Savcı olsaydım, “dış güçler ve uzantıları” motifine bel bağlanmasını suçluluk karinesi sayardım
NARİN VAKASI / 1
Küçücük bir çocuğun, ayağa takılıp adamı tökezletmiş taşı bir tekmede kenara savurur gibi, öylesine anî, refleksvârî kararla öldürülüverilmesiyle aynı rafa konabilecek ne vardır? Bu cinayetin, meselâ, birçok kişi tarafından biliniyor olması, fakat ortaya çıkmaması umuduyla sessizce, -hakikatin peşine düşmüşlere düşmanlığı berkiterek- beklenmesi, oraya yakışır mı? Ya o güzelim çocuğu -çok büyük ihtimalle boğarak- öldürenin, cesedi taşıyanın, örtenin, müthiş titizlikle yürütüldüğü söylenen arama çalışmalarına katılması? “Dost düşman” herkesin sahiden de doğru dürüst yürütüldüğünü söylediği soruşturma ve özellikle arama çalışmalarının operasyonel âmiri olan komutanın, Narin kaybolduktan bir hafta kadar sonra, “Çember daralıyor, çözüme yaklaştık,” açıklaması yapması ve ardından ceset bulunana kadar on iki günün daha geçmesi ve jandarma komutanının o süreyi sus pus sahne arkasında geçirmesi? Rafımızda yer kalmayacağı belli. Zira üç değil beş değil, içyüzümüzü olanca kirliliğiyle ortaya döken rezaletler…
Üstelik, öyle girift fakat basit, öyle hayret verici fakat bilindik, öyle pespaye fakat nizam-intizam içinde, öyle uçuk fakat normal ki yaşananlar, bir kız çocuğunun öldürülüp saklanması ve ardından izlediklerimiz, yalnız bir vahşet-dehşet ve entrika serüveninin konusu olmakla kalamıyor. Bir kâbus deresine yataklık ettiği belli o köyde, dünyanın tekin yer olmadığına dair adını koyamadığı tedirginlik duyguları yaşamış olsa da henüz “o kadarını” kondurabilecek yaşa erişememiş Narin’cik, hayata doğru dürüst katılamadı bile; sadece küçücük, uğursuz bir kısmına mâruz kaldı. Allah adını en çok ağzına alanların aslında yalnız kendi -varolan veya henüz varolmasalar da ulaşılabilir (yani gasp edilebilir) gözüken- imtiyazlarına ve devlete taptıkları topraklardaki köylerde -hele kasabalarda! ve artık büyükşehirlerde de- sıradan insan hayatı bir mâruz kalma macerasından ibaret. Bizimki gibi diyarlarda kendi hayatını “yapamazsın”. Yapmış gözüken, başkasından gasp etmiştir.
Narin’in katledilmesi ve ertesinin hikâyesi buralara da uzanır.
Bizde cinayetlerin hikâyesini eleveren, ortaya döken, “kaynakları”na dayanarak gıdım gıdım ser-sır verme oyunu oynayan meslektaşlarımızın bütün hilelerine rağmen, “öncesi”ne dair öğrenilen veya uydurulan olgular değil, “ertesi”dir. Hepinizi bir çırpıda ikna ediverecek somut örnek vereyim, somut değilmiş gibi: Meselâ siyasî suikasttan hemen sonra emniyet müdürü çıkar, “Örgüt işi değil,” derse, hem örgüt işi olduğunu hem de bu işin devlet ilişkisi olduğunu ve aydınlatılmayacağını, yıllar süren davalara konu olsa bile işin gerçek sahibinin asla adlandırılmayacağını, yargılanmayacağını, hele hele cezalandırılmayacağını anlarız. Aynı anda, bu kişi, odak, teşkilat, artık her neyse onun cezalandırılmayacağını, çünkü yapılanın devlet nezdinde suç sayılmayacağını da anlarız. Hattâ sözkonusu cinayet, suikast, katliam… özel olarak kararı alınmış, planlanmış bir işlem olmasa, birilerinin işgüzarlığı ve nasıl olsa cezalandırılmayacağını bildiği için kalkıştığı “münferit hareket” olsa bile, ezcümle üniformalı-üniformasız bürokrasi, işlemin prosedüre uygunluğunu teşhis ettiği anda vazife bilip iştirak eder, gereğini yapar. Yazılı olmayan bu resmî öğreti ve prosedür nedeniyle, hep “ertesi”dir asıl bilgiyi alabildiğimiz kaynak. Prosedüre dahil olduğundan, resmî görevlilerin bazılarının ifadesi falan alınır, bir bakarız ki, bunlar, “Efendim, biz şey zannettik…” diye katılmışlar operasyona. Bu tür süreçler daha çok siyasî bakımdan makbul olmayan kişi ve çevrelerin tenkil ve imhası bağlamında cereyan eder.
