Giresun’da yaptığı mitingde vatandaşa seslenen Erdoğan “Sizler ne soğana ne patatese liderinizi kurban etmezsiniz” diyerek pazar tezgahında artan fiyatlardan dolayı yanına yaklaşılmayan patates ve soğanın mostralık hali için kendisinden vazgeçilmemesini istemiştir. Hep mostrasıyla kendini var etmiş biri için çok dramatik bir talep değil mi?


MOSTRA VE SANDIK

AKP seçimle işbaşına gelen siyasi partiler arasında siyasi tarihimizin herhalde en az bedel ödeyerek en fazla olanaklara/fırsatlara sahip olan partisidir. Sol, Kürt, muhalif partilerin neler çektikleri belli zaten. Onları dışarıda tutarsak merkez ve sağ partilerden CHP, DP, AP, MSP hatta Anavatan ve Doğruyol Partileri bile AKP kadar şanslı olmamıştır. Tayyip Erdoğan’ın birkaç aylık konforlu hapishane günlerini saymazsak, hiçbir bedel ödemeden, hiç terlemeden, yerli ve yabancı sermaye oluruyla, el bebek gül bebek iki bin senesi krizinin darmadağın ettiği politik konjonktürde aradan sıyrılıp iktidar olmuştur. AKP Türkiye siyasi tarihinde seçim oyununu en iyi oynayan partidir.

AKP seçim oyununu ve burjuva demokrasisinin olanaklarını çok iyi kullandığı gibi seçimle gelmenin meşruiyetine dayanarak, hiç acele etmeden, dönemsel olarak işine yarayacak her türlü ittifaka girmeye de çekinmeden kendine ayak bağı olacak tüm düzen/devlet içi kurumları, kuralları, gelenekleri, yerleşik hukuksal uygulamaları kâh itibarsızlaştırarak kâh etkisiz kılarak kâh tasfiye ederek devlete kendi şeklini vermiştir. Üst üste kazandığı seçimlerin verdiği özgüvenle gitgide otoriter, baskıcı, faşizan yüzünü sergilemekten kaçınmamaktadır. Kin, haset, nefret dolu politikalarını, söylemlerini her fırsatta tekrarlamış, önüne çıkan hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Avrupa Birliği girişimlerini, Kürt açılımını, yeni anayasa yazım tartışması sürecini, 15 Temmuz “darbe” girişimini, pandemi dönemi yasaklarını ve benzeri durumları kendi iktidarının devamlılığı için kullanmıştır. Kürt illerindeki kayyumlardan Gezicilere, kahvehanelerden eğlence mekanlarındaki müziğe, Aleyna Tilki’den Gülşen’e, İstanbul Sözleşmesi’nden LGBT’ye, Boğaziçi Üniversitesi’nden öğrenci yurtlarına kadar her şeye musallat olmuş, kendisine karşı direnç gösteren kişi ve kurumları kin defterine kaydetmiştir. 14 Mayıs seçimlerinden galibiyetle çıkarsa ülkede estireceği baskıyı, devlet terörünü varın siz düşünün!

AKP kadar kendini olduğundan farklı gösterebilen, hizmet ettiği sınıfa mesafeli, eziyet ettiği sınıfla kendini yakın, içli dışlı gösterebilen başka bir parti yoktur. Kendisine karşı burjuvaziden yükselebilecek birkaç cılız sesi, “Sizin istediğiniz işçinin sesini kısmak, örgütlenmesi önüne engeller koymak, grev yapılmasını engellemek değil mi, bunu size sağladık, daha ne bekliyorsunuz?” diyerek açıkça hem tarafını göstermiş ama aynı zamanda yanında durduklarını da terslemekten geri durmamıştır. Faşizmin “hiza ve ayar” çizgisini net göstermiştir tüm kesimlere. Türk burjuvazisi siyasetle ilgisi zaten hep birikim koşullarını sürdürme hedefli olduğundan doksanlı yıllarda çıkmaya başlayan birkaç cılız sesi de Erdoğan tamamen kısmıştır. “İşinize gücünüze bakın, paranızı kazanın, yatırım yapın, gerisi sizi ilgilendirmez” diyerek gelişmelere dışarıdan bakan, bu tip ilişkilere uzak halka da AKP ile büyük sermaye arasında bir mesafe varmış gibi sunmakta çok mahir davranmıştır. Eziyet ettiği, hayat pahalılığı ile ezdiği, üç kuruş paraya geçinmek zorunda bıraktığı halkla da kendisini içlerinden biri gibi sunmayı becermiştir. Misal Erdoğan hep “Kasımpaşalılığıyla” övünür ama fiilen Kasımpaşa’da oturmaz, eski komşularıyla hiç beraber yaşamaz. Ne kadar Saray ve mutena semt varsa orada oturmayı tercih eder ama hala sanki Kasımpaşa’da ikamet ediyor illüzyonu yaratabiliyor.

