İnsan kadimdir; yaratılmamıştır, yaratandır. Her kişi tanrıdır, her biçimde gözüken odur. Öyleyse görünen tanrıya tapalım… Ruh bir bedenden çıkıp başka bedene geçer. Kabir azabı diye birşey olamaz; ölülerin dirilmesi, soru ve hesap günü de yoktur. (Şeyh İsmail Maşuki)
Yukarıdaki sözleri ve buna benzer daha birçoklarını söylemiş olan kişi 19-20 yaşlarında bir gençtir. İnsandan başka bir tanrı tanımayan bu delikanlı, dinlerin temellendirildiği ölümötesini, yani öbür dünyayı da kesinlikle kabul etmiyordu. O, yaşanılan nesnel dünyanın nasıl en iyi bir biçimde değerlendirileceğinin siyasetini yapmıştı.
Değerlendirmesi, çoğunluğun, yani halkın mutluluğunu amaçladığı için, Sultanın, ulema ve umeranın (alimler ve amirler, yani yönetici sınıfın) yüzde yüz karşısındaydı. İsmail Maşuki, halkın ona yakıştırdığı adıyla Oğlan Şeyh bu siyasetini, şeriat temeline dayalı islam devleti olan Osmanlı imparatorluğunun en güçlü bulunduğu, dolayısıyla muhalif düşünce ve inanç topluluklarını amansızca ezdiği, Yükselme Dönemi’nde yapmıştır.
Osmanlı tarihyazıcılarından Nevizade Atayi onun hakkında şu kısa ana bilgiyi vermektedir:
“Bayrami tarikatının şeyhlerinden Aksaraylı Pir Ali Sultan’ın oğlu olup, ‘Oğlan Şeyh’ demekle ünlüdür. Kendisi karışıklığa neden olmuştur.”
“914 ( 1507-8) tarihinde doğmuş olan Maşuki, babası tarafından yetiştirilerek her geçen gün bilgisini ve görgüsünü artırmıştır… Sonra İstanbul’a gitti. Orada bilgisini, düşünce ve inançlarını yaymaya başladı.”
“İsmail Maşuki, büyük bir çekiciliğe sahip bulunuyordu. Genellikle camilerde va’zlar verir, tefsir aktarır; aydınlatıcı toplantılar yapıp yol gösterirdi. Halktan ve askerden pek çok insanı kendisine bağlamıştı. Söyledikleri halk arasında gürültülere neden oluyordu.”
“Bir yıl kadar bu çalışmalarını sürdürdü. 935 ( 1528) yılında, zamanın müftisi olan ibn Kemal Paşazade’nin fetvası ile, bozgunculuğunu yoketme işi din kılıcına havale edildi ve öldürüldü…”[1]
Onu her yönüyle tanıtıcı olmasa da Şeyh İsmail Maşuki hakkındaki bilgileri, sadece Osmanlı tarihyazıcılarında değil, belki fazlasını Şeriyye Sicili defterlerinde bulmaktayız. Bu Şeriyye kayıtları bütünüyle Oğlan Şeyh’i mahküm eden suç delilleri(!), yani onun konuşmalarından seçilmiş şeriata aykırı ve küfür kabul edilen sözlerdir. Bu sözler Divan-ü Hümayundaki özel mahkemede, isimlerinin başında “Hacı, Mevlana, Derviş ve Şeyh” gibi mahlaslar taşıyan 6-7 tanığın ifadeleri olarak dinlenmiştir.
Maşuki’nin sözlerinden çoğu kez çarpıtılıp, en kaba küfürlere dönüştürüldüğü ifadelerde bile nedensellik rahatlıkla kavranabilir durumdadır. Suç kanıtları olarak söylenenlerin hiçbirinde anlamsızlık ve büyük tutarsızlıklar yoktur. Oysa en azından üçüncü ağızdan bize ulaşmaktadır.
Maşuki’nin çeşitli yollarla bize kadar gelen sözlerindeki düşünce ve görüşlerin pekçoğu kendisinin değildir. Ama, bunların yürekli taşıyıcısı ve cansiperhane yayıcısı olmuştur. İsmail Maşuki’ye ilişkin bilgilerin bir kısmı, Şeyhülislam Ebusuud Mehmet Efendi’nin 1567 tarihinde, Gazanfer Dede’nin dinsizlikten soruşturmasına dair başvezire gönderdiği mektupta bulunmaktadır. Bu fetva mektubunda:
“…Ben Oğlan Şeyh’in katledilmesi işinde, alışılmışın dışında fazla çaba gösterip, yavaş ve dikkatli çalışmışımdır. Yargılama sonunda Mevlana Şeyhi Çelebi, onun dinsiz olduğuna karar vermişti. Ben yargılamayı iki-üç meclis daha uzattım.
