Avrupa Parlamentosu seçimlerinden, beklenildiği gibi, neofaşist partiler oy oranlarını önemli ölçüde artırarak çıktı. Gazeteci Aykan Sever ’...
Avrupa Parlamentosu seçimlerinden, beklenildiği gibi, neofaşist partiler oy oranlarını önemli ölçüde artırarak çıktı.
Gazeteci Aykan Sever’le Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ortaya çıkardığı tabloya, seçim öncesinden itibaren harlanan faşizm tartışmalarına, Avrupa soluna ve seçim sonrası uluslararası dengelere dair konuştuk. Sever, Avrupa’daki faşist hareketin gelişiminin temelinde Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası şekillenen ve “Arap Baharı” diye adlandırılan süreçle tırmanan, Ukrayna savaşıyla yeni bir evreye geçen, nihayet Filistin’e dönük katliamlarla doruğa çıkarılan post-modern karakterli diye nitelendirdiği 3. Dünya Savaşı’nın yattığını söylüyor.
Sever, AB’nin uluslararası gündemlerdeki konum alışında hızlı değişimler beklemediğini ancak zamanla politikaların sağa çekilmeye zorlanacağını düşündüğünü belirtti.
Aşırı sağ değil, faşizm
Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrası ortaya çıkan tabloya dair genel değerlendirmeniz nedir? Aşırı sağın yükselişinin temelinde ne yatıyor?
Öncelikle “aşırı sağ” tanımlamasından bahsetmek isterim. Sadece Avrupa değil, dünyanın genelinde şu ya da bu coğrafyasında yükselen faşist hareketler var. Kimi yerde iktidarlar ya da iktidar ortağılar. Bunlar zaman zaman klasik faşizmin sembollerini de kullanmaktan çekinmiyorlar. Örneğin geçenlerde bir Güney Amerika ülkesinde hükümete karşı yapılan “sağ” bir protesto gösterisinde İsrail bayrakları ve Nazi svastikaları aynı kortejde taşınıyordu. Bugünkü politik pratikleri de mesela dünyanın ortak faşist etkinliği diyebileceğimiz İsrail’in Filistin halkına dönük soykırımını desteklemek olabiliyor. Örneğin Arjantin Devlet Başkanı Milei ve Hindistan Başbakanı Modi bunun tipik sembolleri.
Bütün bunlar yaşanırken bu tür politik akımları “popülizm”, “aşırı sağ” diye tarif etmek ister istemez biraz olanları hafife alma ve normalleştirme niyeti taşıyor. Ayrıca bu tür adlandırmaların özerkliğini yitirmiş, kapitalizme alabildiğine angaje akademiler ve medya tarafından üretildiğini de unutmayalım.
Postmodern karakterli 3. Dünya Savaşı
AP’de oluşan yeni tabloya gelecek olursak beklenenden daha olumsuz bir sonuç doğdu denilebilir. Kısaca sağın alternatifi faşizm olarak tarif edilmiş oldu. İspanya, İsveç, Portekiz, Finlandiya, Danimarka ve Polonya’da sosyal demokratların görece pozisyonunu koruduğu kısmen geliştirdiği de görülüyor. Ancak bunlar ne Avrupa’nın genelini dönüştürebilecek bir iddiayı barındırıyor ne de faşizmin artan etkinliğinin önüne geçebilecek durumdalar. Tabii bu söylediklerimin ağırlığı “şimdilik” kaydıyla dile getirilmiş düşünceler.
Faşist hareketin gelişiminin temelinde Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası şekillenen ve “Arap Baharı” diye adlandırılan süreçle tırmanan, Ukrayna savaşıyla yeni bir evreye geçen, nihayet Filistin’e dönük katliamlarla doruğa çıkarılan postmodern karakterli diye nitelediğimiz 3. Dünya Savaşı yatıyor.
Günümüzde devam eden bu yeniden paylaşım savaşının birinci ve ikinciden en önemli farklarından biri zaman ve mekana yayılmışlığı nedeniyle herhangi bir “çıkış” vaat etmemesi. Savaşın tarafların tamamının ülküsü yeni bir dünya yaratma değil, mevcut dünyanın egemeni olma üzerine kurulu.
Geçmişte yani Sovyetler Birliği varken refah devleti uygulamaları Avrupa’nın genelinde hakimdi. Ancak şimdi hem uzun zamandır alternatifsiz bir biçimde uygulanan neoliberal politikalar ve Ukrayna savaşına fazlasıyla angaje olma hali militarizmi ve savaş sanayisini tırmandırırken Avrupa’nın genelinde kitleleri ekonomik ve sosyal anlamda sefalete sürükledi. Bu aynı zamanda ideolojik olarak da ciddi boşluklara ve bir krize işaret ediyor. Maalesef göçmen düşmanlığı, ırkçılık şeklinde bu krize karşı kendince yanıtlar oluşuyor. Bu durum aynı zamanda egemen sermaye kesimlerinin yönetme kabiliyetindeki zayıflama ve buna karşı çare diye bulunan tercihlerle bağlantılı.
Özeti bugünkü kapitalizmin sembolleri diye niteleyebileceğimiz Trump ve Musk gibi olmak hayali kimsenin karnını doyurmuyor. Genel olarak kapitalizm siyasal kriz içinde onun için insanların bir kısmını “fazlalık” olarak görüp kendi savaşlarına kurban etmelerine şaşırmamalı.
“Sıkça faşizm yükseliyor” yorumlarıyla karşılaşıyoruz. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki politik atmosferle kıyaslamalar yapılıyor. İki tarihsel dönem arasında bir benzerlik durumundan söz edebilir miyiz? Benzer ve farklı yönleri için ne söylenebilir?
