GERİCİLİK DOSYASI

Ne diyordu rahip efendi; “Speak now or forever hold your peace!”... Gelini öpebilirsiniz

Kürt Sorunu’nu Öcalan değil, ben çözeceğim, sen çözeceksin, biz çözeceğiz; Kürt Sorunu’nu toplum çözecek. Toplum sorunun öznesi olmayacaksa çözüm asla olmayacak. Onyıllardır cezaevinde tecride maruz bırakılan Öcalan, sırf Devlet Bahçeli uygun gördü diye salıverildiğinde mi ülkeye barış gelir yoksa hukukun herkese eşit uygulandığı bir ülke inşa ettiğimiz de mi?


ŞART DA DEĞİL GEREKLİLİK DE: BUZ GİBİ ZORUNLULUK

İkinci Barış Süreci, İkinci Çözüm Süreci, artık adına ne diyorsanız, berdevam. İktidar kanadı, şartsız koşulsuz silah bırakmanın altını çiziyor. Kürt siyasiler ise şartlardan değil gerekliliklerden bahsediyorlar. Kendimizi de kandırmayalım, eğri oturalım ama doğru konuşalım ne şart ne gereklilik; bu sürecin kendine has zorunlulukları var. Bu zorunluluklar, olmazsa olmazlar yerine getirilmeden barışa adım atmanın imkânı da Sırrı Süreyya ve Devlet beylerin Şemmame oynama ihtimalleri de imkânları da yok. Elde mendil barış halayı çekesiniz mi var: bu barışın sin qua non’u demokratikleşme, demokratikleşmeninki hukuktur. Hukuk demokratikleşmeyi tesis edecek, onu garanti altına alacak; demokratikleşme ise bir barış sürecinin ihtiyacı olan oksijeni ona sağlayacak. Gerisi? Gerisi kelimenin tam anlamıyla lâf ü güzaf.

Cumhur İttifakı’nın şart yok şartını pazarlık yok diye okursak ne âlâ. Bence, çok doğru bir yaklaşım: Bu süreç, ön şatları olmadan, pazarlıkları olmadan ilerlemeli; bir demokratikleşme süreci, bir at pazarlığına asla kurban edilmemeli; süreç ön koşulsuz, amasız olmalı; canımızı acıtan, çocuklarımızı elimizden alan şiddet, elbette bitmeli; örgüt de devlet de parmağını tetikten çekmeli. Ancak, gelin görün ki, Cumhur İttifakı’nın şart yok şartı, bir pazarlık yok pazarlığından çok bir silah bırakmadan ötesi yok sığlığına yakın duruyor gibi -ki bu, çok tehlikeli.

Cumhur İttifakı için, galiba, silah bırakmanın ötesi diye bir şey de yok. Sahi, İkinci Barış Süreci’nin her iki taraftaki karar alıcıları, politika üreticileri için silah, bir sonuç mu neden mi? Sahi, amaç devletin de örgütün de silaha sarılmaya gerek duymayacakları bir barış ülkesini inşa etmek mi, karşı tarafa diz çöktürüp el öptürmek mi? Sahi, silahların gömülmesinden öte bir programınız yoksa, Allah korusun, yeni bir TUSAŞ saldırısından sonraki gün ya da Ceylanpınar’da (Şanlıurfa) iki polisin daha öldürülmelerinden sonraki gün, devletin de örgütün de gömdükleri silahlarını yeniden omuzlarına almaları kaç saat, kaç dakika sürecektir? Ya Halay Başı Devlet Bey’in içindeki Kısıl Han’ın yeniden neşvünemâ bulması? Ya Başyüce’nin “Eyyy…” diye kükremesi? Ya yeniden asker cenazelerinin gelmesi? Yeniden bir şiddet sarmalına girmemiz için kaç saat, kaç dakika gerekecektir. Bir barış sürecinin zorunlulukları yerine getirilmiyorsa sürecin tersine dönmesini, yeni bir şiddet sarmalına girmemizi kim nasıl engelleyecek? Daha mı açık söyleyeyim: Demokratikleşme ve hukuk yoksa, barış sürecinin zorunlulukları yerine getirilmiyorsa, tedariksiz def-i hacete çıkarsanız, sonra, yana yakıla taş aramaya başlarsınız. Hayır, o halde taş ararken pek bir komik görünürsünüz de ondan diyorum.