Herhangi bir yoruma asla meydan bırakmıyacak önlemleri aldıktan sonra karar verdim.” [2]
diye yazan Ebusuud’u, korkunç olaydan tam kırk yıl sonra günah çıkarırcasına bir davranış içine girmiş sanırsınız, ama değil. Kesinlikle yalan söylüyor, Oğlan Şeyh’in bir an önce kafasının kesilmesi için elinden geleni yapmıştır.
1527 yılında Sahn Medresesi müderrisliğinden Bursa ve hemen arkasından İstanbul kadılığına atanmış olan, büyük yükselme hırsına sahip İskilipli Ebusuud Mehmet efendi, kazaskerlerin katılmamış olduğu bu özel duruşmada, Şeyhi Çelebi’den daha yetkiliydi. Şeyhülislam ibn Kemal’in öğrencisi, yani onun yetiştirmesi olarak mahkemenin en etkin üyesi idi. Sadrazam İbrahim Paşa ve kafes ardında duruşmayı izleyen Padişah Sultan Süleyman’a tüm bilgi ve becerisini göstermeye çabalamıştır. Adı geçen fetva mektubunda İsmail Maşuki olayına şöyle giriyor:
“Soru: ‘Suçlu görülerek katledilen Oğlan Şeyh dedikleri kişi zulmen öldürüldü!’ diyen insanlara ne yapmalı?”
“Cevap: Onun mezhebindeler ise öldürülür!”
Bu girişten hemen anlaşılıyor ki kırk yıl sonra Oğlan Şeyh davası hala tartışılmakta ve yönetimin zalimliği ve baskısıyla bu gencin haksız yere katledildiği yolundadır kamuoyunun düşüncesi. Kaldı ki, zaten bu özel duruşmadan sadece suçlamalar gelmiştir günümüze. Öyle anlaşılıyor ki Şeriyye Sicillerinde, dinsizlikle suçlanan kişilerin savunma kayıtları pek tutulmamaktadır. Ya da Hanefi hukukunun yargılama sisteminde savunma ve suçlunun tanık gösterip, lehinde ifadelerinin alınmasının yeterli işlerliği sözkonusu değildir. Kısacası cevapta görüldüğü gibi, Hanefi inancı dışındaki “mezhepteler ise öldürülür”.
Osmanlı’da merkezi hükümet kuvvetlenip, Doğu’nun teokratik devlet anlayışı tam yerleşince, artık şeriatın temsilcilerinin dogmatik Sünni düşünceye aykırı görüşler yaşatılmadı. Çünkü egemenlik Sünni anlayışa dayanıyordu ve bu dogmatizme göre yönetilen devletin kanun yorumcuları (ulema) da sistemi kuvvetlendirmek için ellerinden geleni yapacaklardı. Böylece Sünni inanç ve anlayışa aykırı düşünenlere yaşama hakkı tanınmamıştır. Örneğin yine Kanuni Süleyman devrinde ulemaya mensup Kabız adlı bir bilgin, İsa’nın peygamberliğini Muhammed’e eşdeğer ya da ondan makbul saydığı için yargılanmıştır. Ancak birinci yargılamada mahkeme üyelerini altettiğinden katledilemeyince, padişahın müdahalesiyle bir kez daha yargılanmış ve Sünni islam düşüncesine aykırı hareket ettiğine dair Şeyhülislam İbn Kemal’in fetvasıyla kafası kesilmiştir.[3]
Kabız’ın iki kez yargılanması gösteriyor ki, Sünni İslam düşüncesine aykırılıkla işlenen dinsizlik suçundan kelle kurtarmak mümkün olmuyor. Kabız divan-ı hümayunda sadrazamın ve kafes ardındaki Padişahın huzurunda, iki divan üyesi Anadolu ve Rumeli kazaskerini yüksek bilgi ve savlarıyla susturarak davayı düşürmüştür.
Nevizade: “Molla Kabız bazı ilimleri biliyordu. Ancak bilgisi ve becerisi o sapıklık tutkusuna zehir oldu. Aklı kendisine köstek oldu…”[4] derken gerçeği dile getiriyordu; Sünni- islam dışı bilgiler ve olaylara akılla, akılyürüterek yanaşma dinsizlikti. Çünkü akl ilim değil, nakl ilim geçerliydi.
Peçevi Tarihi’nde, birinci duruşma sonunda Padişahla sadrazam İbrahim Paşa arasında geçen şöyle bir konuşma görülür:
“Padişah: ‘Bir dinsiz bizim divanımıza gelir ve büyük peygamberimizin yüce şanına leke sürecek saçmalar söylemeye güç bulur.Üstelik susturulamaz. Buna sebep nedir?’ Sadrazam:
‘Ne yapabiliriz? Kazaskerlerimiz dinsel konularda yeterli bilgilere sahip değiller ki o lanet adamı susturup konuşamaz edebilsinler…’ diye yanıtlayınca Padişah:
“İlim yalnız kazaskerlerin tekelinde olan birşey değildir. Sabah, müfti ile Kabız hazır olsunlar. Ve bu yargılama yeniden yapılsın!.. diye buyruk verdi.”[5]
Olay bütünüyle siyasi ve toplumsal sarsıntılar yaratacak güçteydi. Şeriat bağnazlığı ve zulmüne karşı çıkarken Kabız, imparatorluğun hatırı sayılır yoğunluktaki Hristiyan tebasını, destek olarak kullanıyordu; İsa peygamberin üstünlüğünü ileri sürerek.
