30 Ağustos 1922’nin sadece İngiltere’nin teşvik ve desteğiyle Anadolu’yu işgale kalkışan Yunan ordusunun kesin bir yenilgiye uğradığı bir ta...
30 Ağustos 1922’nin sadece İngiltere’nin teşvik ve desteğiyle Anadolu’yu işgale kalkışan Yunan ordusunun kesin bir yenilgiye uğradığı bir tarih değil, 1911’deki Trablusgarp savaşından beri, 10 yılı geçen bir süre savaştan savaşa koşan bir ülkenin de kendini yeniden kuracağı ve örgütleyeceği yeni bir dönem, yeni bir başlangıç olarak görülmesi gerekir.
Çünkü Yunan ordusu Anadolu’yu terk ettiğinde Ankara ve Meclis her ne kadar son zamanlarda İstanbul’daki Tevfik Paşa hükümetiyle işbirliği içinde olsa da, gündeme gelecek barış görüşmelerinde artık tek yetkili olmak için harekete geçecekti.
Onun için öncelikle 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldı ve tek meşru hükümet olarak Ankara kaldı. Bundan sonrasında bir yıl sonra ilan edilecek olan Cumhuriyete kadar milli mücadeleyi örgütleyen kadrolar, Mustafa Kemal’in işgalden yeni kurtulan İzmir’de Halide Edip’e “Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz” dediği gibi, kendi aralarında kavga edecek ve sonunda kazanan bu mücadeleye en hazırlıklı olan Mustafa Kemal olacaktı. Milli mücadelenin önce askeri ve sonra da politik lideri olarak yeni ulus devletin kurucusu ve nihayet Atatürk haline gelecekti.
Liderliğe İttihatçılar taşıdı ama…
Mustafa Kemal’i liderliğe taşıyan İttihatçılardan başkası değildi ama ipleri eline alıp, gerçekten lider olduğunu kanıtladıktan sonra öncelikle eski arkadaşı İttihatçıların defterini dürmekte tereddüt etmeyecekti. İktidarın paylaşılamaz olduğunu, diğerlerini tasfiye etmezse kendisini tasfiye edeceklerini biliyordu.
Öte yandan, İttihatçılar da keyiflerinden Mustafa Kemal’i lider olarak düşünmediler, hatta ilk tercihleri o da değildi. Savaştan sonra İttihatçı liderler yurtdışına çıkmak zorunda kalınca gerideki siyasi ve askeri kadrolar bir yandan savaşın Anadolu’ya çekilerek sürdürülmesi için gereken hazırlıkları yapar, örgütlenmeye giderken, öte yandan bu mücadelenin ulusal düzeyde tanınan ve güvenilen, hatta galip devletlerin de muhatap alacağı bir lidere ihtiyaç duyduğunun bilincindeydiler.
Geride kalan ikinci sınıf İttihatçılar arasında böyle bir isim yoktu. En fazla üzerinde düşünülen Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa da uygun ve yeterli bir isim değildi. Bunun üzerine öncelikle saygın ve yaşlı asker Ahmet İzzet Paşa’ya başvurdular.
Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine karşı çıkan bu eski sadrazam ve harbiye nazırı mücadelenin başına geçmesi önerisini açıkça reddetmedi ama başta para ve silah olmak üzere, o kadar çok talep sıraladı ve bunlar olmadan bir şey yapılamayacağını öylesine kesin bir dille anlattı ki, İttihatçılar bu yaşlı paşayla olmayacağını anladılar. Bunun üzerine Mustafa Kemal’e yöneldiler.
Mustafa Kemal’in düşünülmesi ve lider olarak öne çıkarılması için bazı önemli özellikleri vardı.
Neden Mustafa Kemal?
Birincisi, ordu içinde saygınlığı olan bir askerdi. Çanakkale’de yıldızı parlamış, sonra Doğu Cephesi ve Suriye Cephesi’nde de bazı başarıları olmuştu. Orduda tanınan ve bilinen, askeri yeteneklerine de güvenilen genç bir paşa olarak askerin desteğini alması kolaydı.
İkincisi, İttihat ve Terakki Partisi’nin üyesi olmasına rağmen lider kadrosuyla arası pek iyi olmamış, sivrilmemişti. Hatta Enver Paşa ile belli sürtüşmeler içinde olmuştu. Öyle ki, savaşın sonlarına doğru bir hükümet darbesi yapmayı tasarlayan Yakup Cemil’in Enver Paşa yerine ordunun başına Mustafa Kemal’i getirmek istediği bile söylenmişti.
Üçüncüsü, Almanlarla da pek anlaşamamış, görev yaptığı birliklerde Alman subaylarıyla tartışmalar yaşamıştı. Ordunun yönetiminin Alman Genelkurmayı’nın elinde olmasını da eleştiriyordu. Dünya savaşının sonuna doğru Almanların savaşı kaybedeceğini söylemeye başladığı biliniyordu. Dolayısıyla İngilizler açısından pek antipatik değildi.
Dördüncüsü, savaş sonrasının en önemli sorunlarından biri olan Ermeni soykırımına bulaşmamış subaylardan biriydi. Dünya savaşının galip devletleri 1915’teki Ermeni Tehciri’ni önemsiyor ve sorumlularını yargılamakta kararlı görünüyordu. Hatta İttihatçı liderlerin yurtdışına çıkmalarının en önemli nedeni bu yargılamadan kaçmaktı, mahkûm edileceklerini biliyorlardı. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in bu olaydan uzak bulunması da, bir süre sonra galip devletler tarafından muhatap alınması açısından ciddi bir avantajdı.
