birartbir.org, Greenwich Üniversitesi öğretim üyesi, iktisatçı Cem Oyvat ile Türkiye ve dünya ekonomisi üzerine, "Gelecekten Borçlanmanın Acı Bedeli" başlıklı ve Ulus Atayurt - Yiğit Atılgan imzalı, anlamlı ve değerli bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşinin bazı bölümlerini aşağıda ilginize sunuyoruz. (GAZETE DEMOKRAT)
-Düşük faiz-yüksek kur, yüksek faiz-düşük kur sarmalının içinde hep bir cari açık ortaya çıkıyor. Seçim öncesinde kuru tutmak için Hazine’den, “arka kapıdan” çok büyük bir para harcandı. Erdoğan bu yapılanların seçim sonrasındaki sonuçlarının ne kadar farkındaydı?
Elbette tahmin ediyordu, ama ekonomi politikasını aslen seçimi kazanmak üzerine kurmuştu. Kur artışlarına seçime kadar izin verilmedi. Bu ciddi anlamda rezerv tüketerek yapıldı. Ayrıca KKM de kısa vadede yardımcı oldu. Cari açık, KKM, bütün sorunlar geleceğe ertelendi. Örtülü sermaye kontrolleri ya da KKM uygulaması kurdaki spekülatif artışı bir süre engellemiş olabilir, ama her ay milyarlarca dolar dış ticaret açığı verdiğiniz zaman kur üzerindeki baskı sadece spekülatif nedenlerden kaynaklanmaz. Ortada gerçek bir baskı, döviz ihtiyacı var. Sonsuza kadar böyle açık veremezsiniz, bir noktada kur artacak ve buna bağlı dış ticaret açıkları da zorunlu olarak düşecektir. Türkiye aslında şu anda bunu yaşıyor.
Dolar görece değersiz olunca ithalat, dolayısıyla cari açık artıyor. Dolar görece değerli olunca ihracat ithalata bağımlı olduğu için cari açık yine artıyor. Sorunun para politikası ile çözülemeyeceği aşikâr değil mi?
Kur şokları cari açığın kapatılması açısından kısmen geçici bir süre çözüm olabilir. Sorun şu: Fiyatlar da kur şoklarını takip edince tekrar cari açık vermeye başlıyorsunuz. Türkiye’de yaşanan kur şoku “Çin modeline geçiyoruz” diye pazarlandı. Son kur şokunun planlı bir şekilde verildiğini hiç sanmıyorum. Bu şekilde ihracatta atılım yapan bir ülke örneği yok.
Kur şoklarını takiben fiyatlar arttı, seçim yaklaştığı için şokun boyutunu sınırlandırmak zorunda kaldılar. Bu sefer de TL fazla değerlendi. Yani Çin modelinin tam tersi noktaya vardılar. Dış ticaret açığı hiç görülmemiş seviyelere ulaştı. Para politikasının yapacakları sınırlı. TL’nin bir süre değersiz tutulması kısmen iyi bir araç olabilir, ama bu da genellikle yüksek enflasyonla sonuçlanır. Türkiye’nin uzun erimli, sağlam bir planlamaya ve ciddi bir sanayi politikasıyla ithal girdilere olan bağımlılığını azaltmaya ihtiyacı var.
-İktidarın “Çin modeli” tanımı, ucuz iş gücüyle mal üretip ihraç eden eski Çin geride kaldı, Çin teknolojik açıdan çok ilerledi. Sermaye birikimini Kuşak ve Yol projesiyle dünya sathına yaydı. AKP’nin Çin modelinden ne anlamalıyız?
Kastettikleri herhalde kurun değersizleştirilmesinden ibaret. Bunun için Çin hakkında hiçbir şey bilmemek gerekiyor. Kamunun ciddi bir kontrol uyguladığı, bölgesel yönetimlerin çok çeşitli araçlarla yatırımları belli hedeflere yönlendirdiği bir ülke Çin. Ayrıca, Çin’in ölçeği Türkiye’den çok büyük. Böylece belli ürünlerde çok fazla üretim yaparak maliyetleri düşürebiliyor, yüksek teknolojili bir mal ürettiğinde daha büyük bir pazar bulabiliyor. Ayrıca, Çin finansal açıdan kapalı bir ekonomi, döviz alım-satımları çok zor. Kısaca, Türkiye Çin’e hiç benzemiyor.