Molla Kabız’ın katlinden sonra henüz bir yıl geçmeden İsmail Maşuki olayı Edirne ve İstanbul’u sarmış; farklı ve çok önemli boyutlarda gelişmiştir. Anlatıldığına göre Pir Ali Sultan Aksarayi, oğlunu Sultan Süleyman’ın isteği üzerine, onun koruması altına Dersaadet’e, yani başkent İstanbul’a göndermiştir. Kendisi hakkında da, şeriata aykırı davranış ve sözlerinden ötürü, Divan-ı Hümayunda açılan duruşmadan sözedilir. Tarihyazıcıları ve Bayrami Melamilerinin yapıtlarında geçtiğine göre, bizzat Sultan Süleyman, savunmasında kullandığı sözler hoşuna gittiği için soruşturmaya katılmıştır. Pir Ali Aksarayi’nin, Mehdilik iddiası ve cenneti yadsıması ve diğer şeriata aykırı sözleri üzerine verdiği tevilli yanıtlardaki ince zekâ ve mizah, Padişah’ı fazlasıyla etkilemiş. Öyle ki, onu cezalandırmak değil, tersine ödüllendirerek Aksaray’a geri göndermiştir.
Şeriat mahkemeleri duruşmalarında suçlanan kişinin kendini kurtarabilmesi için, üç savunma ya da ifade biçimi vardır: söylemiş olduğu sözleri yorumlayarak tevil eder, yani tam tersine çevirir. Ya da “Nakli küfür, küfür değildir” ilkesinden yararlanmak maksadıyla sözlerin kendisinin olmadığını ıspatlamak ve tövbe istiğfar etmekle kendini kurtarır. Ancak ne varki uygulamada dinsizlik; mülhid, rafızi ve kızılbaşlık gibi dinsel sapkınlık olarak nitelenen suçların bağışlanması az görülen olaylardandır.
İsmail Maşuki’nin yargılanmasında Padişah, Molla Kabız’daki başarısızlıklarından ötürü, kazaskerleri duruşmaya çağırtmamıştır. İlk aşamada Şeyhülislamı tayin ederek mahkemenin bir an önce bitirilmesini arzu etmiştir. Edirne ve İstanbul’da Oğlan Şeyh’i tutan ve ona inanan her sınıftan binlerce insana gözdağı vermek, yandaşları sindirilmek istenmiştir.
Bir bakıma yönetim, genç İsmail Maşuki’nin kişiliğinde, bir-iki yıl önce Anadolu’da Hacı Bektaş soyundan Kalender Sultan ve Baba Zünnun önderliğindeki Rafızi- Kızılbaş ( Alevi) başkaldırısının fikir olarak dağdan-kırlardan kente inmesi gibi değerlendirmiştir. Kısa süren özel Divan-ı Hümayun duruşmasında, yeni İstanbul kadısı Ebusuud’un suçlamaları ve altı tanığın aleyhinde verdikleri ifadelere dayanarak Şeyhülislam ibn Kemal, henüz yirmisindeki İsmail Maşuki’nin katline fetva vermiş. Başı kesildikten sonra, toprağa gömülmeye bile layık görülmeyerek, bedeni ve başı ayrı ayrı denize atılmak gibi korkunç uygulamaya gidilmiştir.
Oğlan Şeyh’le birlikte kimi tarih yazıcılarına göre 12, kimilerine göre 10 müridi de katledilmiştir. Şeriyye Sicilinde bunlardan söz edilmediğine bakılırsa, müritleri olan, ayaktakımı dedikleri kişilerden 10-12 sini gelişigüzel yakalayarak, başlarını kesmiş olmalılar.
Şimdi tarihçilerin anlattıkları, Ebusuud’un fetvası ve Şeriyye Siciline kayıtlanmış tanık ifadelerinden İsmail Maşuki’nin düşünce ve eylemlerini görelim. Ayrıca düşüncelerinin kaynaklarını; onları kimlerden naklettiği ya da nereden esinlendiğini saptamaya çalışalım.
Yaşamının üçte birinden fazlasını (28 yıldan fazla) Osmanlı Şeyhülislamı olarak geçirmiş olan Ebusuud Efendi; adı geçen fetva mektubunda, İstanbul kadılığı dönemindeki İsmail Maşuki davasında kullandığı suçlama delillerini göstermekte. Bunlardan dolayı katline fetva vermiş olduklarını açıklamaktadır. Kırk yıl sonra getirilen bu açıklama ile, Gazanfer Dede’nin ölüm fetvası için örnekleme yapılmıştır.