Sözün özü, Cumhur İttifakı’nın bu şart yoku bizi “Allah kerim!” tevekkülüne götürecekse unutun siz Şemmame’yi; ancak Kılıçkalkan oynarsınız. Orhangazi Bursa’yı aldığında savaşçıları kente Kılıç Kalkan gösterisi yaparak girmişmiş; elhak yakışır Kısıl Han’ımıza. Yine de enseyi karartmamak lazım Yalçın Akdoğan “PKK’nın Türkiye'yi terk etmesi, tam anlamıyla eylemsizlik ve bütün bu illegal şeylere son vermesi lazım. Ondan sonra diğer meseleler konuşulabilir. Devletin ilgili kurumlarının İmralı ile görüşmesi vesaire bu daha önceki hükümetler döneminde de olan bir şeydir. Çözüm süreci bağlamında bir noktaya gelebilmemiz için bu bahsettiğim şartların olgunlaşması gerekir.” diyor. Tamam, iyimser olmaya gayret edelim; eyvallah, tevfik de Allah’tan gelsin. Gelsin, gelsin de şurası da bir gerçek ki kula bela gelmezmiş hak yazmadıkça hak da bela yazmazmış kul azmadıkça. Silahların bırakılmasından öte hiçbir şey konuşmayacaksak, konuşamayacaksak, düşünemeyeceksek hak yazınca mı bela gelir kul azınca mı kimin umurunda.

Hadi Cumhur İttifakı’nın şart yoku ne menemdir anlamak zor; Barış Halayı’nın öteki başı Şemmameperver İmralı Heyeti’nin gerekliliklerini anlamak kolay mı? Gereklilik, zorunluluğun kibarcası olarak kullanılıyorsa ne âlâ. Sırrı Süreyya Bey Habertürk’te katıldığı yayında bu süreçte “Herkesin kaygısı temkinli şüphesi[nin] anlaşılabi[leceğini]” dile getirdi; altına imza atarım. Sonra da ekledi “Ne zamana kadar, düne kadar. Bundan sonrası artık soyut bir şey üzerinde gezinip durmayacağımız bir somutluğa geldi.” Bu söze de eklenecek bir şey yok. Ancak devamla Önder, bundan sonra İmralı’ya yeni ziyaretlerin olacağını hatta İmralı ziyaretlerinin çeşitleneceğini dile getirdi. İşte tehlikeli olan da bu. Hiç kuşkusuz Öcalan, Kürt Sorunu’nun önemli parametrelerinden biri; elbette sürecin içinde olması gereken bir isim ama Barış Süreci dediğimiz şey sadece Öcalan üzerinden yürütülebilecek kadar sığ, sınırlı bir şey midir orası çok tartışılır. Bir kişi, bir insan, bir toplumsal kesimin kanaat önderi ve Kürt siyasi hareketinin birinci ismi olarak Öcalan’ın bu sürece dair söyleyeceği şeylerin olması; onun söylediklerinin “de” dikkate alınması (gerektiği) başka, barış sürecinin Öcalan üzerinden inşa edilmesi başka. Daha mı açık söyleyeyim: Öcalan bu ülkeye toplumsal barış getiremez ama toplumsal barışın önünü açabilir. Kürt siyasetçilerin onu tek aktör olarak kodlamaları olsa olsa kendi kifayetsizliklerini Öcalan ile örtmelerini kolaylaştırır. Daha önce de yazdım ve iddia ile söylüyorum ki Kürt Sorunu’nu Öcalan değil, ben çözeceğim, sen çözeceksin, biz çözeceğiz; Kürt Sorunu’nu toplum çözecek. Toplum sorunun öznesi olmayacaksa çözüm asla olmayacak. Toplum, dernekleri ile, vakıfları ile, sivil toplum kuruluşları ile, üniversiteleri ile, sendikaları ile… konuşur. Bunların konuşması için de demokratikleşme gerekiyor; demokratikleşme de sadece hukukla mümkün. Bu bir gereklilik değil, zorunluluk.

