Türkiye’de 2020 yılında 10 binden fazla çocuk cezaevine girmiş, bu ise her 100 bin çocuktan 135’inin cezaevine girmesi anlamına geliyormuş. ...
Türkiye’de 2020 yılında 10 binden fazla çocuk cezaevine girmiş, bu ise her 100 bin çocuktan 135’inin cezaevine girmesi anlamına geliyormuş. 2007 yılında, yani 13 sene önce bu sayı sadece 11’imiş; 13 yılda nüfusun yüzde 15 artmasına mukabil, cezaevine giren çocuk sayısı on dörde katlanmış.
2022 yılında suça karıştığı için gözaltına alınan çocuk sayısı 200 binin üzerine çıkmış, bunların 78 binini yaralama suçu işleyenler oluşturmuş, bu suçu birden fazla işleyenlerin sayısı yüzde 30 civarındaymış. Yaralamadan sonra en fazla tekrar edilen suç ise hırsızlık olarak gerçekleşmiş.
Aynı verilere göre suça karışan çocukların oranı her yüz bin çocukta 2 binin üzerinde, Türkiye genelinde ise her yüz binlik nüfusta 300 civarı hükümlü var; yani çocuk nüfus içerisinde oransal olarak suça karışanların sayısı yetişkin nüfustakinden daha fazla.
2023 yılında 170 bin çocuk savcıların karşısına çıkarılmış, 2022’den gelenlerle birlikte sayı 300 bini bulmuş ve ceza mahkemelerinde çocuklar için verilen 71 bin mahkûmiyet kararının yüzde 58’i hapis cezası olmuş. Bu oran 2012’de ise yüzde 25 civarındaymış, yani 11 yılda iki kattan daha fazla bir artış gerçekleşmiş. Yetişkinler için verilen hapis cezalarının ortalaması ise yüzde 26 ile 29 arasında imiş; yani çocuklara verilen hapis cezaları yetişkinlere verilenin iki katı olmuş.
Bu korkunç verileri Cengiz Erdinç’in Kısa Dalga’da yayınlanan 20 Haziran 2024 tarihli “Tekrar tekrar suç ya da 'mükerrirler!’” adlı yazısından aldım. Görülüyor olmalı, bu ülke Narin örneğinde olduğu gibi çocuklarının öldürülmesine engel olamazken, aynı şekilde çocuklarının suça sürüklenmesini, bir suç makinesine dönüşmesini de engelleyemiyor; “bir çocuktan bir katil yaratan karanlık” daha da koyulaşıyor, kesifleşiyor.
Bunun en son örneğini genç bir kadın polisin katledilmesinde gördük. Polis Şeyda Yılmaz’ı öldüren Yunus Emre Geçit sadece 19 yaşındaydı ve o yaşına kadar aralarında yaralama, hırsızlık, gasp, cinsel taciz vs.nin de olduğu tam 26 suça karışmıştı. Nihayetinde ise o karanlığın yarattığı katillerden biri olmuş ve 27 yaşındaki başka bir gencecik insanın canını almıştı.
Narin cinayetinden Şeyda Yılmaz cinayetine, Türkiye bir çözülme ve çürüme döneminden geçiyor; yoksulluk ve sefalet derinleştikçe, gelir dağılımı bozuldukça, devlet sosyal devlet olmaktan çıktıkça, mafya ekonomisi hükmünü icra ettikçe, halk tüm bunlara örgütlü bir şekilde ses vermedikçe, toplum toplum olma vasfını yitirip pelteleşmiş bir yığına dönüştükçe, çürüme ve çözülme kanserli bir hücre misali her yana yayılıyor, o koyu karanlık çoğalıyor, büyüyor.
Çürüme ve çözülme soyutlama ya da metafor olarak kullanılabilecek kavramlar değil artık günümüz Türkiye’sinde, hakikatin ta kendisini ifade ediyorlar ve etrafımıza dikkatlice baktığımızda buna dair sayısız fenomen görebiliyoruz.
Bakın örneğin polis katili Yunus Emre Geçit’in adliyeye bir çöp poşetine sarılı olarak ve hayvanların taşındığı araçla götürülmesi açık bir çözülme ve çürüme halidir. Daha 19 yaşındaki bir kişinin nasıl olup da 26 suça bulaşabildiği ve nasıl olup da dışarıda elini kolunu sallayarak suç işlemeye devam ettiği sorusunun üzerine örtülen örtüdür çünkü o çöp poşeti. Devletin hukuka ve anayasaya elveda deyişinin, düzenin bir gasp ve soygun düzenine dönüşmesinin gizlenmesi içindir. Türkiye’nin bir mafya cenneti haline geldiği gerçeğini, baronların ülkemizde cirit attığı gerçeğini, bu coğrafyanın uyuşturucu kaçakçılığından insan kaçakçılığına bir merkez üs haline geldiği gerçeğini görmeyelim diyedir katile yapılan o muamele.
O muamelenin kitleler nezdinde bir karşılığı var mı peki? Elbette ki var. İçinde bulunduğu durumun gerçekliğine vakıf olmayan ya da sorumluluk almaktan korktuğu için gerçeklikten kaçan kitleler, bu tür performanslardan her zaman haz alır, güçle özdeşleşme üzerinden bir tatmin yaşarlar. Katile kesilen racon, onlar açısından adaletin yerine getirilmesidir, sorulan hesaptır, alınan intikamdır. Suçlulara hep böyle davranılsa, yani kanunlar, yasalar, askerimizin, polisimizin elini bağlamasa, birileri çıkıp işkenceden, insan haklarından bahsetmese, memleket güllük gülistanlık olacaktır.