Aşağıda bu ölümcül(!) kanıtlarından yeri geldikçe özetler geçerken, hazretin kırk yılda akıl-us yönünde bir arpa boyu ilerlemediğini de göreceğiz. Şeriyye Sicili’ndeki tanıklara gelince: içlerinden Hac Tarak (Büyük olasıyla Hacı Tarık’tır ve onu tercih edeceğiz.) ve Muhiddin’in adlarının sıkça geçmesi; onu heryerde izlediklerini ve bu nedenle ya saray hafiyelerinden ya da Maşuki’nin müritlerinden olup, satın alındıklarını gösterebilir. Bunlar alabildiğince basit ve kaba küfürler biçimindeki ifadelerle ortaya koymuşlardır Oğlan Şeyh’i. Genç İsmail Maşuki bir mutasavvıf ozan olarak, Yunus’tan Seyyid Nesimi’ye uzanan bir çizgide Türkçe şiirler de yazmıştır. Lalizade Abdülbaki (Sergüzeşt 316, a-b): “İsmail Maşuki’nin galebeyi cezbeyle, maarifi hakkani ve esrarı rabbaniyi mutazammın türki eşar ve ledünni güftar sahibi olduğunu (yani, İsmail Maşuki’nin coşku halinde söylediği kurallara uygun ve tanrısal sırları içeren Türkçe şiirleri ve gizemli sözleri vardır.)” diye yazmaktadır.
A. Gölpınarlı, Süleymaniye kütüphanesinde bir yazmadan beş gazel ve bir mesnevisini saptamıştır.[6] İsmail Maşuki bu şiirlerinde tanrıyı bilmenin yolunun bir mürşit eteğini tutmaktan geçtiğini; herşeyin insanda gizli ve insan yüzünün tanrıyı yansıttığını anlatır. İnsan evrendeki herşeyden yücedir. Kısacası tanrı insandır, secde ona edilmelidir; Tanrı en açık biçimde ile görünüm alanına çıkar. Yani, onlarda zuhur eder… Dili 16.yy halkın konuştuğu istanbul Türkçesidir. Şiirlerinden bazı beyitler geçerek yakından görelim:
1)
Tut Hakkı bilmek dilersen ehl-i irşad eteğin
Niceler bilmediler kim böyle erkân gizlidir
Değme bir hor ü hakire hor deyu kılma nazar
Kalbinin bir küşesinde Arş-ı Rahman gizlidir
2)
Gönüldür menzil-i canan gönüldür vasılı Rahman
Gönüldür aşık ü sadık değil hali temennadan
Çü sensin aşık ü maşuk çü sensin talib ü matlub
Haber vir gel nedir şahım murad olan bu gavgadan
3)
Suretinde biz ki Hakkın suretin gördük iyan
Men idemez bizi Haktan zahidin efsanesi
Ehl-i aşkın gözüne yeksan görünür daima
Mabed-i abid ile hem rahibin büthanesi
Sırr-ı ekber sahibidir sırr-ı meyhanem benim
Her taraftan cezbeder aşıkları humihanesi
4)
Senin zatındürür mescüt ana cümle eder secde
Mesacette eger aşık kilisada eger ruhban
(6)
Veli insan gibi mazhar olimaz zatına hergiz
Ki anı suretin üzre halkettin edüb insan
Ayni hak oldu vücudum kaçma ey hak sureti
Hak ile hak olagör gel vehmi kov, Şeytandır
Kalbin Allah olduğiçün suretin Rahmandır
Ki mükevvin ismin ey meh halıki ekvandır
Kim ki aşk ile vücudun bildi vü buldu bu gün
Kendi kend özün yitürmedi, ulu sultandır **
Yirmi yaşındaki bir gençten, beklenemiyecek tasavvufi olgunluktaki beyitler bunlar. Yukarıda da söylediğimiz gibi şiirlerinin esin kaynağı Yunus ve Nesimi’dir. Hatta yukarıda birkaç beyitini vermiş olduğumuz üçüncü şiiri Nesimi’nin bir gazeline naziredir.
Sarı Abdullah Efendi, Semerat-ul Fuat çevirisinde[7] Oğlan Şeyh’e ilişkin şu bilgileri vermektedir:
“…Maşuki Edirne’ye geldiğinde 19 yaşında idi. Büyük ulemadan biri onun şerefine bir şölen verip, en baş köşeye oturttu.. İstanbul’a geldiğinde ise halk izdiham halinde onu ziyarete gidiyordu. Ona gösterilen ilgi ve sevgiyi haber alan Sultan Süleyman Kanuni; ‘ Size suikast yapılması ihtimali vardır. iyisimi siz yeriniz olan Aksaray’a dönünüz!’ haberini gönderdi.”