“Ne farkı var?” mı dediniz? Arabanıza bindiniz, oturduysanız bir yere gitmek için binmişsinizdir. Bir yere gitmek için arabaya binmek gerekir. Bir yere gitmeden de arabada oturabilir misiniz? Adama deli derler ama evet, oturabilirsiniz; ikisi arasında bir gereklilik ilişkisi var. Ancak arabayı çalıştırıp bir yere gitmeye karar verdiyseniz gaza basmak zorundasınız. Gaza basmak arabanın gitmesinin zorunluluğudur; gerekliliği değil: Tıpkı Barış Süreci demokratikleşme ve hukuk ilişkisinde olduğu gibi. Hukuksal düzenleme yoksa, hukuk bize garanti vermiyorsa demokratikleşme yoktur; demokratikleşme yoksa da barış. Hukuk yoksa ne Öcalan’ın, Demirtaş’ın, Yüksekdağ’ın ya da cezaevindeki diğer Kürt siyasetçilerin salıverilmeleri ne kayyum uygulamalarının bitmesi ne de İmralı’dan Ankara’ya otoban inşa edilmesi; hatta hatta, hukuksal düzenleme yoksa silahların bırakılması bile bize bir demokratikleşme getirmeyecektir.

Demirtaş Cumhur İttifakı’nın âlicenaplığıyla cezaevinden salıverilirse mi bu ülkeye barış gelir yoksa AHİM kararlarına, AYM kararlarına rağmen insanların keyfe keder tutuklanamayacakları bir ülke tesis ettiğimizde mi? Onyıllardır cezaevinde tutulan, tecride maruz bırakılan Öcalan, sırf Devlet Bahçeli uygun gördü diye “umut hakkından” yararlanıp salıverildiğinde mi ülkeye barış gelir yoksa hukukun herkese eşit uygulandığı bir ülke inşa ettiğimiz de mi? Yerlerine kayyum atanan belediye başkanları görevlerine döndüklerinde mi bu ülkeye barış gelir; seçilmişlerin yerine kayyum atanamadığı bir ülke inşa ettiğimizde mi? Öcalan konuştuğunda mı ben, siz, biz konuştuğumuzda mı? Genişleye genişleye masaya sığmayan İmralı Heyeti basın açıklaması yaptığında mı, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, meslek örgütleri bir masanın etrafında oturduklarında mı?

İçinde bulunduğumuz sürecin yol haritasını Yalçın Akdoğan’la Sırrı Süreyya Önder’den mi öğreneceğiz yoksa biz mi konuşacağız. Bir toplumsal barışın kurucu metni olarak yeni anayasayı Türkiye’nin ilk ve tek boşbakanı Binali Yıldırım’dan mı öğreneceğiz, sizin de bu konuda fikirleriniz var mı?

Amerikan filmlerindeki düğün sahnelerinin vazgeçilmez repliği; ne diyordu rahip efendi “Speak now or forever hold your peace!” Biz, toplum ya şimdi konuşacağız ya da sonsuza kadar susturulacağız.

Gelini öpebilirsiniz. Keyifli günler... (METE KAAN KAYNAR - GAZETE DUVAR)

[1] https://bianet.org/haber/akdogan-dan-cozum-sureci-icin-sartlar-168931

[2] https://www.youtube.com/watch?v=Iiay3x5cUOg

Blogger tarafından desteklenmektedir.