Tarihsel benzetmeler üzerinden bugüne bakmak işimizi kolaylaştırabilir ancak bunun çoğu zaman yanıltıcı olduğu kanısındayım. Ancak yine de savaş öncesi değilse bile savaş halinin benzerlikleri üzerine konuşmak mümkün. Yine de hatırlatmakta yarar var, geçmişe nazaran bugün genel düzeyde olan bitenleri açıklamak belli öncelikler, mantıksal sıralamalar olsa da neden-sonuç ilişkilerinin bir hayli iç içe geçtiği süreçlerle karşı karşıya olduğumuz için çok daha zor.
Bugün de geçmişte olduğu gibi savaş durumunun dünyanın önemli bir kısmını “insanlık”tan uzaklaştırdığını görüyoruz. Hatta geçmişe nazaran bu çürümenin had safhaya ulaştığından söz etmek mümkün. Bu durumda tabii görünürleşmenin artması da rol oynuyor.
En temelde ise her iki savaşta da kapitalizmin/egemen sınıfların ihtiyaçlarının her anlamda ön plana çıktığını görüyoruz. Özeti günümüzde yürüyen paylaşım savaşını sürdürmek ve bir gün bir son olacaksa galip çıkmak için mevcut politik önderlikler, fikirler yetersiz kalıyor. Özellikle kapitalizmin genç işgücü ihtiyacıyla kısmen çelişkili olsa da daha saldırgan “asker” olacak milliyetçi-ırkçı topluluklara ve onları sürükleyebilecek politik liderlere, fikirlere ihtiyaç var. Nitekim AB’de yakın zamanda NATO dayatmasıyla zorunlu askerliğin gündeme yeniden gelmesi de bu hikayenin bir parçası.
Kısaca şu söylenebilir geçmişten farklı olarak günümüz egemen kesimler içindeki bir çekişmeyi önemli ölçüde dışlıyor; faşizmi doğrudan egemen sermaye kesimleri ve mevcut devlet bürokrasileri örgütlüyor ve kitlelerde karşılık buluyor. TC emperyalizminin gelişimi ve diktanın vaziyeti de bundan farklı değil. Ancak kısmen çizgi dışına çıkan Almanya’da darbe planı yaptıkları ve terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla yargılanan “İmparatorluk Vatandaşları ” gibi kendi kafasına göre takılan kesimler sigaya çekilmekten kurtulamıyor.
“Sosyalist sol alternatif olmaktan uzaklaştı”
Avrupa’da sol açısından hem yakın dönemdeki stratejisi hem de geleceğine dair ne söylenebilir? Bu mağlubiyetin ardında ne yatıyor? Sol açısından gidişat tersine nasıl çevrilebilir?
Neofaşizmin yükseldiği dönemde aynı toplumların bir kısmında ise siyasetten uzaklaşma yaşandı. Toplumsal sorunları nasıl çözeriz diye düşünmek yerine politikadan kaçarak kendini ekranlara ya da günlük eğlenceye hapseden, özellikle COVID döneminde sosyalleşmeyi de terk eden, birbirinden kopuk, apolitik topluluklar oluştu. Boris Johnson gibi alabildiğine sıradan, berbat biri İngiltere’ye başbakan olabildi. Sosyalist sol alternatif olmaktan uzaklaştı. Örneğin bir zamanlar Alman Sol Partisi Avrupa genelinde etkiliyken giderek bölündü ve ufaldı. Son AP seçimlerinde kendilerinden kopan Sahra Wagenknecht’in şekillendirdiği milliyetçi ittifakın gerisinde kalmaktan bile kurtulamadılar.
Başkalarına adına konuşmak elbette tercih edilecek bir şey değil. Ancak gazeteci olarak dünyayı değiştirme kaygısı duyanlarla benzer zorluklar yaşadığımı düşünüyorum. Bu yüzden yeni sosyalleşme biçimleri ve bunun paralelinde en geniş insan topluluklar için yeni politikleşme biçimleri bulmamız lazım derken başkasına akıl vermiş gibi hissetmiyorum. Bütün bunların yanı sıra ve daha da önemlisi mevcut toplumsal hareketlerden, isyanlardan içinde bulunarak-yakınlaşarak öğrenmeliyiz. En azından bir yerden başlamak şart.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin uluslararası dengeler açısından nasıl sonuçları olabilir? AB’nin uluslararası gündemlerdeki konum alışında bir değişim beklemeli miyiz?
Hızlı bir değişim olmaz. Ancak AP’deki yeni dağılım kaçınılmaz olarak AB politikalarını daha sağda yeni şekillenmelere doğru zorlayacaktır. “AB bürokrasisi asıl belirleyicidir, parlamenterlerin kim olduğunun önemi yok ” sözünün ilk bakışta doğru olsa da yakın vadede kaçınılmaz olarak bir “yanlış”a dönüştüğüne maalesef şahit olacağız.
Ayrıca Fransa’da haziranda yapılacak seçimler ve Almanya’da olası erken seçimler faşist hareketi daha fazla güçlendirebilir. AB’nin iki ana gücündeki değişim süreci bütün kıtayı geri dönülmez bir noktaya sürükleyebilir.
Ancak özellikle Ukrayna Savaşı ile ilgili tutum ve İsrail’in katliamları karşısında köklü bir pozisyon değişikliği şimdilik beklenemez. Bu başlıklarda AB, İngiltere ve ABD’yi izliyor. (SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok