Ayrımcılık ile ilk olarak okulda tanıştım. Ondandır belki kendisiyle yer yer limoni oluşumuz. Çok sevişmezdik okul ile. Hani derler ya, ciddi bir ilişki değildi bizimkisi. Özlemle başlayan birkaç ayın ardından araya giren soğuk hisler. Suç okulun muydu, bilemem. Benim de değildi bence. Anlaşılırsam anlardım nice yaşıtım gibi. Senede iki kere başarımızı ölçen o kâğıt yalan söylüyordu belki. Hem o ne bilecekti içimizdekini? Bilmesi gereken, anlaması gereken onu dolduran ellerdi.
Anladıkları kadar anladık, sevdikleri kadar sevdik. Oysa anlamak ve sevmek kurallar ile örülü bir filenin içinde sıkıca bağlanmıştı. Herkes alacağını, alabildiğini aldı o yüzden. Benim ilk aldığım ayrımcılıktı.
Annem heves edip beni mahalledeki anaokuluna yazdırmıştı. Aynı heves bende de. Kıyafetlerim, beslenme çantam, suluğum… Hatta o tadına doyulamaz “Kalkmak istemiyorum” nazlanması. Okul yolunu ilk adımlamanın heyecanı. Sınıf arkadaşlarımla tanışmak ve sorunsuz bir gün. Hem sorunlu olan günler değil, insanlardır. Aynı heyecanla ertesi gün sıraya girdiğimde kolumdan tutan hoyrat bir el ve sonrasında kibar ya da kaba türevlerine rastlayacağım o meşhur sözler: “Bu kör çocuğun burada ne işi var?”
Hani akran zorbalığı diyoruz ya, işte o zehrin en yetkili isimlerce çocukların o körpecik zihinlerine nasıl enjekte edildiğine tanık oluyordum. Bir önceki gün hiçbir çocuğun bana öyle bir ifade kullandığını hatırlamıyorum ama o gün bizzat okul müdürünün ağzından hepimiz duyduk bu cümleyi. Beni kendisi okula kaydetmemiş gibi, rezil etmeyi seçmişti. Öyle olmasa bile buna hakkı yoktu. Tabii anlamamıştım dediklerini.
"Yolda annem ile yürüdüğümüzü ve annemin ağladığını hatırlıyorum. Ayrımcılığa karşı eğitimim o gün başlamış demek ki. Bu benim hikâyem ama bir taraftan da hepimizin hikâyesi. O nedenle kapısını çaldığınız herhangi bir “öteki” benzer hikâyeler anlatacaktır. Ki haber siteleri de böyle haberler ile dolu."
“Körler okulu”
Sonra sekiz yıllık temel eğitimde körler okulu maceram var. Onun çelişkileri kendine özgü olduğu için değinmeyeceğim. Sonrasına gelelim, adeta anaokulundan üniversiteye kadar peşimizi bırakmayan “Bu kör çocuğun burada ne işi var” muhabbetine. Liseye geçeceğimiz yıl sürekli uyarılırdık: “Orada belki tek engelli siz olacaksınız. Yaramazlık yapmamalısınız. Herkes bir çalışıyorsa siz on çalışmalısınız. Kendinizi kanıtlamalısınız”. İyi güzel ama biz niye buna zorunluyuz?
Herkes gibi tembel olma, hata yapma hakkımızı neden baştan ipotek altına aldırıyorduk. Sonuçta söyleyenin dilinde koyu elbiseler içerisinde ciddi bir otoriteydi ama her çocuk gibi bizim de gözümüzde bir karikatürden ibaretti bu söylevler. Yani sorun bizim “ötekiliğe” alıştırılmamızdı. Oysa, o zaman bilincinde olmasak da biz sıradanlığa alışmak istiyorduk. Sonunda beklenen an geldi. Ortaokul bitti. Biterken de öyle Fikret Kızılok’un şarkısındaki gibi ihtilal falan olmadı. Bizim dışımızda kimseyi ilgilendiren bir olay değildi ve öylece kendiliğinden bitti. En azından birçok akranımız için öyle oldu. Bu da başka büyük bir stresin başlangıcıydı. Hangi okul daha iyi? Nerenin öğretmenleri körler ile çalışma konusunda daha deneyimli? Ne kadar zorluk çekeceğim? Arkadaşlarım beni kabullenecek mi? Sorular seçenekler üretiyordu ama bizim neyimiz yoktu? Tabii ki seçeneğimiz: “Zaten körsün, seçmek senin neyine!”