AKP kendisi suyun başında olmak kaydıyla elindekini iktidar nimetlerini, devlet ayrıcalıklarını herkesle paylaşacak izlenimini açık ara en iyi veren parti. Bir kısım solcuyla, bir dönem Kürt Hareketi’yle, bol miktarda liberalle, kamuoyunda bir şekilde adını duyurmayı başarmış kişilerle beraber ülke yönetimini paylaşmaya hazır olduğu izlenimi verdi hep.

Bazı isimleri milletvekili ve bakan yaptı. Bazı sol gruplara referandumda evet oyu verdikleri için balkon konuşmasında teşekkür etti. Liberallere Kopenhag kriterleri için çalışacağına inandırdı. Ahmet Kaya parçasında içlendi, ağlamaklı oldu… Birgün gazetesinde Marksist ekonomi politik yazıları yazan Cemil Ertem’i Saray’a danışman yaptı. Ahir ömründe makam arabasına binme ve yüksek maaş alma şerefine erdirdi birileri. Yine Saray danışmanlarından eski TKP’li, ilanihaye solcu olduğunu iddia eden Mehmet Uçum, ki çocuk hakları çalışmış bir hukukçu ve biz bu arkadaşı dini yurtlarda, vakıflarda çocuklara sistematik tecavüz, çocuk evlilikleri konusunda duymayız da seçimi muhalefet kazanırsa tam bağımsızlığımıza darbe olurmuş derken duyuyoruz ancak… Birikimci Ömer Laçiner’le Aydınlıkçı Doğu Perinçek’i farklı dönemlerde de olsa yanına çekebildi. Dedik ya “kendini önemli hissettirmeyi”, “ fikirlerime başvuruyorlar” havasını oldum bittim kibir budalaları olanlara iyi verdiler, veriyorlar.

Sonra ne oldu peki? AKP ve Erdoğan, zaman içerisinde demokrasi ve insan hakları konusunda bir arpa boyu kadar yol gidilmediğini, kimseyle iktidarını paylaşmayacağını da açık açık gösterdi. Mesela 7 Haziran seçimlerinden sonraki olası bir koalisyonun önünü kesmek için ülkenin huzurunu bozacak eylemliliklerden hiç kaçınmadı. FETÖ’yle koalisyon yaptı, devlete ortak etti, sınavlarda ve kurumlar içinde binlerce kişiyi mağdur ettiler, kaç kişinin intiharına, hapsine sebep oldular. FETÖ konusunda bile sorumluluğu açıkça üstlenmeyip geçmiş hükümetlere de bu suçu paylaştırmaya çalıştı. Oysa AKP’den önce FETÖ mevcut hükümetlerin yanaşması iken AKP zamanında uzun süre iktidarın aklı, operasyoncusu, iktidarın yarısı idi. Bütün bunlara rağmen, ne yazık ki olup biten onca kötü gelişmede olduğu gibi tamamen muaf tutabildiler kendilerini. Ne onlar durmadan yeni sayfa açmaktan bıktı ne halkın bir kesimi “birleştirici” balkon konuşması dinlemekten sıkıldı.

Tayyip Erdoğan sıradan bir lider değil. Hangi nedenle olursa olsun halkla, kitlelerle arasında bir bağ var. Bu sefer gitti gidiyor denilen hiçbir seçimi kaybetmedi. Bu kadar pahalılığa, depreme, antidemokratik uygulamalara, uzun yıllardır iktidar olmanın verdiği bıkkınlığa rağmen hiç kimse hala kesin olarak gidecektir diyemiyor. Çünkü Erdoğan diğer parti liderleri gibi memleket sorunları hakkında doğru/yanlış, eski/yeni, bilgi/fikir/görüş derdinde olan, kafa patlatan bir lider değil. Demirel gibi, Ecevit gibi kitap, evrak, dosya dolu bir çalışma masası yok. Kendince “Ağır sanayi” öneren okulları derece ile bitiren bir Erbakan değil. Kitap özetleri yetiyor, kâfi.

