Türkiye’nin Afrika’daki kültürel, siyasal ve ekonomik varlığı son yirmi yılda defalarca kez katlanarak artmışken, askeri varlığın da söz konusu olduğunu görüyoruz. Türk müteahhitler, kıtanın batısından Sahel bölgesine, Afrika Boynuzu’ndan kıtanın kuzeyine kadar her yerde büyük ihaleler alıyor. Türk silah sanayisi her geçen gün daha fazla askeri platform, silah ve mühimmatı onlarca Afrika ülkesine satıyor. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Yunus Emre Enstitüsü, Türk Maarif Vakfı gibi çok sayıda kamu diplomasisi kurumu sayılarını takip etmenin gittikçe zorlaştığı ofisleri, okulları kıtanın her köşesinde işletiyor. Türkiye’nin Afrika ile olan ticaret hacmi 2003 yılında 5 buçuk milyar dolar seviyesindeyken, 2022 yılında 40 milyar doları aştı.
Türkiye sermayesinin Afrika’da son yirmi yıl içinde kaydettiği dikkat çekici mesafe genellikle büsbütün AKP’nin hanesine yazılıyor. Peki gerçekten öyle mi? Yeni Osmanlıcılık AKP tarafından icat edilmiş “yerli ve milli” ideolojimiz mi? Bu sorulara Afrika özelinde cevap vermek için Türkiye’nin Afrika macerasının sıfır noktasına gitmemiz gerekiyor. Bir 28 Şubat paşasının, bir sosyal demokratın ve bir vaizin hikayesine…
Bir 28 Şubat paşası
Yeni Osmanlıcılığın Afrika’da kazandığı ilk büyük mevzinin Somali olduğunu ve bunun 2011 yılında başlayan bir hikaye olduğunu biliyoruz. Ama konumuz o değil. 2011’den yıllar öncesine fakat yine Somali’ye gideceğiz.
Afrika Boynuzu’nun kuzeydoğu ucundaki bu ülke, bulunduğu konum nedeniyle en başta dünya ticareti açısından stratejik öneme sahiptir. 1991 yılında girdiği ve hala içinden çıkamadığı iç savaş Somali’yi mahvetti. Özellikle savaşın ilk yılları korkunç boyutta kanlıydı. Ülke onlarca kabile ve savaş ağasının birbirini acımasızca yemeye çalıştığı bu iç savaşla benzeri bu çağ için bile az olan bir toptan yıkıma maruz kaldı. Somali devleti, burjuva akademisinin yaygın tabiriyle “failed state” [tutmamış devlet] haline gelmekle kalmadı, bu terimin bariz örneği oldu.
Bu durum emperyalizmin jandarması ABD için bir “barış, demokrasi, ulus inşası ve insani yardım” müdahalesine imkan sağladı. Somali, soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içinde olan bir ülkeydi. Sovyetler Birliği’nin olmadığı bu yeni dünyadaki yeri belirlenmeliydi. ABD, komünizm belasından yakayı kurtardığı bu yeni çağda, köpeksiz köyde değneksiz gezeceğini açıkça göstermeliydi. Ülkedeki istikrarsızlık yakın çevresi ve hatta dünya ticareti için de risk kaynağıydı.
İnsani yardımların sivillere ulaştırılamaması Birleşmiş Milletler’den (BM) müdahale kararının çıkarılmasını kolay hale getirdi. ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler Somali Operasyonlarının ilki, UNOSOM I bir kuruldu. UNOSOM I daha çok keşif mahiyetinde kaldı. Operasyonun mahiyetinin geniş olmasının şart olduğu anlaşıldı. Üstelik ABD, tüm insani yardım masalına rağmen Somali’de hiç hoş karşılanmıyordu.
UNOSOM II süreci başlatıldı, bu kapsamda bir Birleşik Görev Gücü kuruldu. ABD öncülüğünde toplanan UNOSOM II Birleşik Görev Gücü’ne NATO müttefikleri haricinde çeşitli ülkelerin katılması, özellikle müslüman askerlerin mümkün olduğu kadar aktif olması organize edildi. ABD, Somali’de istenmeyen bir özne olmayı bu sayede aşmayı deneyecekti. 27 ülkenin katıldığı görev gücünün önemli harekatlarında başta Pakistanlı askerler olmak üzere müslüman askerler gerçekten de önemli roller üstlendi.
ABD’nin, Somali’de meşruiyetini sağlamak maksadıyla asıl hamlesi ise görev gücü komutanının belirlenmesinde oldu. Görev gücüne komutan olarak o dönem korgeneral rütbesiyle genelkurmay harekat daire başkanı olarak görev yapan Çevik Bir getirildi. Görev gücü ABD tarafından oluşturulmuştu. Operasyonu idare eden generallerin ve üst düzey subayların büyük çoğunluğu ABD ordusuna mensuptu. Ama ABD, Türkiye’nin bu müslüman ülkede kendiliğinden bir itibara, bir yumuşak güç potansiyeline sahip olduğunu düşünmüş, komutan olarak bir Türk generali seçmişti. Çevik Bir, karargahında kritik noktalarda ABD ordusu mensuplarının yer aldığını memnuniyetle ifade ediyordu. Hatta asıl komutanın Bir’in yardımcısı sıfatıyla görev yapan ABD ordusundan Tümgeneral Thomas Montgomery olduğunu düşündürten epey veri mevcut.