“Babasının bazı müritleri de ‘inat etme, celadet gösterme; yerine git, canın tehlikededir!’ diye ısrar ettiklerinde:
“Benim sonum önceden belli edilmiştir; günün birinde kanımın döküleceğini çok iyi biliyorum…diye diretiyordu O. Ey bana öğüt verenler! Benim derdim sizin öğüdünüzden daha üstün. Beni öldürülmekle korkutmayın! Bu boş tehdittir. Ben kanıma susamış biriyim… Aşıklar her zaman için ölüme hazırdır. Aşıkların ölümü bir çeşit değildir; onların bir değil iki yüz canı vardır ve onu fedaya herzaman hazırdırlar, ederler de. Ölüm ve hayat birdir bana; yaşayıp hayatı tattım, ölümü de tadayım…”
Görüldüğü gibi Oğlan Şeyh’in halk arasındaki etkinlikleri kendisine ulaştırılan Padişah, onun derhal İstanbul’u terketmesini istemiştir. Ancak İsmail Maşuki ne Padişah buyruğunu ve ne de dostlarının öğüdünü dinlemiş; İstanbul’dan ayrılmayarak, doğru bildiklerini camiler, mescit, tekke ve sokaklarda halka anlatmayı sürdürmüştür. Osmanlı devleti tarihinde, resmi inancın (Sünniliğin) tapınağı “Allahın Evi” olarak nitelenen camilerinde, devlet dinine başkaldırmış ve aykırı siyasetle kitleleri etkilemiş başka örnek bulamıyoruz. Ölümle korkutulması İsmail Maşuki’nin kılını bile kıpırdatamamış. Ölümün üstünü üstüne giderek şunları söylemiştir:
“Beni öldürün, öldürün beni! Benim katlimde hayat vardır. Ölüm tatlı şeydir; Kafes kırılınca kuş uçar. Ben aşığım ölüme susamışım, Beni öldürünüz!”
Oğlan Şeyh’in yine Semerat-ul Fuad’da geçen bu sözleri, Hallacı Mansur ( 857- 922) Divan’ındaki ünlü “Uktulüni ya sikati, innafi katli hayati, mamati!-Ey eski dostlarım, beni öldürünüz! Yaşamam öldürülmemdir benim” [8]diye başlayan kasidesinden uyarlamadır. Demekki Maşuki Hallacı Mansur’u çok iyi incelemiş ve onun Enelhak (Ben Tanrıyım) inancını benimsemiştir. Benimsemek bir yana, bunu yaşama geçirmenin korkusuzca siyasetini yapmıştır. Abdulbaki Gölpınarlı’nın [9] “Melamiler arasında babadan oğula, şeyhten müride intikal eden rivayete göre; Şeyh Maşuki müritlerini zikrettirirken zikir sırasında ‘Allah! Allah!” yerine ‘Allahım! Allahım! (yani Allah benim! Allah benim! anlamında)’ dedirtirmiş” diye yazmış olması bu gerçeği açıklamaktadır. Bize ulaşan sözlerinde, birçoğu tanıklar tarafından kaba küfürler biçimine dönüştürülmüş de olsa, şiirlerinden çok daha yalın ve doğrudan anlatım vardır. Esinlendiği ya da alıntı yaptığı ustalarının sözlerini basitleştirerek, bazan ince bir alay içinde halka-dinleyicilerine sunmuştur.
R. Zelyut’un yerinde değerlendirdiği gibi İsmail Maşuki, “yaman bir propagandacıdır.Ve yüksek etkileme gücü vardır. Konuşmaları ve davranışlarından çok iyi eğitim gördüğü anlaşılıyor. Şiir gücü de yüksektir. Bu nedenle halkı ve askerleri de etkisi altına almakta, yandaşları hızla artmaktadır. Gelişmelerden kaygılanan ve bir ayaklanmadan korkan yönetim, onu İstanbul’dan uzaklaştırmak ister. Maşuki direnir ve Osmanlı uleması harekete geçer.” [10]
Duruşmada Ebusuud Efendi İstanbul kadısı olarak Maşuki’yi “Zikrullah ederken, devran ve raks yaptığı; şarap içip müritleriyle birlikte coşku içinde Yunus Emre’nin;’ ‘Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/isteyene ver sen anı/ Bana seni gerek seni ve Sen bir ulu sultansın/ Canlar içinde cansın/ Çün iyan gördüm seni/ Pinhan kapısı değil’ şiirlerini söylediği; namaz ve zekâta ilişkin bir çabası olmadığı” için suçlamış ve fetvasında aynı şeyleri değişik biçimlerde paragraflar dolusu yineleyip durmuştur. Sonunda:
“El Cevap: Bu halleri ve sözleri tam anlamıyla fuhş olduğu gibi, cennet hakkında söyledikleri de açık küfürdür. Sonra bu suçları tapınma sayarak, yüce ayeti buna kanıt göstermekle kâfir olmakta; tövbe edip dönmediği takdirde, kesinlikle katledilmelidir.” diyerek kendi hissesine düşen ölüm yargısını vermiştir.