O bu işleri başkalarına bırakan, bunu da “Yetkili kurullarda arkadaşlarla istişare ediyoruz” diyerek pazarlayan bir lider. Erdoğan’ın tek odaklandığı en iyi yaptığı şey 7/24 aralıksız sokakta, kürsüde, toplantılarda, açılışlarda ve en önemlisi gazete ve televizyonlarda kendini göstermek, kendini arz etmektir. Bir çeşit yaşam koçudur. Hiç bırakmayacakmış gibi ve yarın seçim olacakmış gibi propaganda, ajitasyon, sunum yapmaktır. Ne yapıldığının değil, ne yapıldığını söylemenin daha önemli olduğunun farkındadır. Süreçlere değil, sonuca bakmaktadır ezici çoğunluk. Sonuçlanmış işlerin takipçisidir. Erdoğan, geniş kitlelerin görsel zihinleri ile düşündüğün farkında o yüzden de “eser siyasetiyle” onların gözüne hitap eder, ediyor. Mesela sıradan vatandaş Merkez Bankası’nı döviz rezervlerinin az veya çok olmasını algılayamaz, kendi gündelik hayatına yansımasını aklında canlandıramayabilir, onun yarattığı yıkımı zihninde görselleştiremeyebilir ama devasa şehir hastanelerini, adliye saraylarını, köprüleri, tüp geçitleri, otoyolları gündelik hayatında kullanır ve ona göre düşünür. Sahada koşmak ter akıtmak yerine göz alıcı varyete hareketler yapar.

Açık konuşmak gerekirse yaygın bir orta sınıf konformizminin olduğu bir ülkede arabasıyla köyüne veya tatile giden bir ailenin paralı ama daha çabuk ve hızlı yeni otobanda neler düşündüğünü (“çalıyorlar ama çalışıyorlar” ya da “eskiden ne çile çekiyorduk yollarda”) tahmin etmek zor değil. AKP ve Erdoğan gerçekte bir şey vermediği kitlelere çaktırmadan “doktor dövme hakkını”, olur olmaz sebeplerden memurları CİMER’e şikayet hakkı vererek “her an sizinleyim” duygusunu canlı tutmayı başarmıştır. Eski hükümetlerin yanlışlarını kılık kıyafet, IMF, EYT, imar sorunlarını hem paraya hem oya tahvil edebilme becerisi sergilemiştir. Erdoğan, kararsız, kaypak, hevesli orta sınıf görgüsüzlüğünü biliyor ve “projelerini” onların arzularını uyandırma yönünde yapmayı iyi beceriyor.

Semt pazarlarını bilirsiniz değil mi? Devamlı kurulanı olduğu gibi çoğunlukla haftada bir gün kurulurlar. Bu semt pazarlarında yıllardır bir mücadele verilir ya da oyun oynanır diyelim. Pazar tezgahının önüne gelen vatandaş tezgahtaki inci gibi dizilmiş malları görür ve ön sıradan verir misin diye sorar. Pazarcı, “Sayın ablacım/abicim bizde çürük çarık mal olmaz” der, bir iki tane ön sıradakilerden geri kalanı da arka sıralardan çarçabuk poşete doldurur, size uzatır. Siz “Çürük koymadın, değil mi?” diye sorarken o sattığı malın parasını çoktan almıştır bile sizden. Pazardaki tezgahta malı sattıran o ön sıra, yani mostradır. Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin mostrasıdır ve yıllardır seçimleri kazandıran Erdoğan’ın mostrası olmuştur. Erdoğan’ın mostrası sayesinde Gül Cumhurbaşkanı, Arınç Meclis Başkanı, Binali Yıldırım Başbakan olmuşlardır. Hiç bakan, milletvekili, müdür, işadamı olamayacak sayısız kişi Erdoğan’ın yanında yöresinde bulunmaları hasebiyle mevki sahibi olmuşlardır. Kendi başlarına yol alamayacaklarını gören Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu parti başkanlıklarını bırakarak Erdoğan’ın mostrası etrafında dizilmişlerdir… Gel gör ki Giresun’da yaptığı mitingde vatandaşa seslenen Erdoğan “Sizler ne soğana ne patatese liderinizi kurban etmezsiniz” diyerek pazar tezgahında artan fiyatlardan dolayı yanına yaklaşılmayan patates ve soğanın mostralık hali için kendisinden vazgeçilmemesini istemiştir. Hep mostrasıyla kendini var etmiş biri için çok dramatik bir talep değil mi?