Zavallı küçük kızımızın uğradığı hunharlık bu cümleden değil. Dolayısıyla burada devlet ne edeceğini şaşırmış halde: Depremlerdeki gibi! Vatandaşın başına iş gelmiş, e, devlet vatandaşa yardım ve hizmet için örgütlenmemiş ki! N’apılacak şimdi?.. Ne yazık ki, içinde çürüdüğümüz haysiyetsizlik rejimine son verme iddiasındaki muhalefet de başka nedenlerle eli kolu bağlı kalıyor. Çünkü haysiyetsizlik, tıpkı vicdansızlık gibi, -yakışıklı bir bilimli ifadeyle ortaya koyalım- sosyal kümeleri yatay kesiyor. Faillerin “aşırı dinci” olarak tarifi mümkünse de ne yazık ki bu insanlar aynı zamanda makbul olmayan etnik özelliklere sahipler. “Türkiye’nin aydınlık yüzü”nün kimi muhalif mensupları, yerleşik ırkçılığın meşrulaştırma işlemlerini kolaylaştırdığı, “Canım, zaten bu Doğulular…” numarasıyla sıyırıyorlar kendilerini Narin’in -artık cansız- bakışlarından. Bu Kürtler de ya terörist oluyor ya dinci-tarikatçı; oynayacak yer bırakmıyorlar ki milletimizin zaten okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına! Yine de, bedeninin parçalarını annesinin tarladan topladığı Ceylan’ın kocaman açılmış gözlerini görmezden gelebilmiş birilerinden bahsediyoruz; görmezden gelebilme kabiliyetlerini asla küçümsememek gereken bir koca nüfustan!
Narin’in -bu kelime, işte bu masum küçük insan yavrularının haşin insanlık ortamındaki kırılganlığını tarif etmek için icat edilmiştir- bu dünyadan, acımasız ve şerefsiz -bu kelime, işte tam da böyle özneler için icat edilmiştir- erkek ellerince soluksuz bırakılarak hayattan koparılış öyküsü, özellikle “ertesi”yle, iradeden vicdana bireysel, siyasetten dindarlığa toplumsal, jandarmadan hükümete idarî, ahlâkî, felsefî, nereye gitseniz bir ucunu yakalayacağınız sayısız ipliğin birbirine karıştığı, uğursuz, tekinsiz, belalı yumak.
Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez. Dehşeti, cinayeti normalleştiren nedir? Çin köylerinde kız çocuklarını doğar doğmaz diri diri gömmeyi önlemek için onyıllarca uğraşıldı. Üstelik gık diyenin hesabının oracıkta kesiliverdiği dönemlerde. 20. yüzyıl sonlarında bu mevzu hâlâ vardı. Çin başka gezegende midir? Yani ortada henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri var. İnsan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler var. Bunların medeniyetler ile birleşmiş haline göre, kadınların kullanılıp atılabilir kabul edilişi var. Kadınların bir toplumun gündelik hayatı içerisinde kendilerini nasıl hissettiklerini, herhangi bir insan toplumunun medeniyet ölçüsü sayabiliriz. Bilinci gelişkin, ortadaki olmazlığı fark etmiş, insan türünün farklı cinslerden oluştuğunu ve erkek olmanın “doğuştan” hiçbir üstünlük ve özellik getirmediğini kavramış kadınların değil, erkeklerin -en azından hatırı sayılır bölümünün- zihninde, ruhunda, -manevî derinliklerimize ne ad vermek istiyorsak orada- “insan” diye tek bir hayvan türüne mensubiyetimiz hakkında nasıl bir imtiyazsızlık, haklar bakımından eşitlik kavramı yerleşmişse medeniyetimiz onunla ölçülebilir. Çünkü kadınların -her bakımdan, her yönüyle- bir tür hizmetkâr, hattâ, toplumlar geliştikçe, mevzular ortaya döküldükçe zorlaşsa da bin türlü yolu bulunup yaşatılan bir tür köle konumunda bulundurulabileceği, hele şimdi, giderek yitirilen iktidarı mağrur kalmaya çabalayan mağdur halleriyle izleyen erkeklerin zihinlerinden bir türlü söküp atamadıkları “bilgi”! O tabutun üzerine, bu şartlarda, yaşanan bu hikâyenin üzerine o duvağı koymadaki doğallık, küçücük, incecik yeğenini boğan Amca manzarasından bile daha ürkütücü. Amca veya başka bir zorba, kendi ömür süresince birkaç kişiye zarar verebilir. O duvağın oraya konmasıysa, ohooo…, köle sahiplerinin yaşananın özüyle hiçbir problemlerinin bulunmadığını ve kimbilir kaç kuşağın daha benzer muamele ve tehlikelerle yüzyüze kalacağını anlatıyor. “Normal bu,” diyorlar. “Kız çocuğu… başka ne olacaktı ki? Gelin olacaktı, olamadı.” O halde? Biri -herhalde boğarak öldüren-, öbürüne, “Al bunu, şuraya götür, at,” diyor. O da götürüyor, atıyor. Bu talebi bir yere kadar normal buluyor çünkü. İki yüz bin liranın asla yapılmayacak olanı yaptıracak bir istikbal vaadi içermediği âşikâr. Dereye çuval içinde çocuk cesedi gizledikten sonra fayanslarla bilmemneyle uğraşıp bilahare namaz kılan adama bu alenen cehennemlik macerayı yaşattıran -ve aslında başka insanın yaşamı üzerindeki otoritesi belli ki namazı buyuranınkinden daha elle tutulur olan- şey, şüphesiz buyuran dünyevî varlığın -alt tarafı bir adam- kimliği. Gücü. İktidar yani. Erkeğiyle kadınıyla insan türünün en iyi tanıdığı kuvvet. Normallik bunun saldığı enerjiyle katmerleniyor. Köy yerinin güçlülerinden -arkası olan- bir adam gelip öbür adama bir iş buyurursa o yapılır. Bu, normal. Öte yandan, kız çocuğunun öldürülmesi -öyle icap etmiş- ve cesedin saklanması da normal. Yoksa, güçlü kimse, kendisine boyun eğmesi normal olan erkekten, diyelim beş yüz bin lira karşılığında çükünü kesmesini istese beriki bunu yapar mıydı? Halbuki öldürülmüş kız çocuğu cesedini bir yere atıp örtmesi istendiğinde yapabiliyor, yapabilir. Vallahi derin merin, köklü möklü, ama böylesine basit.
Bunu burada daha fazla uzatamayacağım. Zaten bu kadarıyla bile dalmam, somut olarak Narin’in yüzünden, bakışından uzaklaşabilmek için, başta. Faillerle uğraşırken duyulan bîçare öfkeyi Narin’in artık sadece cansız bir resimden ibaret görüntüsüne bakarken duyulan felç edici çaresizliğe bin defa yeğlerim. “Vaka” dediğimiz şey, o güzelim çocuğun hunharca öldürülmesinin alelâde bir gündelik problemin çözümü sayılabilmesi. Yoksa tam bu noktada Amca’nın dinî inancının Allah’la, ahiretle sahiden ilişkisinin olup olmadığı sorgulamasına mı girişsek? Evet, insanlar -cinayet dahil- “gündelik” işlerini ulvî-uhrevî olandan ayırt etmeseler yaşayamazlar, doğru. Lâkin özellikle bu varoluşsal-felsefî mesele bakımından gelmiş geçmiş en zengin laboratuvarlardan biri kurulmuş bulunuyor şu anda burada. O halde bu yola da sapacağız mecburen.
Bizim burada dinî inanç dediğimiz şey, dünya yüzünde varolan bütün dinlerden, bütün siyasî görüşlerden hemen herkesin kabul edeceği, en temel, en basit, asgarî ahlâkî gereklerden nasıl böylesine uzak kalabiliyor? Bütün bir AKP iktidarı tecrübesi -ki, hemen dibimizde ihtişamlı bir insanlık felaketi olarak DAİŞ pratiğiyle de zamandaş oldu-, benim gibi, safça, muhtemelen salakça, dinden, allah ve ahiret kavramlarından, bir tür dünyevî adalet, vicdan telakkîsi uman insanları bambaşka yerlere sürükledi. Güneydoğu’daki Hizbullah meselesine açıkçası hiç böyle fazla ulvî kaçacak çerçeveler içinden bakmadık birçoğumuz. Çünkü işin içinde, güya ölümüne karşı olduğu devlet tarafından eğitilip ortalığa salınmış birileri vardı. Nitekim, bunca yaşanandan -önce tehlikeli düşman, sonra eli satırlı, “işe yarar” eleman, sonra işi bitmiş fakat başa bela hayırsız evlat konumuna sokulduktan ve laf dinlemeyince cezalandırıldıktan- sonra, o taraftan birileri artık kendilerini kullandırmama tavrına, berikiler de artık bunları kullanmama çizgilerine çekilmiş gibiyken, yine doğrudan somut siyasî hesaplara bulanmış olarak Hizbullah’ın gölgesi çıktı karşımıza.
Ve bütün bu süreci mümkün kılan, her şeye kâdir devletin Hizbullah’ı kendine göre yontup şekillendirmesi değil, onun kendini Hizbullah’ı da sindirebilecek, ona açıkça sahip çıkabilecek, hattâ onu bünyesine katabilecek şekilde dönüştürmesi oldu. Çünkü Hizbullah’ı sokağı “onlara” bırakmayacak güç olarak eğitip donatan, dindarlıkla tanımlanmayan, evet, aynı zamanda “28 Şubat’çı” “eski” devletti; şimdiyse devlet, Hizbullah’ın belli ki sadece hayaletinin dolaşmadığı, kendisinin de, -yine belli ki- devletle ilişkilerinin elverdiği ölçüde vücut bulduğu köyde meydana gelmiş vahim hadiseyi kendisine -ve, evet, Hizbullah’çılara- mümkün olduğu kadar az hasar getirecek şekilde halletme derdindeki bir kadronun geçici örgütlenişi mahiyetinde.
Bazı çocukların gözlerinden akıl fışkırır. Tabiî gördüğümüz sadece fotoğrafsa bazen birşeyler denk gelir, bizde bu izlenimi yaratır, yanılırız. Bu payı düşüyorum, tamam. Fakat Narin’in ilk fotoğrafını gördüğüm andan itibaren, bu çocuğun pek akıllı, pek hazırcevap, sohbet etseniz sizi bol bol güldürecek ama çokça da sıkıştıracak, büyürken muhtemelen yetiştiği koşulların ötesine sıçrayabilecek bir insan yavrusu olduğu yollu izlenime kapıldım. Yukarıdan beri yazdıklarım ve bunları böyle ortaya serdiğime göre dahasını da yazmak zorunda olduğum şeyler hep Narin’in bakışlarından kaçmak için.
Devam etmeye çalışacağım.
NARİN VAKASI / 2
Diyarbakır’ın Tavşantepe köyünde küçük Narin’in öldürülmesinin ardından, ufacık kız çocuğuna hunharca kıyılması gibi bir fecaati neredeyse gölgede bırakacak dehşet manzarasıyla karşı karşıya kaldık. Birçok bakımdan.
İlki, hangi sebeple olursa olsun, küçücük çocuğun dünyadaki varlığına son verilmesinin bu topraklarda ne kadar kolay, ne kadar rahat, ne kadar soğukkanlılıkla gerçekleştirilebilen, handiyse sıradan hadise olabildiğini -aslında yeniden, bir defa daha- görmüş olmamız. Rahatlık burada gözümüze fena sokuldu tabiî. Birilerinin gözünde başkaları, çocuklar, özellikle başkalarının çocukları, hele kız çocukları nasıl da kolayca harcanabilir varlıklar! Çoğu erkek için kadınları kullanılıp atılabilir kılan -ve ısrarla beslenen, yeniden üretilen- kültürel kodlar, henüz tam “işe yarar” hale gelmemiş minik kızları -tam da şu sırada ortaya çıkan yeni rezalet haberine göre bebekleri de!- erkeklerin kolayca dönüveren gözlerinde “tek kullanımlık” da yapabiliyor. Olayımızda, şimdilik öğrenebildiğimiz kadarıyla, böyle bir şey değil, ufak çocuğun münasebetsiz bir durumda ayağa takılan taş muamelesi görmesi sözkonusu. Tekmelemişler öteye. Dere kenarına.