-Döviz kurunun değersizleştirilmesi farklı sermaye kesimleri arasında da bir tartışma konusu. Kur artışının enflasyonu tetikleyeceği ve kitlelerin alım gücünü düşüreceği kesin. Hükümetin seçim sonrasında kurları bir ölçüde kontrollü salıvermesinin sebepleri neler?
Seçim öncesinde TL’nin reel olarak değer kazanması ihracatçıyı zorluyordu. Türkiye İhracatçılar Meclisi bu durumdan şikâyet etmeye başlamıştı. Seçim sonrası kur şoku ihracatçıyı geçici de olsa rahatlattı. Bunun elbette sınıfsal etkileri var. Türkiye son beş yıldır kur şokları yiyor. Özellikle 2021 sonrasında büyük bir bölüşüm şoku yaşadı. Ücretlilerin milli gelirden aldığı pay ciddi biçimde düştü. Bunu geçmişte, 1994 ve 2001 krizlerinde de gördük. Seçim sonrasında kurun salıverilmesinden başka şansları yoktu. Nereye kadar böyle dış ticaret açığı verebilirsiniz? Bir noktada kuru artırmanız gerekiyor, bu bir tercihten ziyade zorunluluk. Merkez Bankası şu an rezervleri geri toplamak adına kura müdahale etmiyor. Bu yolla kurun artışını biraz daha frenleyebilirdi.
-Bu durumda enflasyonla nasıl baş edebilirler?
Edemeyecekler. Kuru, vergileri artırdınız. Benzinden nispeten düşük vergi alıyordunuz, bundan bir ölçüde vazgeçtiniz. Hepsi fiyatlara yansıyacak. KKM her ne kadar kur artışını seçim öncesinde engellese de dolar arttığı zaman KKM ödemeleri de artıyor. Bir anlamda parasal genişlemeye gidiyor, ülkenin belli bir kesimine bir servet aktarıyorsunuz. Bunun cari açığa mutlaka olumsuz etkisi olacak.
Açıkçası, Merkez Bankası’nda Hafize Gaye Erkan yönetiminin çok uzun süreli olması şüpheli. Erdoğan seçim sonrasında faiz artışlarını biraz gönülsüz kabul ediyor. Faiz artışlarına rağmen enflasyonun düşmediğini, hatta arttığını gördüğünde MB yönetimini değiştirebilir. Hatta yerel seçimler kaybedilirse, Mehmet Şimşek bile gidebilir.
-Yerel seçimler yaklaştıkça, enflasyonun zaten önlenemediği bir ortamda, tekrar parasal genişlemeye gidip kredi dağıtarak istihdamı artırmayı deneyebilirler mi?
Olabilir. Erdoğan’ın kafasından geçenleri okumak çok zor. Seçimi kazanmak için mutlaka bazı hamleler yapacak.
-Temmuzda 1 trilyon 119 milyarlık ek bütçe TBMM’ye sunuldu. Hesaplamalar sadece ücret artışlarının bütçeye yaklaşık 800, KKM’nin ise şimdilik 300 milyar lira yük getireceğini söylüyor. Deprem sonrası öngörülen yatırımlar da var. Öte yandan Erdoğan KKM borçlarını Hazine’den Merkez Bankası’na aktarırken torba yasayla, Cumhurbaşkanlığı’na meclisten bağımsız bakanlıklara ödenek tesisini planlıyor. Tüm bunlar ilkin ödemeler dengesi, ikincisi Erdoğan’ın yerel seçimler öncesi amaçladıkları açısından neye işaret ediyor? Bu türden “bütçe hakkı gaspları” başka ülkelerde de mevcut mu?
Erdoğan iktidara geldiğinden beri ülkeyi hiçbir denetime sahip olmayan bir şahıs şirketi gibi yönetmek istiyor. Torba yasayı da bu çerçevede değerlendirmek lâzım. Denetimsizliğin artması iktidarın kendi yandaşlarına sermaye aktarımını kolaylaştıracaktır. Bunu bu şekilde yapan bir ülke bilmiyorum. Örneğin, ABD’de bütçenin meclis onayından geçmesi gerektiği için iktidarın elini kolu bağlıdır. KİT’lerin varlık fonuna aktarılması da benzer şekilde bu kurumları Sayıştay denetiminden kaçırma amacı taşıyordu.
Son dönemde kamu çalışanları ve emeklilerin ücretleri ciddi şekilde artırıldı, bunlar seçim öncesi vaatler. Ama bu, bütçe ya da cari açık üzerinde yapacağı olumsuz etkilerden bağımsız olarak, aslında gerekliydi, çünkü kamu çalışanları ve emekliler uzun süredir TÜİK’in şüpheli TÜFE rakamlarına göre zam alıyorlardı. Reel anlamda yaşama koşulları gittikçe kötüleşmişti.