Yine de bu yetmez; racon kesilmiştir, ders verilmiştir tamam ama kitleler daha fazla düzen, daha fazla otorite, daha fazla güç istemelidir, devleti ve baskıyı her seferinde daha iştahlı, daha arzulu bir şekilde çağırmalıdır. Gramsci hegemonyayı rıza artı zor olarak formüle etmişti; eklemek gerekir, kitlelerin daha fazla otoriteye, daha fazla zora razı olması da hegemonyaya dâhildir.
Bugün Türk sağı, ahmaklaştırdığı kitlelere, kendi yarattığı karanlıktan çıkışın yolunun kendisine daha fazla güç verilmesi ve o karanlıktan ancak karanlığın daha da güçlenmesiyle kurtulmanın mümkün olduğunu kabul ettirmiş gibidir. Kitleler kolektif bir akıl yitiminin eşliğinde olan bitene bakıp, önce suçlunun etnik kökenini incelemekte, suçu hemen “biz”den olmayanlara yıkmakta, Kürtleri ya da sığınmacıları hedef tahtasına yerleştirmekte, bir milliyetçilik seremonisi sergilemekte, ardından da polise öldürme yetkisi verilmesini (sanki yokmuş gibi) ya da idam cezasını talep edebilmekte, bunu bir çözüm olarak görebilmektedirler.
İdam Türk sağı tarafından kitleleri afyonlamanın, uyuşturmanın ve aynı zamanda onları sahte bir toplumsallık üzerinden mobilize etmenin bir aracı, bir fantezi nesnesi olarak kullanılmaktadır. Tüm bu olan bitenin gerisinde iktidarın izlediği ekonomi politikaları, alt üst olmuş gelir dağılımı, eğitimin içine düşürüldüğü durum, mafyatik ilişkiler, yani Türkiye’nin düzeni yokmuşçasına, idam kitlelere nihai bir çözüm, adaletin gerçek anlamda yerine getirilişi olarak sunulur ve buradan bir ortaklık yaratılmak istenir. İdam cezası olsa ve hele bir de bu ceza kitlelerin önünde, bir şov misali gerçekleştirilse, o zaman suçlular gerçek anlamda cezalandırılmış olacak ve kimse de suç işlemeyecektir, toplum da böylece bir arınma ritüeli yaşayacak, idam edilen her kişide kendi suçsuzluğunu kutsayacaktır.
İdam Türkiye İslamcılığı için de işlevseldir; “kısasa kısas, gerçek adalettir” diyenlerin esas meselesi adalet falan değil yaşadığımız fiili şeriat rejimini anayasal bir statüye kavuşturmak, onu resmileştirmektir. Buradan yürütülen tartışma aynı zamanda suçla seküler yaşam arasında, bir sembol olarak içki arasında, “ahlaksızlık” arasında bir bağlantı kurar; suçun gerisinde toplumun dinden uzaklaşmasının olduğu ve devletin ülkeyi dini kurallar çerçevesinde yönetmemesi olduğu öne sürülür. Dolayısıyla hiç unutmamak gerekir ki Türkiye’de idam tartışması her şeyden önce bir şeriat tartışmasıdır.
Toplumun böylesine kolay bir şekilde manipüle edilebilmesi ise ortada bildiğimiz anlamda bir toplum olmamasından kaynaklanmaktadır. Bugün Türkiye’de iktidarın enflasyonla mücadele adı altında izlediği planlı yoksullaştırma programına karşı kolektif bir direnç ortaya koyabilen, sahip olduğu hak ve özgürlüklerin elinden alınmasına itiraz eden, ülkesinin talan edilen taşına toprağına sahip çıkan, çocuklarının ya maktul ya katil olmasını engelleme iradesi gösteren bir toplum, kolektif bir özne yoktur. Toplum, 12 Eylül darbesinden beri atomize edilmekte, örgütsüzleştirilmekte, ortak bir akıl ve irade üretme yetisinden yoksun bırakılmakta, tarikatların, cemaatlerin, mafyanın kucağına atılmakta, kitle iletişim araçları aracılığıyla hafızasızlaştırılmakta ve aptallaştırılmaktadır. Böylece bir çocuktan katil yaratan o karanlık, çözüm olarak yine kendisini, kendisinin daha koyu bir halini sunabilmekte, kitleleri buna razı edebilmektedir.
Buradan çıkış mı? Elbette ki mümkündür. Slogan atmak olarak görülebilir ama aksine hakikat şudur ki Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumun ve başına gelen bütün kötülüklerin kaynağı Türk sağıdır. Türk sağı dinciliğiyle, faşizmiyle, devlet tapınmacılığıyla, sermaye düzeninin muhafızlığıyla, feodal ilişkilerden, aşiretlerden, tarikatlardan nemalanmasıyla, mafyayla kurduğu ilişkilerle, lümpenliği beslemesiyle, erkeklik/delikanlılık edebiyatıyla, hamasetiyle, sahtekârlığıyla Türkiye’yi bu hale getirmiştir, evet Türkiye’nin hakikati budur.
Hakikat buysa çözüm de soldadır, emeğin, emekçilerin siyaset sahnesindeki temsilindedir, kamucu, halkçı ekonomi politikalarındadır, örgütlenmededir, dayanışmadadır, laiklik mücadelesindedir, yaşamı savunmadadır, yani mesele aklı iğdiş edilmiş kitlelerin yeniden toplum haline gelmesi, yeniden ortak bir akıl ve irade ortaya koyması, kendisinden çalınanları geri almak için elini taşın altına koymasıdır. Bugün Türkiye’de solun en önemli ve biricik meselesi bunun nasıl başarılacağıdır. Türkiye ya yüzünü sola dönecektir ya da bir çocuktan katil yaratan o karanlık daha da büyüyecek ve Türkiye’yi yutacaktır. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)
Hiç yorum yok