İkinci olarak, toplumsal kültürün ahlâktan kopuşunun, böylesine uzağa düşmesinin memleketimiz için nasıl yaygın, derin bir “kişilik özelliği” haline geldiği gerçeğinin yüzümüze vuruluşu. Cinayeti -belki oraya varan süreci- normalleştiren, cinayetin örtülmesini doğallaştıran bir aile ve köy hayatı. Tavşantepe böyle bir rezaletin yaşanabileceği tek yer midir? Güran’ların cinayet ve gizlenmesiyle ilgili kısmı -ki pek çok kişi ediyor-, bu korkunç suç ortaklığına gözünü kırpmadan, vicdanı titremeden dalabilecek tek aile midir? Herhangi bir “acil” sebeple, doğan herhangi bir sorunun çabucak çözümü için çocuğun öldürülüvermesi ve bunun doğal, kaçınılmaz vs. sayılması, herkesin davranışını ve elbette inanışını, varoluşunu, tavrını bundan böyle buna göre düzenlemesi nasıl bir insanlık durumuna işaret eder? Burada asla münferit hadiseden sözedilemeyeceği belli değil mi? Üstelik, belirli koşulların belirli zamanda birden biraraya gelişiyle oluşmuş, güncel, geçici bir ortamdan da söz etmiyoruz. Var mıdır korkusuz, komplekssiz böyle bir salgın hastalığın üzerine gidebilecek olan?
Üçüncü olarak, bir çocuğun öldürülmesi karşısında takındığımız tavırlarda bile, bir çocuğun öldürülmüş olmasının yaratması beklenecek dehşetin önüne geçen ne berbat bencilliklerle, benmerkezciliklerle zehirlenmiş bulunduğumuzu ortaya koyumuşuzu konu etmeliyiz ki, bunların ucu türlü hesap kitaba varıyor. Menfaat kaygıları, kendini doğrulama histerileri, çocuk cinayetinden ötürü her yeri kaplamış olması gereken saf dehşet duygusunu geriye itebiliyor. Başlıbaşına yazı -aslında ansiklopedik inceleme- konusu olan bu fasıl hakkında burada yalnız bir-iki cümle etmekle yetineyim. Satırla adamlar öldürmüş, evlere işkencehane kurmuş domuzbağı ustalarıyla ister istemez birarada anılan birileri, çocuk cinayeti ve bunun ailece hep birlikte gizlenmesi hakkında “bunlar bizim kültürümüzün işleri değil” diyor. Avrupa, Amerika, İsrail kültürü falan uygun görürmüş böyle işleri! Her berbat durumdan yalanla kendini sıyırabileceğini sanan, günahgeçirmez kültürün mensupları! Kendilerinden saydıkları birilerinin işlediği korkunç suçların hepsine cennet ihtimalini ortadan kaldırmayan bahaneler bulabilen ip üstü hilebazları! Böylece hiç günaha girmiyorlar, kime ne istiyorlarsa yapabiliyorlar. Akit kafası. Öbür taraftaysa, câniyâne işleri yapanların “dinci-gerici” diye nitelenebilecek kimseler çıkmasını vesile ederek doğrulanma havasına giren Türkiye’nin yersen “aydınlık yüzü”. Üstelik câniyâne oyunun kahramanları Kürt de! Bilumum milliyetçi, ırkçı, faşist, üstünlükçü dangalak bayram edecek -ortada çocuk cesedi olmasa. Gelin görün ki, bu Kürtler “o Kürtler” değil. AKP öncesinden beri, bölücü teröristlere karşı devletin yanında saf tutmuşlar. Yani fazla da harcamamak lazım. Fakat..? Yoksa tam da tutmamışlar mı? Çünkü pek dinciler..? Düşünün, hem dinciler hem Kürtler, fakat bundan birilerine ekmek çıkmıyor! Kötü şey, toplumsal yaşamın karmaşıklığı.