Öte yandan, Aziz Çelik’in yazdığı gibi, bu ücret artışları aslında kök aylıkların değişimiyle değil, Hazine katkısıyla verilen ek para üzerinden gerçekleşti. 2023 sonunda bazı emekliler, hatta memurlar hiç zam almayabilir. Yani özünde zamlar kısmen göstermelik ve kalıcı değil.
KKM yükünün MB’ye devredilmesi bütçe üzerindeki baskıyı azalttı, ama bu ödemelerin para basılarak yapılmasının yaratacağı sorunlar var. Bunun ödemeler dengesi üzerinde olumsuz bir etkisi olacaktır. Zira, KKM’den belli bir kesime servet aktardığınızda, bu kesimin yapacağı harcamalar alt kesimlere göre düşük de olsa ithalatı artıracaktır.
Burada bir paradoks söz konusu. Kur artışının cari açığı kapatması bekleniyor, ama KKM ödemeleri tam ters yönde bir etkide bulunabilir. KKM ödemeleri konut fiyatlarını da olumsuz etkiliyor. KKM ile aktarılan servet bir noktada konut piyasalarına akıyor. Zira, yatırım yapılacak kârlı finansal enstrüman bulunamıyor. Son dönemde biraz yavaşlasa da konut fiyatlarındaki artışın yeniden ivmelenebileceğini düşünüyorum.
-Son 12 ayda cari açık rekorla 60 milyar doları buldu. Sadece haziran ayında dış ticaret açığı 6 milyar dolara yaklaştı. İhracatın ithalatı karşılama oranı sadece yüzde 61,9. Bu orta vadede ne ifade ediyor? Kısa vadede borçları ödemek için körfez ülkelerinden 50,7 milyar dolar yatırım geleceği söyleniyor. Varlık Fonu’ndaki şirketlerin satılacağı söylentisi yaygın. Bu ne ölçüde çözüm-çözümsüzlük anlamına geliyor?
Türkiye, özellikle 2018’e kadar, yeterli bir sanayi politikası üretemeden sıcak para girişlerine bağlı büyüyordu. Sürekli cari açıkla büyümeden bir yapısal dönüşüm çıkmadı. Bilakis, büyüme ile cari açık arasındaki ilişki güçlendi. Burada özellikle AKP’nin ilk dönemlerindeki inşaata dayalı büyümenin, liranın o dönemde aşırı değerli tutulmasının da etkisi var. Bu yüksek dış ticaret açığının devam ettirilmesi mümkün değil. Bu yüzden seçim sonrasında ciddi bir kur şoku yedik. İktidar kurun en azından kontrollü bir şekilde artması için çaresiz bir şekilde dış sermaye arıyor.
Batı ülkelerinden gelen sermaye azaldı, çünkü hem genel olarak çeper ülkelere olan sermaye girişleri 2019 krizi sonrası azaldı, hem de Türkiye’de sürekli değişen kurallardan dolayı bir öngörülebilirlik krizi var. Sermaye girişleri için Çin gibi farklı coğrafyalara da bakılıyor. Körfez gezisi bunun bir parçası. Körfez ülkelerinden geleceği söylenen 50,7 milyar doların arkasında daha ziyade niyet beyanları var. Rakam büyük, kısa vadede ne kadarının gerçekten geleceğini göreceğiz.
Varlık Fonu’na gelirsek, büyük varlıkların çoğu zaten özelleştirildi. Ama mesela THY ciddi bir paraya satılabilir. Fakat cari açığı nereye kadar varlık satarak kapatacağız? Kamu bankaları da konuşuluyor. Örneğin, Türkiye’nin her yerinde şubesi olan Ziraat Bankası değerli. Ama kamu bankalarının tek işlevi kâr etmek değil. Mesela, iyi bir sanayi politikası oluşturmak için kamu bankaları en önemli araçlardan biri. Geçmişe baktığımızda, Kore ve Çin’in sanayileşmesinde oynadıkları kritik rolü görüyoruz. Ek olarak, iktidar bu bankaları yandaşlarına sermaye aktarmak için kullanabiliyor. O yüzden kamu bankalarının özelleştirileceğini düşünmüyorum. (SÖYLEŞİNİN TAMAMINI OKUMAK İÇİN Tıklayınız)