yüzleşebiliriz de. Çalışmak, kültürümüzce çok saygı duyulan bir mefhumdur, ancak aynı zamanda işçilere duyulan ihtiyaç azalmaktadır. İşinizden, patronunuzdan nefret edersiniz, itaat etmekten tiksinirsiniz, yapmak zorunda olduğunuz dandik işlerden iğrenirisiniz; ama yine de, ne olursa olsun, işinizi kaybetmek istemezsiniz. Çünkü kendinizi yaptığınız iş’ten hariç tanımlamanın bir yolunu bulamazsınız. Belki de zaman, işin yokluğu etrafında siyasallaşmamızı gerektiren bir zamandır. İşte lümpen, tam da işin yokluğu etrafında siyasallaştığında gerçekten tehlikeli olmaya başlar.

Bunlar, Mevsimler Derneği olmak isteyen herhangi bir topluluğun yayacağı ve yükselteceği “hakikatlerdir”. Örgüt, Marksist formuyla yeniden yeraltına inmelidir. Yeraltı, 1960’lardaki lümpen radikallerin ana uğrağı olmuştur; nitekim bugün de öyle olması gerekir. Fakat bu yeni bir yeraltı olmalıdır. Yeni bir kışkırtma, yeni bir inşa gereklidir, ucuz bir yerde, uzaklarda. Ya da en yakınlarda. Fakat yeraltında. Zira bugün, zengin yerüstündeki hakikatin yoksul yeraltında daha hakiki olduğu fazlasıyla doğrudur. Hakikat, varlıklı merkezden değil, ancak yoksul çeperden, hayatın sınırlarından, kentin sınırlarından, yıkıntıların ve döküntülerin arasından, gecekondulardan, kirli banliyölerden, kentsel dönüşüme direnen yerlerden yükselebilir.

Bir diğer ihtimal, hakikatin yeni medyayla değil, ancak eski medyayla yayılabilecek olmasıdır. İletişimin yalnızca çevrimiçi olmaması gerekir; kulaktan kulağa yayılmalı, kağıt üzerinde, basılı formatta yer almalıdır. Eldridge Cleaver, örgütlenmede gazetenin; gerçek, dokunabildiğin sayfaları olan hakiki bir gazetenin önemine vurgu yaparken haklıydı. Bir gazete elzemdir, hatta birden fazla gazete. 1960’ların ve 1970’lerin yeraltı gazetelerini yeniden kurmamız gereklidir; bu antika forma yeniden can vermek, bugünün okurlarını kazanmak çok önemlidir. Ramparts gibi gazeteler, zamanın muhafazakâr nizamını o kadar rahatsız etmişti ki CIA gazeteyi gözetlemeye başlamıştı (Ramparts, CIA’in kendilerini gözetlediğini ortaya çıkarmış ve yayımlamıştı. Bu haber, o zamanlar infiale sebep olmuştu).

1960’ların sonunda her biri birer “Yeraltı Basın Sendikası”na mensup yaklaşık 500 yeraltı gazetesi bulunmaktaydı. Bunların hepsi kolektif olarak yönetiliyordu, genellikle evde hazırlanır, çok kısıtlı bütçelerle basılırlardı. Editörleri kendilerini karşı kültürle, dışlanmışlarla ve ötekilerle özdeşleştirirdi. En meşhur örnekleri arasında The Berekeley Barb [Berkeley Dikeni] ve Rat Subterranean [Yeraltı Faresi] (Fanon’a bir gönderme olarak mı isimlendirilmişti acaba?) gibilerinin de olduğu bu yeraltı gazetelerinin geniş ve sadık bir okur kitlesi vardı. İnsanlar bunları düzenli olarak takip ederlerdi çünkü gazetedeki haberler doğruluk ve kaliteden asla taviz vermezdi. Bu gazetelerin ticari medyanın asla sahip olamadığı ya da uzun zaman önce kaybettiği bir dürüstlüğü vardı.

Bugünün ticari medyasının, özellikle sosyal medyanın sorunu, doygunluğudur: Her anlamda çok fazladır; çok fazla gazete, çok fazla yalan, çok fazla korku ve çok fazla nefret vardır. Medya, bizi tam anlamıyla bir gerçekler çukuruna atar, neyin gerçek ve neyin yalan olduğunu anlamamızı zorlaştırır. Yeraltı basını ise tıpkı bir zamanlar yaptığı gibi başka gerçekleri gün yüzüne çıkarabilme kudretine sahiptir; bunu ancak aşağıdan yukarıya, basılı formatta, güven duyulan, haberciliğe dürüstlük getiren, önyargıları ve çevrimiçinin yarattığı tahribatı düzeltebilecek bir gazetede yapabilir. Böyle bir gazete, aynı zamanda sadece itiraz etmekten öteye gidip yeni öneriler, yeni alternatifler sunmak konusunda da olanaklar doğuracaktır.