Dördüncü olarak, yine bir defa daha, devlet denen organizasyonun kuruluş amaçları ve işlevleri arasında vatandaşları korumanın, onlara hizmetin ne kadar geri planda bulunduğunu, hattâ aslında fiilen bulunmayıp “lüzum görülen” bazı hallerde böyle bir külfete mecburen katlanıldığını görüyoruz. On dokuz gün süren şaşkınlık ve beceriksizlik dönemi boyunca hangi kararların hangi güdüler, kaygılar ve hesaplarla verildiğini veya verilmediğini, hangi işlemlerin yine hangi hesaplar uğruna yapıldığını veya yapılmadığını bilemiyoruz. Birkaç gün içinde “çemberin daraldığını”, “hedefe yaklaşıldığını” ilan eden jandarma komutanının beyanının neye dayanarak önümüze sürüldüğünü, sonra neden birden geçersiz hale geldiğini, şimdi niye hiç hatırlanmadığını, hatırlatılmadığını elbette bilemiyoruz. Ortada yalnız tek çember var, o da bizi içine hapsettikleri acizlik çemberi. Daracık yerde bir cesedin on dokuz gün boyunca bulunamayışı, köy ahalisinin ilgili kısmının müthiş disiplin içerisinde ağız birliği etmesi, ser verip sır vermemesi, buna karşılık devletin tavrının, bizzat kendi elemanları aracılığıyla çiğnediği göstermelik yayın yasağından ibaret oluşu, hiçbir aşamada hiçbir devlet yetkilisinin bizi insan yerine koyup tek kelime açıklama yapmayışı… Bunlar bir defa daha bize vatandaş falan olmadığımızı, meselenin ilgilisi, tarafı vs. olmadığımızı anlatmanın “hayatın doğal akışına uygun” yolları, devlet açısından. Buna, aşağıda tekrar dokunacağım.
Beşincisi, gazeteciliğimizin hâlihazırdaki çıtasının, meslekle ilgili son kaygıları da terk etmeden tasavvur edilebilecek en alt düzeye inmiş oluşu. Ekranlardan belli olmayan bin türlü zorluğa rağmen birşeyler öğrenip bize iletmeye çalışan az sayıdaki fedakâr meslektaşımıza teşekkürler edip onları kenara ayıralım. Utanmadan sıkılmadan yalanların söylenmesinden, gerçeklerin gizlenmesinden, manipülasyon gayretlerinden de sözetmiyorum. “Narin Vakası” herkese hiç beklemediği yerden öyle bir çarptı ki, iktidar propaganda aygıtı bile yalana, çarpıtmaya fazla vakit ve imkân bulamadı. Fakat TV kanalları ve internet yayınlarında sergilenen sansasyon merakı, abartma ve “müşteri çekme” numaralarının utanç verici olduğunu söylemeliyiz. Medyanın görece güvendiğimiz kısmının hali de bu açıdan kötü. Müthiş buluşlar yapılıyormuş, kimsenin aklına gelmeyen bağlantılar keşfediliyormuş havası içerisinde, toplam üç cümleye sığabilecek bilgiyi aktarmak için saatlerimizi çalan ve TV şovuna dönüşen programlar, “teknik ayrıntı” yorumlama ambalajında siyasî nutuklar, fırsatını bulmuşken sergilenen sevimsiz akıl ve hüner gösterileri… Sahada koşturan ve âdetâ boğuşarak gıdım gıdım haber almaya uğraşan muhabirleri şovların flaş numarası “canlı bağlantı” oyununda figüran konumuna sokan mizansenler… Doğru dürüst bilgi alınamadığı, eldeki verilere bir türlü yenileri eklenemediği için hem muhabirlerin devamlı aynı sözleri tekrarlayarak zor duruma düşmesine yolaçılan hem de, ille de çok mühim laflar edilmesi mecburî sanıldığından, bu defa tamamen yorumcunun zihin kapasitesine tâbi kılındığımız şu süreçte, eline fırsat geçirenin kendi tahminlerini -mantıken imkânsız olsa veya çoktan yanlışlanmış verilere dayansa da- “kesin ihtimal” sûretinde takdim etmesi… Gazete ve televizyonların Youtube kanallarındaki videoların sunuluşuna bakacak olursak, “kan donduran ayrıntı”dan “şok edecek detay”a koşturduğumuz şu kadar günde cinayet şimdiye kadar kırk beş defa aydınlandı, katil ifşa edildi, olay çözüldü, vs.. Bu yazı yazılırken, ahıra ulaşmış bulunuyorduk; belki de orada kalmamız uygun olacaktır.