“Tapınmanın belli bir biçimi yoktur. ‘Allah'ı ayakta iken, otururken ve yanüstü yatarken anınız!’ ayetinin[11] anlamı Tanrıya her durumda tapınabilirsiniz demektir. Raks da bu durumun içinde değerlendirilmelidir. Peygamberin, ‘kendinizi kime benzetirseniz ondansınız’ hadisi gereği, raks( sema, semah kastediliyor) etmek göklerde uçan meleklere benzemektir. islamın peygamberi de raksetmiştir…Bunlar zevk halidir. Ulema zevk sahiplerinin sırlarını bilemez!” diyordu ismail Maşuki.
Şeyh Bedreddin ise şöyle söylüyor bu konuda:
“Tanrı Kuran’da ‘…Yeryüzü yaşamı bir oyun, eğlence ve oyalanmadır.’ der. Özleri doğru olanların güzel ses duyunca gönülleri Tanrıya yönelir. Onlar için raks-sema hem yararlı hem uygundur. insanı Tanrıya yaklaştıran bu işe yasak demek, hiçbir müslümana yakışmaz.” [12]
İşte Maşuki tapınma yerleri (cami, mescit ve tekkeler) ve açık toplantılarda Kur’an’dan ayetler ve hadis okuyup, yorumlayarak -Ebusuud’a göre cezası ölüm olan- bu suçları(!) işlemiştir. Oğlan Şeyh cennete inanmamaktadır. Sadece Yunus’un şiirlerini okuyarak cennetle alay etmemiş. Şeriyye Sicili’nde belirtildiği üzere tanık Hacı Tarık şu ifadeyi vermiştir:
“Oğlan Şeyh namaz kılanlara; ‘Cenneti gidip göreyim diye namaz kılmaz mısınız? Sizin cennet dediğiniz yere biz merkebimizi bile bağlamayız!’ dedi.”
Yine Hacı Tarık ve Muhiddin’in tanıklıklarına göre Şeyh ismail Maşuki:
“Şeriatın haram dediği herşey helaldır!” [13] diyerek zaten Sünni inancın, Şer’i Şerif ve yorumlarının karşısındadır. Onları reddetmektedir.
Genç İsmail Maşuki Kuran’ın “kadim, yani ezel ve ebed olan, yaratılmamış yaratan” Allahını tersyüz edip insana çevirmiştir. Derviş Muhammed bin Abdulgani ve Muhiddin’in tanıklıklarına bir gözatalım:
“Oğlan Şeyh diye bilinen İsmail adındaki kişi: ‘insan kadimdir demiştir; insana hiçbir şey haram olamaz! Her insan tanrıdır. Her biçimde gözüken odur. Görünür tanrıya tapalım. Ruh bir bedenden çıkıp, başka bir bedene girer. Kabir azabı diye birşey de yoktur, hesap günü de!…”
Maşuki’nin bu söyledikleri yeni değildir. Özellikle o Varidat’ı çok iyi incelemiştir. Şeyh Bedreddin’in aşağıdaki sözlerinin, sanki sadeleştirilmiş yansımalarıdır:
“Tanrıdan başka tapılacak tanrı yoktur’ sözü, evrende tanrıdan başka varlık yoktur demektir. Tanrı kendini yansıtan niteliklerle görünüş alanına çıkar. Bu nedenle her nesne tanrıdır. Bir insan ben tanrıyım derse, bu doğrudur…Dünyada insan suretinde tanrıdan başkası yoktur…Bu gövde ile ayrıntıları dağılıp, yokolduktan sonra yeniden birleşip eski haline dönemez, yeniden varolamaz… Kadın erkek ilişkisi (evlenme) yoluyla insansoyu türer… Ahiret işleri duyu evreniyle ilgili değildir; huriler, cennet köşkleri, yemiş bahçeleri yalnız düşler ülkesinde vardır..” [14]
Şeriyye Sicili’nde tanık Muhiddin ve Hasan bin Abdullah’ın bildirdiğine göre İsmail Maşuki, şeriat tapınmaları ve islamın koşulları hakkında şöyle konuşmuştur:
“Şarap aşk kamışı, tanrısal coşkudur ve inançlı kişilere helaldır.Yemek, içmek, yatmak, uyumak hepsi tanrıya tapınmadır. Oruç, zekât hac ise yezide cürüm için geldi; boş şeyler bunlar! (Son söz Yunus Emre’nin, ‘Oruç namaz hac zekât cürm ü cinayettürür’ dizesinden uyarlamadır. İ.K.)”