1993 yılında başlayan harekat 1995’te harekatın ilan edilen hedeflerine ulaşılamadan sona erdi. Geriye tarumar olmuş bir ülke, kült bir Hollywood filmi ve Çevik Bir paşanın ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan aldığı madalyalar kaldı. Daha sonra 28 Şubat’ın kudretli generallerinden olacak olan Çevik Bir, ABD’nin ona komutancılık oynatmasının gururunu her daim taşıdı, Somali anılarını kitaplaştırdı.
Fakat meselenin Çevik Bir’in şahsi kariyerini aşan bir önemi olduğunu iddia edebiliriz. Türkiye’nin Afrika’ya dönük ilgisinin bu operasyondan sonra aşağıda anlatacağımız şekilde bir anda belirivermesi bir rastlantıdan mı ibaret? Türkiye’nin bugün Somali’de en etkili unsur haline gelmesi bu soruya hayır cevabı vermek için yeterli. Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyası ve müslüman dünya üzerinde yumuşak güç potansiyeline sahip olduğu yönündeki Yeni Osmanlıcı dış politika tezi düpedüz Amerikan icadıdır. Türk islamcısı bu tezi ABD’nin gösterdiği yere bakarak öğrenmiştir: Somali’ye, Bosna’ya, Afganistan’a. Yeni Osmanlıcılık Türk - Amerikan ortak yapımı bir ideolojidir.
Bir sosyal demokrat teorisyen
1990’larda Türkiye kapitalizmi ciddi bir pazar sorunuyla karşı karşıyadır. Son yıllarda hızla büyümüş Türkiye sermaye sınıfı arzu ettiği sıçramayı gerçekleştirmek için bu sorunu halletmek zorundadır. 1996 yılında gümrük birliğine girilmesi bu sorunu belli ölçüde hafifletse de pazar arayışı Türkiye sermaye sınıfının ana gündemlerinden olmaya devam eder. Türkiye burjuvazisi artık kabına sığmamaktadır. İç tüketime dayalı sermaye birikimi onun dişinin kovuğuna yetmez. Yeni pazarlar, sömürülecek yeni ucuz emek olanakları, yeni maceralar arayışındadır.
Afrika devasa büyüklüğü, zengin kaynakları, toplama vurulduğunda devasa bir pazar oluşuyla cezbedicidir. Özal’ın tabiriyle “küçük Amerika” olmaya soyunan Türkiye bu lezzetli pastadan kendine bir pay koparmaya çalışmaya kararlıdır. Ama nasıl?
Yeni Osmanlıcılık fikrinin teorik metinleri nelerdir, diye bir soru sorsak akla ilk gelen Ahmet Davutoğlu'nun “Stratejik Derinlik” kitabı olacaktır. Buna başka islamcıların yazdığı birkaç makale ve kitap daha eklemek mümkün olabilir. Ancak söz konusu Afrika olduğunda, Yeni Osmanlıcılık için de temel bir metin olan bir belgeden bahsetmemiz gerekiyor: Afrika’ya Açılım Eylem Planı.
İsmail Cem, Türk sosyal demokrasisi için önemli bir isim. Siyasetçiliği ve devlet adamlığı kadar teorisyenliği de onu önemli kılıyor. Türk sosyal demokrasisinin önemli teorik eserlerinden birkaçı onun tarafından yazılmıştır. “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” en meşhur ve sanırım en önemli eseri. Ancak bu yazıda onun Türk sosyal demokrasisine olan teorik katkılarını ele almayacağız. İsmail Cem, Yeni Osmanlıcılık fikrinin temel metinlerinden biri olan “Afrika’ya Açılım Eylem Planı” nedeniyle bu yazıda anılmak zorunda.
Türkiye için o dönem çok uzak bir bilinmezlikler kıtası olan Afrika’da kalıcı, kapsamlı bir varlık gösterebilmesinin zor bir iş olduğu bellidir. Bunun gerçekleşebilmesi iyi bir plana ve sabıra bağlıdır. 1998 yılının kasım ayında İsmail Cem’in girişimleriyle, büyükelçi payesiyle görev yapan Numan Hazar’a bu plan hazırlatıldı. Türkiye’nin Afrika politikasına hala bu eylem planı yön vermektedir. İsmail Cem, Türkiye’de geri kalmışlığın nedenlerini aramak için çıktığı siyasi yolculuğunda Afrika’ya varmıştır.
