1996 yılından, Gülen Cemaati’nin bankası Bank Asya’nın açılış töreninden bir fotoğraf karesi: Birazdan kesilecek kurdelenin önünde, ortada Tansu Çiller var. Refahyol hükümeti kurulalı çok olmamış, koalisyonun büyük ortağı Erbakan başbakanlık görevini üstlenirken Çiller başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olmuş. Kurdeleyi kesmeye hazırlanıyor ama tek başına değil; sağ tarafında Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Abdullah Gül, sol tarafında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan var. Hemen arkalarında ise “tevazu sahibi ve münzevi din adamı” pozları kesen Fethullah Gülen’i görüyoruz, yanına dönemin ünlü cemaatçi iş adamlarından İhsan Kalkavan’ı almış.
Bir “hepiniz oradaydınız” karesi bu. Çok geçmeden Türkiye, 28 Şubat sürecine girecek, Gülen ABD’ye kaçacak, Refahyol hükümeti devrilecek, Refah Partisi kapatılacak, Erbakan ve parti yöneticilerine siyaset yasağı gelecek, Erdoğan ve Gül yeni kurulan Fazilet Partisi içerisinde “yenilikçiler” olarak adlandırılan ekiple birlikte Erbakancılara karşı bayrak açacak ve 2001 yılında AKP’yi kuracaklar, 3 Kasım 2002 seçimlerinde de iktidara gelecekler. Gülen ABD’den dönmese de AKP ile Cemaat arasında fiili bir koalisyon kurulacak, devlet içerisinde 40 yıldır örgütlenen Gülenciler AKP’nin hükümet olmaktan devlet olmaya geçiş sürecinin en büyük kolaylaştırıcısı olacak ve rejim böyle inşa edilecek, oradan bugünlere gelinecek.
Şimdilerde cemaatin Bank Asya’sında tam 18 yıl yöneticilik yapan bir ismi, Ali Fuat Taşkesenlioğlu’nu konuşuyoruz. Taşkesenlioğlu, bu 18 yılın ardından ve üstelik 17-25 Aralık operasyonlarıyla AKP-Cemaat kavgası ayyuka çıkmış, Cemaat, Rıza Sarraf üzerinden Halk Bankası’nı hedef almışken, 2014 yılında bu bankanın genel müdürlüğüne atanıyor. İddialara göre daha önce hakkında Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu tarafından hazırlanan hayli kapsamlı dosyalar bulunuyor ve bundan kaynaklı olarak iktidar tarafından kullanışlı görüldüğü, hiçbir şeye itiraz etmeyeceği bilindiği için o koltuğa oturtuluyor. 2018’den 2022’ye kadar ise devletin finans piyasalarıyla ilgili en önemli birimlerinden birinin, Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) başına getiriliyor.
Sedat Peker’in son ifşalarının merkezinde Taşkesenlioğlu’nun SPK başkanlığı günleri var. Peker’in anlattıklarına göre Taşkesenlioğlu, kız kardeşi AKP Erzurum Milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu ve onun şimdilerde boşanma aşamasında olduğu eşi Ünsal Ban, birlikte borsa üzerinden bir rüşvet tezgâhı kuruyorlar. Kamuya arz işlemleri ve hisse senetleri üzerinden yapılan spekülasyonlarla rüşvet mekanizması bu tezgâhta bir arada işliyor. Peker, sadece Ali Fuat Taşkesenlioğlu’nun evinde rüşvetten kazanılmış 180 milyon dolar olduğundan bahsediyor. Bu para dışındaki mal varlıklarını ve diğer ikisinin servetlerinin değerini ise bilemiyoruz ama bir fikir vermesi açısından yazalım: Zehra Taşkesenlioğlu, Ban’a açtığı boşanma davasında 70 milyon lira tazminat istiyor, ayrıca Ban’a 2,5 milyon dolar borç verdiğini ve hâlâ geri alamadığını öne sürüyor.
Ağabey Taşkesenlioğlu Cemaat’in bankasında yöneticilik yapmış. Zehra Taşkesenlioğlu 17-25 kapışması öncesinde hemen her AKP’li gibi Fethullah Gülen ve Cemaat için övgü dolu cümleler kurmuş, sosyal medya paylaşımlarında bulunmuş. Ünsan Ban ise 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası “FETÖ” soruşturmasına uğramış, Ban bir dönem Cemaat’in Bugün gazetesinde köşe yazarlığı yapsa da hakkında takipsizlik kararı verilmiş ve rektörlük bile yapmış ama o dönem evli olduğu Gülcan Ban KHK ile meslekten uzaklaştırılmış.
Peki, bu üçlünün kurduğu tezgâh nereye uzanıyor? Kaçınılmaz olarak Saray’a elbette. Ali Fuat Taşkesenlioğlu’nu Halk Bank’a ve SPK’ye atayan Erdoğan, Zehra Taşkesenlioğlu ile Ünsal Ban’ın 2019’daki düğününe katılarak Ban’a “Kızımız sana emanet, ona göre” diyen de Erdoğan ama bunların ötesinde iddialara göre Saray’ın iki danışmanı Serkan Taranoğlu ile Korkmaz Karaca da rüşvet tezgâhının bir parçası durumundalar. Taranoğlu’nun istifa ettiği öne sürülüyor, Karaca’nın ise istifa ettiğini biliyoruz.