Altıncısı, bunlara karşılık, ısrarla hatırlatılan yayın yasağı varken -üstelik, böyle bir hadisede yayın yasağını meşru bulmayan, yandaşı-muhalifi, hukukçusu, hattâ gazetecisi, hemen hiç kimse yokken- yetkililerin iktidar propaganda aygıtına bilgi sızdırması, böylece bütün toplumun üzüntüyle, kaygıyla izlediği, katıldığı olayda da manipülasyon ve propaganda fırsatını elden kaçırmama gayretini baş köşeye yerleştirmesi. Çünkü burada açıkça, soruşturmanın gerekleriyle bilgi tekelini elde tutma ihtirası karşı karşıya geliyor ve iktidar ikincisini tercih ediyor. Acı olan, burada doğrudan siyasî bağlantısı ve siyasî amacı bulunmayan, yani devletin bekâsı takıntılarıyla falan da ilişkisi kurulamayacak bir cinayeti çözmeye, suçluları tesbit etmeye çalışan görevliler hakkında da şaibe yaratan bir durumun doğması. Böyle bir durumda kime güvenilecek? Bizi yönetenler, en küçük vesileyle dahi, kendilerine asla güvenemeyeceğimizi ortaya koyuyorlar. Bu gerçek bir millî güvenlik meselesi, kimse farkında değil. Başta da hayatı millî güvenlikten ibaret olanlar! Kaldı ki, hiç ortaya getirilmeyen bir nokta daha var, devletin konumunu, tutumunu anlamak bakımından. Şöyle düşünelim: Kimbilir kaç kişinin elbirliğiyle işlenmiş cinayetin, belli ki çok, ama sahiden çok kişinin işbirliğiyle gizlenmeye çalışıldığı korku piyesi, diyelim dört kişiden üçünün AKP+Hüdapar’a değil de DEM Parti’ye oy verdiği bir köyde sahnelense: (a) gözaltılar için bu kadar beklenir miydi? (b) cesedin bulunması on dokuz gün alır mıydı? (c) şu ana kadar şüphelilerin bebekken yataklarına işemeleri dahil her şey ortaya dökülmüş olmaz mıydı? Ve: (d) Yüzlerce “Kaleş mermisi” ve daha kimbilir nelerle ilgili neler neler öğrenmiş olmaz mıydık? Hattâ Tavşantepe yeni bir terör dalgasının merkezi ve Türkiye’yi işgal planının odağı ilan edilmiş olmaz mıydı?