Nihayet beşincisi, Saray’la, Padişah Vahdettin ile de ilişkileri iyiydi. Daha 1917 yazında Vahdettin Veliaht iken Almanya seyahati sırasında kendisine eşlik etmiş ve aralarında bir bağ oluşmuştu. Geleceğin padişahı “zeki ve hırslı” olduğunu söylediği bu genç paşadan etkilenmişti. Ancak “yeni bir Enver” yaratmaktan korktuğu için yaptığı cüretkar önerilere uygun davranmayacaktı. Ama yine de “Padişah Yaveri” idi ve Saray’ın önemsediği bir askerdi.
İşte tüm bu özellikleri dolayısıyla örgütlenmekte olan mücadelenin liderliği için düşünülecek uygun kişilerin başında geliyordu.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı
Elbette İttihatçılar açısından Mustafa Kemal’in liderliği geçici bir durumdu. Mütareke imzalanmıştı ama henüz barış anlaşmasının şartları belli değildi; ancak şartların çok ağır olacağı açıktı. Geliştirilecek belli bir mücadele ve güçle uygun bir barış antlaşması yapıldıktan sonra yurtdışındaki liderler geri dönebilir ve İttihatçılar da kaldıkları yerden iktidarlarını eskisi gibi sürdürürdü... Oysa bu, tam bir ham hayaldi, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olamazdı!
İttihatçılar henüz farkında değildi ama Birinci Dünya Savaşı emperyal güçlerin, büyük devletlerin dünyayı paylaşmaları için yapılmıştı ve paylaşılacaklar arasında yer alanların başında da Osmanlı İmparatorluğu’nun hala 1 milyon 700 bin kilometre kareye yayılan toprakları geliyordu. Özellikle de petrol olduğu artık bilinen Ortadoğu, Osmanlı’ya bırakılamayacak kadar değerli hale gelmişti. Nitekim savaş sonunda sadece Osmanlılar değil, Avusturya-Macaristan’ın hakimi Habsburglar ve Rusya’nın hakimi Ramonovlar da tarihe karışacaktı. Uluslararası bir sistem olarak örgütlenmekte olan kapitalizmin yeni dünyasında bu imparatorluklara yer yoktu. Bir süredir “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” diye adlandırılan İngiltere, en büyük kapitalist güç olarak, dünyaya yeni bir düzen vermekteydi.
Bu gerçeği kavramaktan uzak olan İttihatçılar ise daha küçülmüş ölçülerde de olsa imparatorluğun devam edebileceğini düşünüyordu. Evet, eskisi kadar büyük ve güçlü olmasa da İslam coğrafyası üzerinde etkili olmaya devam edecek bir Türk imparatorluğu yeniden oluşturulabilirdi. Nitekim Enver ve Cemal Paşaların güzergâhı İttihatçı perspektifinin ne olduğunu ortaya koyuyordu. Biri Türkmenistan’da, diğeri Afganistan’da can verirken buralarda yeni bir Türk imparatorluğu peşinde koşuyorlardı.
Vizyon farkı
Oysa Mustafa Kemal farklıydı… Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İstanbul’a döndüğü ve Harbiye Nazırı olmaya çalıştığı sıralarda değilse de, Anadolu’ya geçtikten bir süre sonra, siyasi perspektifinin farklılaştığı, dünyanın yeni durumunu ve koşullarını geleneksel İttihatçı vizyonu içinde görmemeye başladığı anlaşılıyor. Süreç içinde imparatorluğun kurtarılması veya yeniden inşası değil, yeni bir ulus devlet kurulması noktasına kadar gidecek bu kavrayıştır ki, Mustafa Kemal’i İttihatçıların bir süre katlandığı bir askeri lider olmaktan çıkaracak, kurucu bir politik lider haline getirecektir.
Daha sonra yazılıp çizildiği ve “milli sır” diye nitelendirildiği gibi, daha 1919 Mayısı’nda Samsun’a giderken Mustafa Kemal’in kafasında her şey hazır, her şey planlanmış değildi tabii. Zaten bu, mümkün de değildi. Ama Mayıs’ta Samsun’a askeri bir lider, ordu kumandanı olarak giden Mustafa Kemal dört ay sonra, aynı yılın Eylül’ünde düzenlenen Sivas Kongresi’nde artık politik bir liderdi ve yavaş yavaş olgunlaşan siyasi perspektifi yeni bir devletin kuruculuğuna kadar ilerleyecekti.
Doğrusu 100 yıl sonra Türkiye’nin bir yeniden kuruluş sorunu olduğu açıkça ortada. Aslında Soğuk Savaş sonrasında kendisini dayatan bu ihtiyaç bir türlü karşılanamadı ve gelinen noktada sorun daha da derinleşti, ağırlaştı. Eski İttihatçılar gibi emperyal hayaller peşinde koşanlardan, çatışmalardan yorulan Türkiye’nin barışa, demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü bir toplum olarak örgütlenmeye ve buna uygun bir siyasal sistem geliştirmeye ihtiyacı var.
Böylesi bir yeniden kuruluşu gerçekleştirecek vizyona ve iradeye sahip olanlar güçlenecek ve kazanacaktır… (SEYFİ ÖNGİDER / BİANET)
Hiç yorum yok