Eylem planının hedeflerin tarif edildiği bölümünde, büyüyen Türk ekonomisinin 10 yıl kadar sonra hammadde ve pazar arayışında olacağı belirtilir. Elbette Türkiye’nin Afrika açılımının tek nedeni bu değildir ama Türk burjuvazisinin asıl karın ağrısını gizleme ihtiyacı duyulmaz. Planda Türkiye’nin başarılı bir Afrika siyaseti için kamu diplomasisi aygıtlarına ihtiyaç duyduğu tespiti yapılır ve TİKA bu ihtiyacı gidermesi için önerilir. TİKA bugün Afrika’daki en önemli Türk kurumlarından biri olmaya devam ediyor fakat artık yalnız değil. Türkiye devlet kurumları, vakıflar, tarikat ve cemaatlerden oluşan büyükçe bir kamu diplomasisi ekosistemini Afrika’da kurmayı başarmış durumda. Yine planda önerilen Afrika’ya heyet ziyaretleri düzenlenmesi önerisi de bugün sıkı bir şekilde uygulanıyor. Erdoğan’ın birkaç uçak dolusu siyasetçi, gazeteci, patron ordusuyla gerçekleştirdiği Afrika turları herkesin malumu. Planda Türk müteahhitlerinin Afrika’da faaliyet göstermeye teşvik edilmeleri de öneriler arasında. Bugün Türk müteahhitler kıtanın dört bir köşesinde devasa demiryolu, liman, havalimanı gibi altyapı ihalelerini alıyor. Uzatmayalım, eylem planı Türkiye’nin Afrika açılımının çerçevesini çizmiş ve Türkiye günümüze kadar bu metne sadık bir Afrika siyaseti izlemiştir.
Bir vaiz
Afrika’ya Açılım Eylem Planı’nda TİKA’nın kamu diplomasi faaliyetleri için önerildiğinden bahsetmiştik. TİKA, bugünün aksine o dönemde Türkiye’nin elindeki tek kamu diplomasisi aygıtıydı. Türkiye’nin Afrika açılımı ve kamu diplomasisi alanındaki zayıflığı dönemin pek muteber bir vaizine malum olmuş olsa gerek(!) Fethullah Gülen ve liderlik ettiği örgüt, eylem planından bir yıl önce Sahraaltı Afrika’daki ilk okulu açar. Fethullahçıların Senegal’de açtıkları okulu bir yıl sonra (yani eylem planının yazıldığı yıl) Kenya, Tanzanya ve Nijerya’daki okullar izler. Nihayetinde Fethullahçılar ilkokuldan lise seviyesine kadar eğitim veren 110 okul ve bir üniversiteyi işletir noktaya gelir. Bu okullar faaliyet gösterdikleri ülkelerin en elit eğitim kurumları haline gelir. Fethullahçı çete Türkiye burjuvazisinin iştahını da, maceraperestliğini de, boyunu da geride bırakıvermiştir.
Fethullahçılar, eylem planındaki önlemlerden biri olan Afrika’da yardım organize edilmesi önerisini de sahiplenir. Fethullahçı çeteye ait Kimse Yok Mu Derneği sadece 2013 yılında 20 milyon dolara yakın bir yardımı Afrika ülkelerinde dağıtır. Elbette burada da Türkiye’nin politikalarıyla tam bir eşgüdüm söz konusudur. 2011 yılında Afrika Boynuzu’nda korkunç bir kuraklık yaşanır. Türkiye organize ettiği yardımlarla başta Somali olmak üzere bu bölgede kalıcı bir yer edinir. Kimse Yok Mu yardımları da elbette o süreçte Afrika Boynuzu’na yoğunlaşır.
Türk burjuvazisinin Afrika’da yatırım ve ticari ilişkiler geliştirmesinde de Fethullahçıların “iş dünyası örgütü” olan TUSKON koçbaşı vazifesi üstlenir. TUSKON, sayısız organizasyon ve karmaşık ilişki ağları ile Afrika ile Türkiye burjuvazisi arasında kalıcı bağlar kurulmasında yadsınamaz bir rol oynar.
AKP ile Fethullahçı çete arasındaki ittifak sona erdikten sonra Türkiye, kıtadan Fethullahçıları silmek için yoğun bir çaba sarf etti. Fethullahçıların okullarının pek çoğunun Türk Maarif Vakfı’na devrettirildiğini biliyoruz. Nihayetinde Fethullah Gülen, Yeni Osmanlıcılığın Afrika’yı keşfindeki en önemli isimlerden biri belki de en önemlisidir.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da bulunan Kaşifler Anıtı ünlüdür. Atlas Okyanusu’na bakan heykelleriyle coğrafi keşiflerin meşhur Portekizli denizcilerinden oluşan görkemli bir anıt. Bir gün Yeni Osmanlıcılık, Afrika keşfi için anıt dikmeye karar verirse diye bir öneride bulunalım. Akdeniz sahiline, Afrika’ya doğru bakan ve kol kola girmiş halde Çevik Bir, İsmail Cem ve Fethullah Gülen heykelleri; bir adım arkalarında ve bir miktar daha yüksek bir kaide üzerinde Erdoğan heykelinden oluşan bir anıt bu hikayeye epey yakışacaktır.
Ancak, eğer Türkiye’de sermaye bu anıtı dikecek kadar egemenliğini sürdürürse, anıtın kaidesinin etrafında yoksulların oturup, o günkü açlıklarını nasıl bastıracaklarını keşfetmek üzere tefekküre dalmış olacakları da kesindir. (HAKKI HACINEBİOĞLU - SOL.ORG)