Peker’in anlattığı bu hikâye, içinde bulunduğumuz çürüme tablosunun sadece küçük bir parçasını oluşturuyor, ülke her yerinden tel tel dökülüyor ve bunun da gerisinde İslamcılıkla Türkiye kapitalizminin evliliğinin bir ürünü olan AKP rejimi bulunuyor.
AKP, iktidarda olduğu yirmi yıl boyunca, Türkiye’nin geleneksel sermaye sınıfı ile sahici bir hesaplaşmaya girmedi. Bilakis, Türkiye kapitalizminin 90’lı yıllar boyunca yaşadığı hegemonya krizini çözdü ve sermaye egemenliğini pekiştirdi. Bunu yaparken neoliberal ajandaya sadık kaldı ve Kemal Derviş programını devam ettirdi. 70 milyar dolarlık kamu varlığını sermayeye devretmekle yetinmedi, grevsiz, mitingsiz, sendikal hareketsiz bir emek rejimini adım adım inşa etmeyi başardı. Gelinen noktada, genel ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsadığı, asgari ücretin de 300 dolar civarında olduğu, üretilen zenginlikten emeğin aldığı payın sürekli azaldığı bir “sermaye cenneti” ortaya çıktı.
Öte yandan AKP, kendi sermaye sınıfını da yaratmayı başardı. Bugün “beşli çete” diye adlandırılan ama sayısı çok daha fazla olan sermaye grubu, özellikle kamu ihale mekanizmaları kullanılarak palazlandırıldı. Sadece kamu ihaleleri değil, irili ufaklı özelleştirmeler ve imar rantı da bir tür “ilkel birikim” mekanizması olarak kullanıldı ve yeni zenginler yaratıldı. Ayrıca MÜSİAD sermayesine her türlü vergi ve prim teşvikinde bulunuldu, ucuz emek rejiminden en çok MÜSİAD üyeleri faydalandı ve “mütedeyyin sermaye” bunun üzerinden büyüdü.
Ancak ilkel birikim sadece “ekonomi içi” mekanizmalarla gerçekleşmedi. Saray merkezli yeni devlet mimarisi, devlet aygıtını adeta feodal bir karaktere büründürdü ve siyasi ve iktisadi rantın paylaşım savaşının verildiği irili ufaklı arpalıklar ortaya çıktı. İhale komisyonlarından kupon arazilere, rüşvetten borsa spekülasyonuna, uyuşturucu ticaretinden mafyatik işlere uzanan bir genişlikte, yeni rejimin elitleri bu rant mekanizmaları üzerinden yaratıldı, bu yeni elitler çok kısa sürede zenginleşmenin yolunu buldular ve büyük servetlerin sahibi haline geldiler.
Dolayısıyla AKP, geride kalan yirmi yılda sermayenin bütün fraksiyonlarının kısa vadeli çıkarlarını tatmin edebilen bir performans sergiledi ve yeni zenginler yarattı. Dövizin ucuz ve dolayısıyla enflasyonla faizin düşük olduğu dönemlerde toplumun daha geniş kesimleri için daha tolere edilebilir bir durumdu bu ama özellikle geçtiğimiz yılın sonunda faizlerin yapay bir şekilde düşürülmesinin ardından son derece dramatik bir yoksullaşma sürecine girildi. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin korkunç boyutlara ulaşmasına bir de Peker’in anlattıkları örneğinde gördüğümüz bir çürüme tablosunun eşlik ettiği görüldü. Bu ise şimdilik sokağa yansımasa da toplumda çok ciddi bir öfke birikimine neden oldu.
Bugün gelinen noktada, Türkiye milyonlarca kişinin bir avuç azınlığın daha da zenginleşmesi adına köle misali çalıştığı, insanların yaşama sevincinin, enerjisinin, gelecek düşlerinin, umutlarının elinden alındığı, temel insani haklara ve kamusal hizmetlere ulaşmanın giderek zorlaştığı, mafyanın, tarikatın, cemaatin cirit attığı, çürümenin alıp başını gittiği bir ülkeye dönüşmüş durumda.
Düzen muhalefetinin ise bu tabloyu gerçek anlamda değiştirmeye niyeti de mecali de yok. Bu yoksulluk ve çürüme tablosunun ortasında toplumun önüne sahici bir alternatif sunamadıkları için sahici bir umut haline gelmeyi de başaramıyorlar. Çözüm dedikleri şey, düzenin restore edilmesinden, resmi ya da gayri resmi IMF programlarından, “kurallı piyasa ekonomisi” vaadinden öteye gitmiyor. İşte tam da bu noktada Türkiye’nin yüzünü sola dönmesi, kamuculuk, halkçılık, laiklik, bağımsızlık gibi sol değerlerin toplumla buluşması, bu değerler üzerinde ortaklaşılarak omuz omuza verilmesi, yan yana gelinmesi ve bir halk hareketinin yaratılması gerekiyor. Ya bunu yapacağız ya da yıllardır olduğu gibi “kırk katır mı kırk satır mı” seçeneğine mahkûm olacağız. (FATİH YAŞLI - BİRGÜN PAZAR)