Yedinci olarak, iktidardakiler başta olmak üzere bütün siyaset kurumunu derin şaibe altında bırakan, zira fazlasıyla rahatsız edici birtakım durumların arızî, anlık hadiseler olmayıp hep işleyen bir mekanizmanın yapısal faaliyeti olduğunun bize açıkça anlatılmasından söz edecektim. AKP Diyarbakır milletvekili -ve yörenin geniş, güçlü ailelerinden birinin ileri geleni- Galip Ensarioğlu, Narin’in öldürülmesi dolayısıyla Güran’lardan söz ederken, ailenin kendisinin kırk yıllık dostu olduğunu, onları üzmek istemediğini, siyasetçi olarak söylememeleri gereken şeyler bulunduğunu vs. dile getirmişti. Ensarioğlu’nun ifadesi açıkça, “cinayet işlediklerini bilsek de söylemeyebiliriz”i imâ ediyordu ve çok tepki topladı. Kendi görüşlerimi yazmak yerine, tam yazıyı bitirip göndereceğim sırada gözüme çarpan, Güran Ailesi imzasıyla yapılan açıklamadan bahsetmem, mekanizmaya ışık tutmak açısından daha isabetli olacak. Açıklamadan, ailenin, “E, bize de mi, canım?” havasında olduğu anlaşılıyor. “Kuran kurslarına ve Yüce dinimize saldırılar”dan yakınılan metinde, Güran ailesinden “binlerce” kişinin “ülkemizin değişik coğrafyasında” yaşadığı, “büyük ekseriyetiyle de vatanına ve milletine bağlı fertler” olduklarına işaret ediliyor, şöyle deniyor: “Aile fertlerimizin kendi kızlarımızı öldürmelerini tahayyül edemiyoruz, ancak böyle bir durum varsa bile bir kişi yüzünden koca bir ailenin karalanmasını bir takım dış güçler ve onların yerli uzantılarına bağlamaktayız.” Aile adına yapılan açıklamaya, şu “stratejik” ifade de eklenmiş: “Aile fertlerimizin bir kısmının yaşadığı Tavşantepe Mahallesinin stratejik ve coğrafi konumu da ayrı bir etkendir.” Bu cümlenin gerçekten hayli ilginç ve dikkate değer olduğunu düşünmeliyiz. Açıklamayı kaleme alanlar, “Devletimize bağlı tüm güçler”den “bu oyuna gelmemelerini istirham” ederken, şu siteme de yer veriyor: “Maalesef bazı muhafazakar yazarlar dahi hiç inceleme yapmadan aileyi vatan düşmanlığı ile itham etmektedirler.” Buradan da ailenin, cinayetten bağımsız olarak kendilerine sahip çıkılmasını bekledikleri anlaşılıyor. Savcı olsaydım, haksız yere cinayetten suçlanmama kaygısıyla yapılmış görünen açıklamada “dış güçler ve uzantıları” motifine bel bağlanmasını suçluluk karinesi sayardım.
***
Köşe yazarınızdan beklemeyeceğinizi sandığım bir temenniyle bitireyim: Sayıp döktüğüm bütün bu rezilliklere rağmen “Narin Vakası”nda şimdiye kadar sık görmediğimiz türden bir ortaklaşma, bir toplu gayret potansiyeli var. Çok da incesine girmeden, mevzuya el atılır atılmaz anlaşılıyor ki, burada sürüklendiğimiz, tıkıştırıldığımız, soluksuz bırakılmaya çalışıldığımız insanlık dışı halden çıkış yolunun herkesçe idrak edilebilmesi mümkün. Çünkü bu gerçekten “kim olursan ol…”la başlanacak pek az anlamlı önerinin sağlam zemin bulabileceği bir alan. Adalet ve hakikat yolu dışında hiçbir yoldan yürünemeyecek, başka türlü kimsenin selametin hiçbir türlüsüne ulaşamayacağı bir sorun, yaşadığımız.
Siyaset yapılacaksa bu derinliklere uzanılarak, bu genişlikten korkmayarak yapılabilir. Ve bu bizi her gün daha da haysiyetsizleştiren, boğan, kendimizi umutsuz, çaresiz hissettiren şu hayattan öteye sıçratabilir. “Narin Vakası”nı, geleceğe uzanacak anlamlı sonuçlar yaratarak çözüp çözemeyeceğimiz, ne kadar nasıl çözebileceğimiz, Suriye’den ne kadar toprak apartılabileceğinden, bu memleketin insanlarına ve etrafa ne kadar dehşet salınabileceğinden çok daha ciddî meseledir, toplumumuzun geleceği açısından.
Narin’cik oradan çıkamazdı, nasıl çıksın? Bunca şey görmüş geçirmiş toplum, kendini boğulup çuvala tıkılmış, dere kenarına atılmış sayamaz. Sayıyorsa, zorba heriflerin elinde can veren Narin’le değil, ağız birliği edip susarak kendi haysiyetinin üzerinde tepinen ahaliyle kendini özdeşleştiriyordur.
(NOT: Bu yazıyı perşembe günü saat 16:30’da gazeteye ilettim. Gözaltındaki şüphelilerin Adliye’ye sevki sürüyordu.) (ÜMİT KIVANÇ - GAZETE DUVAR)