Türkiye son 40 yılın üçüncü büyük ‘ücret çöküşü’ ile karşı karşıya. 2025’te kayıplar giderilemezse pandemiyle başlayan ‘yoksullaşma rallisi’...
Türkiye son 40 yılın üçüncü büyük ‘ücret çöküşü’ ile karşı karşıya. 2025’te kayıplar giderilemezse pandemiyle başlayan ‘yoksullaşma rallisi’, ücretlerin en dip seviyeye çıpalanmasıyla sonuçlanacak. Bundan önceki iki büyük çöküş, işçilerin örgütlü kesiminin direnişleri sayesinde aşılabilmişti. Bölüşüm ilişkilerinde emek lehine yaşanan her genişleme de toplumu canlandırmış, siyasal-sosyal sonuçlar doğurmuştu.
2025 zamları bu bakımdan hayati önemde işte. Mesele, ırgatlaştırmanın önüne bir bariyer çekilip çekilemeyeceği…
***
İlk büyük ücret çöküşü 1988’deydi. Yüzde 40’larda seyreden enflasyon yüzde 75’e fırladı. Memurların merkezinde yer aldığı ‘orta direk’ hepten perişanlaştı. İşçi sınıfının örgütlü kesimi ise ani tepki verdi. 1988’in son çeyreğinde imzalanan toplu sözleşmelerde zamlar yüzde 100-125 arasında gerçekleşti. 1989 ise grevler yılıydı. Özellikle Şişe Cam işçisinin yüzde 235’lik zammı, ardından kağıt iş kolundaki yüzde 220’lik artış tüm sektörlerdeki işçileri tetikledi.
89 ücret zamları bütün toplum için koruyucu bir bariyer sağladı. Zira bölüşüm ilişkilerinin sermaye aleyhine geliştiği bir dönemin kâr oranları ve birikim süreci üzerindeki olumsuz sonuçları, daima ekonomik krizlerle düzeltilir.
Halkın önemli sosyal ve siyasal kazanımlar elde ettiği 1977-1979 döneminin sermaye lehine düzeltmesi de döviz krizi-24 Ocak programı-askeri darbe silsilesiyle gerçekleştiriliyordu. Ucuz emeğe dayalı yeni ekonomik büyüme modelinin yükü topluma yıkıldı. Bu çok yönlü politikanın önüne, 1988-89 işçi direnişleri set çekti. Ve sermaye lehine bir siyasal program uygulama gücünü yitiren Özal iktidarı paramparça oldu. Ücret bariyeri sayesinde toplumun diğer katmanları, aydınlar, öğrenciler, sendikal mücadeleye başlayan memurlar da 90’lı yıllara daha dirençli girebildi.
89’da emek lehine genişleyen bölüşüm ilişkileri bu sefer 1994 kriziyle düzeltiliyordu. Enflasyonun yüzde 100’ü aştığı dönemde uygulamaya konulan 5 Nisan istikrar programı, ücretleri baskılayarak toplumu yeniden yoksullaştırma koridoruna hapsetti. İkinci büyük çöküş gerçekleşiyordu. 1995’teki toplu sözleşmeler faciaydı. Enflasyon ücretlerin yüzde 60’ını silip süpürmüştü. Memurların örgütlenmesi ve işçilerden gelen yoğun tepkiler, koalisyon hükümetlerinin eğreti haliyle birleşince, 1998’de bölüşüm ilişkisi emekçiler lehine kısmen iyileşti. Bir kez daha bariyer çekilmişti.
1980-2000 döneminde emek-sermaye arasındaki savaşın ücretler üzerinden nasıl somutlandığını şu tablo özetliyordu: 1982-88 arası maaş ve ücretlerin katma değerdeki payı yüzde 52’den yüzde 33.5’e gerilemişti. 1989’dan başlayıp 1992’de yüzde 75’e çıktı. Reel giydirilmiş ücretlere bakıldığında 1993’te 203.5 olan endeks, 1994’te 162.7’ye, 1995’te 139.2’ye gerilerken ücret düzeyi 1997’de tekrar yükselme eğilimi gösterdi. Ve 1998’de 152.8, 1999’da 162.2, 2000’de 176.3’e ulaştı.
Emek-sermaye savaşında bugün belki de en hayati eşiklerden birisinde duruyoruz. Bu sefer ücret çöküşü servet sahipleri, iktidar yandaşı zümreler ve patronlar dışında istisnasız herkesi anaforuna çekmiş bir yoksullaşmanın üzerinden gerçekleşiyor. Tehlikeyi büyüten de bu. Çünkü hızlı yoksullaşmanın da ana dinamiği olan ve daha önceki krizlerde karşılaşılmayan özel bir durum var: Dağ gibi hanehalkı borcu. 2002’de 6.4 milyar liraydı. Bugün 3.6 trilyon lira. Ne 88’de ne 98’de böyle bir yük yoktu.
Neredeyse iki nesildir reel ücretler anlamlı düzeyde artmasa bile gelecekteki gelirini ipotek ettirmesi (borçlanma) sayesinde toplumun büyük kısmı, tüketim gücünü uzun yıllar koruyabildi. Kredi genişlemesinin sağladığı satın alma gücüne dayalı ‘refah köpüğü’nün, enflasyonla erimesiyle insanlar, çırılçıplak ücretleriyle baş başa kaldılar. Önceki nesiller için pek de yük olmayan sağlık, eğitim, ulaşım gibi hizmetler artık aile bütçesini yutan zorunlu kalemler. İlk kez barınma sorunu patladı. Elektrik, doğalgaz ve suda sadece tüketilen hizmetin değil, özelleştirmenin maliyeti de üstleniliyor. Belki en vahimi çalıştıkça yoksullaşma…
Geçmişten bu dönemi farklı kılan bir başka sebep ise asgari ücretin toplumun çoğunun geçim düzeyi haline gelmesi. DİSK’in son yaptığı araştırmaya göre 7.5 milyon insan asgari ücret ve altına tabi. Çalışanların yarısı asgari ücret ve bunun yüzde 10 üstü ücrette sabitlendi. Dolayısıyla bugünkü çöküşün kapsamı da etkileri de eskisiyle kıyaslanamayacak çapta.
Manzarayı tamamlayan şu gerçeği de hatırlatalım: Memur, emekli ve asgari ücret zamlarını doğrudan iktidar belirliyor. 16 milyona yakın özel sektör emekçisinin ise yüzde 90’ından fazlası toplu sözleşme kapsamı dışında. Yarısı da asgari ücretli. Yani kaderleri ‘maraba’ gibi ‘ağaların’ gönlünden kopacak rakama bağlı. Ufukta bir seçim planı yoksa, geçmiş olsun. Eşi görülmemiş bir ücret çöküşü, patronların ve iktidarın mührü ile resmileşip hepimizin boynuna asılacak.
Bunu kıracak yegane gelişme bir avuç örgütlü, toplu sözleşme gücü olan işçinin fiilen baş kaldırması, toplumu da canlandırması. Aksi halde 40 yıldır görülmeyen şey gerçekleşecek. Patronlar iki defa zorladıkları bariyeri bu sefer yıkıp geçecek ve ırgatlaşma süreci inanılmaz hızlanacak. (BAHADIR ÖZGÜR - GAZETE DUVAR)
Hiç yorum yok