Gittiğim okullardan teker teker geri çevriliyordum. “Kontenjan doluydu. Okul kalabalıktı. Kendim gibilerin arasında daha rahat okurdum. Bunların özel okulları vardı”. Sürekli bu cümlelerle geri çevrildik. En son mahallemdeki başarı oranı hayli düşük okula gittim. Önce “olur” dediler. Kayıt günü “olmaz” dediler. İkna etmek için mezun olduğum okula gittim. Mezun olduğum okulun müdürü, ilgili okulun müdürünü aradı ve öyle kabul edildim. Kayıt sırasında çarpım tablosu soruldu, üniversite kazanacak sayılı mezunlarından birisi olacak bana.
Çünkü ben de insandım
İki tip öğrenci olmanın da tadını çıkardım. Parmakla gösterilecek kadar çalışkan ve uslu, parmağa bulaşmayacak kadar tembel ve yaramaz. Çünkü büyüklerin nasihatleri ile ergenlerin dünyası çelişiyordu. Ya yalnız ve “çalışkan” olacaktım ya da kör bir ergen olarak “itlik-serserilik” alanında kendimi kanıtlayacaktım. İkisinin de tadını çıkardım çünkü öyle olması gerekiyordu. Çünkü ben de insandım ve herkes kadar iyi, herkes kadar vasat, herkes kadar ortalama olma hakkım vardı. Hem benim erişilebilir eğitim hakkım neredeydi?
Okula başladığımda ailemin girişimleriyle matematik hocam çeşitli çabalara girdi. Birkaç öğretmen daha. Diğer taraftan söz hakkı vermeyen, “Bugün günlerden ne” diyen, adeta karşısında ilkokul çocuğu varmış gibi davranan öğretmenlerim de oldu. Aslında gelişimimizde hepsinin öyle ya da böyle etkisi oldu. Genellikle etkisi ağır basanlar, belli bir klişenin dışına çıkamayanlardı. Oysa dünyalarımıza girilebilse sınıfın en tembelinin en zekilerden biri olduğu, yüzüne bakılmayanların aslında çok çeşitli potansiyeller taşıdığı ortaya çıkacaktı.
"O nedenle sınıfın “tembel” ve arka sıralara itilenleriyle bir kesişimsellik kurarım. Onlara da sıfırdan başlama hakkı bile verilmemiş. Önce paslı önyargılardan derilerini kanatarak sıyrılıp sıfır noktasında öğretmenin görüş alanına girecekler, sonra anlaşılabilirlerse işler yoluna girecek. Yani daha 15 yaşında hayatın çeşitli alanlarına dair fikir yürüten bir çocuk olmak önemli değil. “Körsen” çarpım tablosunu söyle önce."
Artık yalnız değiliz
Benzer davranışlara üniversitede de maruz kaldım. ÖSS’yi kazanarak girdiğim bölümde “Gözlerin görmediği halde seni bölüme kabul ettik,” diyen oldu. Oysa bu kadar ayrıştırmaya harcayacakları potansiyel ve enerjiyi koşulları eşitlemek için harcasalar her şey değişir. Önce önyargılarını bir köşeye bıraksalar, sonra öğrencinin yeti çeşitliliğine göre süreci kolaylaştıracak erişilebilirlik koşullarını yaratsalar çok şey değişir.
30 yıl önce bana “Bu kör çocuğun burada ne işi var?” denmişti. Bugün hâlâ otistik çocukların okullardan geri çevrildiğine dair haberler okuyoruz. Bir şeyler değişmeli artık. Değişmesi hiç de zor değil. Hayatımda iz bırakan bir şey ile bunu örneklemek istiyorum. Hataylı bir felsefe öğretmenimiz vardı. Adı Nazan’dı, ne yazık ki soyadını hatırlamıyorum. Tekstler hazırlardı konuyu iyi öğrenelim diye. Ben onlardan faydalanamazdım ama yine de katılmaya çalışırdım. Bu durumdan rahatsız olduğunu belirtti ve benim için onları Braille bastırmanın olanağının olup olmadığını sordu. Olduğunu söyledim ve bir cumartesi günü derneğe gelerek saatlerce bekleyip hepsinin Braille çıktısını aldı. Aslında bunun üzerine bir şey demeye gerek yok. Aynı mantık sistematik hale gelse bu konuları konuşuyor olmayız. Bu bir umudun göstergesiydi ve o umut çok daha güçlü şimdi. Dün okul önlerinde gözü yaşlı mücadele etmeye çalışan aileler şimdi daha bilinçli. Artık haklarını daha kararlı bir şekilde arıyorlar. Özneler artık daha örgütlü ve yalnız değil. Kısacası, değişiyor değişmesi gereken. (BURAK SARI - BİANET)