“Gerçek inanan kişinin yılda iki kez bayram namazı yükümlülüğü vardır; kalanı sıradan insanlar içindir. Yani birbirlerinin semerlerini yememelerini önlemek için konulmuştur. O iki namazda da secde yerinde beni (insanı) göreceksiniz.”
Yine Hasan bin Abdullah tekbaşına tanıklığında şunları anlatıyor:
“Oğlan Şeyh evinde müritlerinin istemiyle namaz kıldırmış. Ancak iki rekâttan sonrasını yasaklayıp şöyle demiş; ‘Velilerin arkasında iki rekât namaz kılmak yeterlidir.”
Şeyh İsmail Maşuki’nin kaba küfürlere çevrilip, Divan-ı Humayun duruşmasında sunulmuş sözleri de çok akıllıca ve nesnel yorumlara açıktır. Muhiddin onun,“zina ve livata neden suç sayılıyor? Toprak toprağa girmektedir; bunlar aşkın lezzetidir” dediğini ileri sürüyor. Mevlana Muslihiddin ise şunu anlatmıştır:
“Bazı azgın dinsizler: ‘Bizim avradımız ve oğlanımızın hepsi senin yoluna…’ deyince Şeyh ismail Maşuki: ‘ Avradınız, oğlanınız ve komşunuz size (birbirinize) helal olduğu gibi, cümlesi velilere de helaldır,demiş.”
Muhiddin son verdiği ifadesinde Oğlan Şeyh’in “oğlanı ve kızı yaratan sizsiniz; gidersin bir kadınla yatar, neşeyle akıtır tohumlarsın onu. Sonra da Allah yarattı, dersin” diye konuştuğunu belirtmiştir.
İsmail Maşuki halkın karşısında bu biçimde kesinlikle konuşmamıştır. Ancak açıklanması, kafalara iyi yerleştirilmesi gereken ve anlaşılması güç fikirleri desteklemede ve anlaşılır kılmak için bir güldürü havası içinde kullanmış da olabilir. İnsan için: “Her kişi tanrıdır; kadimdir yaratılmamıştır.Görünür tanrıya tapalım!” diyen Maşuki hiç kuşkusuz Kutsal kitapların söylediği, “Tanrının insanı topraktan yarattığına” inanmamaktadır. Bunu tartıştığında karşısına çıkan bir kimseye ya da ulemaya; “öyleyse zina ve livata suç sayılmamalı. Çünkü toprak toprağa girmektedir” niçin demiş olmasın?
Ayrıca, Maşuki “görünür tanrıya tapalım!” derken, Ali’nin “Ben görmediğim tanrıya tapmam” sözünden kaynaklanmaktadır. Tanık Muhiddin’in, Maşuki’den duyduğunu ifade olarak verdiği, “Oğlanı ve kızı yaratan sensin…” ile başlayan son cümleleri, bir biyolojik gerçeğin o gün yapılabilecek en yalın açıklamasıdır. Ayrıca yukarıda geçtiği gibi Şeyh Bedreddin de benzer bir cümle söylemiştir.
“Avradınız, oğlanınız ve komşunuz size helaldır. Size helal olan Velilere de helaldır” biçiminde mahkemeye sunulan sözler ise, onun o r t a k ç ı – b ö l ü ş ü m c ü düşüncesinin çarpıtılmasıdır. Dede Sultan (Börklüce Mustafa) nın kıyamında bayraklaşan, Şeyh Bedreddin’in “yarin yanağından başka herşeyde ortaklık” ilkesini, Osmanlı tarihyazıcıları ve Şeriat fetvacılarının ağızbirliği etmişçesine “Kadınları da ortak kullanmak…” biçiminde açıklamalarına benzemektedir. Ama onların yalanlarını, çağdaş Bizans tarihyazıcısı Dukas’ın Börklüce hakkında yazmış oldukları ortaya çıkarmaktadır.
Ne yazık ki İsmail Maşuki’nin yaptığı konuşmalar ya da -daha eskilerin deyimiyle- Şatıyye’lerinin tümü yandaşları tarafından yazılarak günümüze taşınmamıştır. Buna rağmen düşmanları tarafından küfür olarak bize ulaştırılanlar, onun büyük isyancı kişiliğini çok iyi yansıtmaktadır.
Osmanlı başkentinde o güne değin görülmemiş bir biçimde yönetimi, ulema ve umerayı aykırı düşünceleriyle titreten Maşuki yaşatılmamıştır. O Sünni dogmatizminin karşısına, aldığı eğitim, bilgi ve gözlemlerden elde ettiği toplumsal kazanımlarla oluşmuş bilinç düzeyinin desteğinde dikilmiş ve genç yaşının tüm dirilik ve korksuzluğuyla tekbaşına Muhteçem Süleyman’a tahtında korkuyu yaşatmıştır.