Burjuva demokrasisi genel oyla, seçimle ciddi bir risk alıyor gibi görünse de kendini rahatlatacak geçerli bir argüman kazanır: “Şimdi şikayet ettiğiniz, beğenmediğiniz kadroları siz seçtiniz ama”, “Kim gelse aynı zaten”, “Biz toplum olarak bozuğuz” gibi. Kaderimiz, siyasetin hiçbir aşamasında yer almayıp sadece seçimden seçime oy atmayı yeterli gören seçmen profilinin tercihlerine kalınca, üst üste seçim kaybedilince, bir süre sonra siyasetin uzun ve meşakkatli yolunu göze alamayanlar tarafından konu, iş “Bu halktan bir şey olmaz” kaytarmacılığına varıyor ne yazık ki. Memleket ya da etrafımız, düzen değişikliği konusunda, kısacık süren devrimci mücadelelerin sonucunu hızla görmek isteyenlerin hayal kırıklıklarıyla dolu bir albüm gibi zaten… Burjuvazi, burjuva demokrasisi bu hayal kırıklıklarını, daha doğrusu kimleri nerelerden tek tek nasıl toplayacağını çok iyi biliyor ve onları konuşturuyor akşam sabah medyada. Her seçimde riske ettiğinden kat be kat kazanıyor.

Seçmen tercihi derken çok ilginç bir durum var ülkemizde. Halk iken beğendiği kişiyi nedense seçmen olarak beğenmez, oy vermez, başbakan veya cumhurbaşkanı olarak seçmeyi düşünmez. Halk iken beğendiği kişiyi seçmen kimliğine girince bazı makamlara layık görmez. Örneğin halkımızın ezici bir çoğunluğu Kılıçdaroğlu mahallenin fırıncısı olsa gider ekmeğini ondan alır. Mahallenin bakkalı olsa evinin anahtarını ona bırakır, okuldan gelen çocuklarına göz kulak olmasını ondan ister. Kılıçdaroğlu bir okulda öğretmen olsa çocuklar için canla başla uğraşacağını bilir veliler. Kılıçdaroğlu doktor olsa vatandaş tedavi için ona gider. Kılıçdaroğlu bankacı olsa parasını, birikimini ona teslim eder, kredi koşulları için ona danışır… Ama aynı vatandaş seçmen kimliğine bürününce Kılıçdaroğlu’na değil daha atraksiyonlu, vasıfsız, güvenilmez kişilere oy verdi, verir. Nedense memleket yönetimine talip olunca nitelikli, dürüst olmanın yerine daha niceliksel, yanar döner saikler belirleyici olmakta, sanki negatif bir diyalektik seçim tozu dumanı içinde niteliksel birikimi niceliksel değişkenlere karşı kaybettirmektedir.

14 Mayıs 2023 seçimleri 85 milyonluk ülkede 64 milyon kişi oy kullanabilir durumda. Bu seçmenin en az 50 milyonluk kesimi açlık sınırıyla (10bin lira) yoksulluk sınırı (33bin lira) arasında yaşamaya çalışan emekçi sınıflarının mensubu insanlar. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi seçimin sonucunu belirleyen sosyal sınıf belli de seçimin kazanan politik sınıfı belli değil. Siyasetin biricik belirleyeni belli periyotlarla ,uzun aralarla yapılan seçim ve sandık siyaseti olmamalı. Bireylere önerilen “Her ne ararsan içinde/kendinde ara!” gibi ötekini, dışarıyı, toplumu ikincilleştiren, önemsizleştiren bir yaklaşımın benzeri olan “Her ne ararsan sandıkta ara!” kolaycılığının, konformizmin, bağımlılığın sakıncalarını unutulmamalı.

Siyaset mostraya kimleri koyacağımıza, seçeceğimize değil, neyi seçeceğimize, neden seçeceğimize ve nasıl yapacağımıza dair olmalıdır… Da bu ara çok anlaşılır sebeplerden dolayı…

Halk umutlu ve ilgiliyken ibretlik bir öykü dinlemek istiyor.

Halk, Erdoğan’ın vaktiyle siyasette, ticarette, devlette bir yerlere getirdiği “şahsiyetlerin” kaybedince Erdoğan hakkında neler anlatacaklarını merak ediyor.

Halk, Erdoğan’ın, Deniz Baykal veya Muharrem İnce’ye değil de özellikle yıllardır hakir ve küçük gördüğü “Bay Kemal’e“ karşı kaybetmesini görmek istiyor.

Bu pazar sandıkta esaslı dip köşe bucak bahar temizliği var... (FATİH ŞAHİN - SENDİKA.ORG)

Daha yeni Daha eski