Böylece, bu yeraltından yeni öneriler sunan, farklı bir vatandaşlık hayal eden yeni bir yeraltı çıkabilir: resmi bir vatandaşlık değil, pasaportun içinde ve ötesinde bir kimlik, resmi evrakların içinde ve ötesinde bir kimlik – hatta belki bunların altında. Burjuva ulus-devlet tarafından bahşedilen yasal hak olarak değil, herhangi bir bayrağın, ülkenin ya da sınırın ötesinde bir kimlik. Bu noktada böyle bir kimliği ancak bir çeşit hayaletlik olarak tanımlayabiliyorum, bir gölge vatandaşlık, rahatsız edici, gizil bir şey: kitlelerin tehlikeli kolektif benliğini bulmayı bekleyen bastırılmış iradesi. (Andy Merrifield - 26 Haziran 2019 - Çeviri: Özgür Umut Baz - textumdergi.net)

[1] Çeviride yer alan iki çevirmen de dilbilimci değildiler. Moore, Engels’in bizzat tanıdığı, geçmişte Komünist Manifesto‘nun çevirisini yapmış sosyalist bir yargıçtı. Aveling ise Marx’ın en genç kızı Eleanor’un nikahsız eşiydi. Kapital‘de yer almasa da Komünist Manifesto‘da “tehlikeli sınıflar” ibaresinin kullanıldığını belirtmek gerekir. Marx lümpen proletarya için “eski toplumun en alt katmanlarından dökülen bu toplumsal atık, çürümeye bırakılmış bu kitle” der. Ancak Marx için bu sınıfın teşkil ettiği tehlike, yalnızca kendilerini hedef alan bir tehlikedir.

[2] Marx, Kapital 25. Bölüm’ün dipnotlarından birinde “Laf arasında, Malthus bir İngiliz Kilisesi rahibi olmasına rağmen Katolik bekaret yeminini etmiştir… Bu onu öteki Protestan rahiplerden bir anlamda ayırır, zira Malthus bunlara göre tutarlıdır. Katolik bekaret zorunluluğundan kurtulmuş olan ve “Bereketli ol ve çoğal.” fikrini sanki bir dini görevmişçesine hayata geçiren Protestan rahiplerinin, bir yandan nüfus artışına böylesine büyük bir katkıda bulunurken diğer yandan işçilere ‘nüfus ilkesini’ vaaz etmesi, tamamiyle tutarsızdır.

[3] Haute-pégre on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında faailyet göstermiş olan gerçek bir örgüttü. Balzac, Jacques Collin’i de kısmen gerçek bir kişiden esinlenerek yaratmıştı: Eugéne-François Vidocq. Kriminal işlerde tam bir usta olan Vidocq, yeraltı dünyası hakkına o kadar çok şey biliyordu ki en sonunda, tıpkı Jacques Collin gibi, silahını suçun kendisine doğrulttu ve tarihin ilk özel dedektifi olarak çalışmaya başladı. Sûreté Nationale adlı dedektiflik ajansının kurucusu olan Vidocq, dedektif olduktan sonra bir süre hem suçluları hem de kanunu aldatan, iki taraflı bir ajan olarak çalıştı. Bu diyalektik hafiyenin oklarını hangi tarafa doğrultacağı çoğunlukla muammaydı. Vidocq’un önce suçlu sonra da dedektif olarak geçen hayatı yalnızca Balzac’ın değil, Victor Hugo ve Edgar Allan Poe (Karş. “Morgue Sokağı Cinayetleri”) gibi başka yazalarların da kalemine mürekkep olmuştur.

[4] Ellilerde ve altmışlarda kendini Paris’in tehlikeli sınıflarıyla ilişkilendiren Guy Debord, bir muhafazakar olan Chevalier’ye ilginç bir sempati besliyordu. Panégyrique [Methiye]’de şöyle yazıyordu: “Durum o kadar vahimdi ki… sanki Paris’i gerçekten seven bir tek ben vardım, çünkü yetmişlerin o iğrenç atmosferinde bu meseleyi dert eden kimse yoktu. Ama sonradan öğrendiğim üzere Louis Chevalier, şehrin ihtiyar tarihçisi, ta o zaman Paris Suikasti kitabını yayımlamış. Bu demek oluyor ki o dönem şehirde en azından iki erdemli insan yaşıyormuş.”

[5] Şu sıralar Birleşik Krallık’ta 195 yıllık Avarelik Kanunu’nun (1824) [Vagrancy Act] yürürlükten kaldırılması tartışılıyor. Zira bugün sokaklarda yatan ve dilenen o kadar çok evsiz insan var ki bunları kriminalize etmek hem insan haklarına aykırı çok ciddi bir müdahale hem de polis kaynaklarının aşırı tüketimi anlamına gelir. “Crisis” adlı yardım derneği, sokakta yatan insan sayısının 2014-2018 arasında yüzde 70, evsizlerin yaşadığı ortak kampların sayısının son 5 yılda üç kat arttığını belirtiyor. Crisis’in de dediği gibi, kimse yatacak yeri olmadığı için suçlu değildir (bkz. “Calls for 195-year-old Vagrancy Act to be Scrapped”, The Guardian, June 19, 2019).

[6] Mevsimler Derneği, iki cumhuriyetçi devrimci tarafından kurulmuştu, Louis-Auguste Blanqui ve Armand Barbès. Blanqui ve Barbès, Mayıs 1839 ayaklanması ve 1848’in Haziran Günleri ayaklanmasının örgütlenmesinde de önemli rol oynamışlardı. İkisi de tüm hayatını iktidarı devirmeye adamıştı, tek yaptıkları şey bunu yapabilecekleri komplolar düzenlemekti. Marx, Blanqui için “Fransa’daki işçi partisinin kalbi ve beyni”, Barbès için de “müesses nizamın baş belası” diyordu. 1830’ların sonunda Barbès muhteşem bir başlığa sahip olan bir kitapçık kaleme almıştı: İşsiz İşçileri Destekleyenlere Birkaç Söz (A Few Words to Those Who Symphatise With Workers Without Work)

[i] Yoksulların barınma karşılığında çalıştırıldığı evler, ç.n.

[ii] Yalnızca çalışma evlerinde olanlara sosyal yardım yapılabilmesini öngören bir değişiklik, ç.n.

Daha yeni Daha eski