“935 hicri, yani 1528 yılında kısa bir mahkeme sonunda, Atmeydanı’nda kafası kesilip, başı ve vücudu ayrı ayrı Ahurkapu’dan denize atılmıştır. Halk arasında ermiş velilerden biri olarak saygı görmekte olan Oğlan Şeyh, müritlerinden birinin düşüne girip, cesedinin üç gün sonra karaya vuracağını ve arkasından başının geleceğini söyler. Derviş tarif edilen yerde beklemiş. Önce cesedi, bir gün sonra da başı ortaya çıkmış Şeyh’in. Ve ikisini birleştirerek gömmüş. Sonra Kayalar adı verilen bu yere azizin türbesi yaptırılmıştır.” [15]
İsmail Maşuki, diğer adıyla Oğlan Şeyh hakkında Osmanlı tarihyazıcıları, Şeriat Fetvacıları, Şeriyye Sicili, karşıtları ve yandaşları tarafından anlatılanların her biri onun yaşamının son yılındaki büyük dramanın bir sahnesini oluşturacak çeşitliliktedir.
Öyleki en gerçekçisinden tutunuz da, en olunmazına değin Oğlan Şeyh üstüne anlatılan olaylar, bu dramanın bütünselliğini tamamlamaya hazırdılar. Bunun farkına vardığımızda onları dönemin siyasal, toplumsal ve güncel yaşamı içerisinde birleştirip değerlendirmeyi ve denedik. Böylece “İsmail Maşuki Duruşması” oyunu ortaya çıktı.
Son olarak sevimli Evliya Çelebi’mizin kimden yana olduğu pek anlaşılamıyan, abartılı betimlemelerinin arasındaki, İsmail Maşuki olayına ilişkin özü birlikte yakalamayaçalışalım:
“ …Ziyaretgâh-ı Şeyh İsmail: Bu zat katlonularak cesedi mübarekleri Ahurkapu’dan deryaya bırakılmış. Ol vakt Padişah Hisar’da Kandilli Bağçe’de imiş. Bir de görürler ki (Herhalde Muhteşem Süleyman’ın düşlerine girmiş olmalı İ.K.) Şeyh-i aziz on halifesiyle Kandilli Bağçe önünde zuhur idüb, deryada derya gibi cuşa gelerek semâ itmeye başlar. Padişaha hitaben; ‘Hünkârım! Bizi nahak yere katlettiler; arz-ı hale geldik.’ dirler. Ve temam bir saat orada semâ idüb, Hünkâr-ı sahib- i hali hüngür hüngür ağlayarak(!) akıntıya katılub taa Durmuş Dede tekkesinin önüne varırlar… Hakir üzerlerine on gice nur yağdığını müşahede iden canlarla görüştüm.”[16]
Osmanlının Sünnilik dışındaki aykırı düşünceye (heterodoksie) yaptığı acımasız baskının kurbanı, Kanuni Sultan Süleyman’a karabasanlı düşler gösteren, padişah tahtını titreten bu yiğit isyancıyı saygıyla anıyoruz. (İsmail Kaygusuz - İTAATSİZ.ORG)
** (Talib ü matlub: isteyen ve istenilen, Yeksan: dümdüz, Mabid-i abid: ibadet edenin tapınağı, cami. Hum: küp, şarap küpü. Mesacit: mescitler. Hergiz: asla. Mükevvin: yaratan, yapan. Ekvan: yapılan, varedilen. Meh: ay Halık: halkeden, yaratıcı)
[1] Zeyl-i Şakayik, Tabhane-i Amire 1268 den aktaran Rıza Zelyut, Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, İstanbul-l986, s. 192.
[2] Zeyl-i Şakayik’ten aktaran R. Zelyut, Osmanlı’da Karşı Düşünce, s. 114.
[3] Prof.Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, İstanbul, 1985, s.125.
[4] Zeyl-i Şakayik’ ten aktaran R.Zelyut,age. s.171.
[5] Peçevi Tarihi’nden aktaran R. Zelyut,age.s.172.
[6] A. Gölpınarlı, Melamiler ve Melamilik’ ten aktaran R. Zelyut, age. s. 178-183.
[7] Aktaran R. Zelyut, age. s. 189-190
[8] Bkz. Louis Massignon, Hüseyin Mansur Hallac, Diwan, s.54
[9] Melamilik ve Melamiler, s. 48
[10] R.Zelyut,age s.176.
[11] Kur’an, Ali İmran, 191.
[12] İ.Zeki Eyuboğlu, Şeyh Bedreddin ve Varidat, s. 205, V.29.
[13] Şeriyye Sicili No. 4/2’den tanıkların sözlerini aktaran R.Zelyut, age s.190- 191.
[14] İ. Z. Eyuboğlu, age s.303, 294,301, 293-294; Varidat.28, 2, 20, 1 ve 3)
[15] Ayvansarayi, Hadikat’ül Cevami, c.i, 124.
[16] Seyahatname, s.546