Ermeni devrimci Demircioğlu’ndan Diyarbakır Cezaevi

“Ölüm orucuna girdiğim ilk günlerde ‘diğerlerini anladık, bir Ermeni olarak senin ne işin var burada’ diyen subaylarla karşılaştım. Oysa direnmeye, bu rezil ve onursuz yaşamı kabul etmemeye en çok benim ihtiyacım vardı. Herkesten daha fazla nedenle benim direnmem gerekiyordu. Kaderim halkımın kaderiydi.”
İnsanlık tarihinin en korkunç işkencelerinin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi’nde hapis yatmış 700 kişinin verdiği suç duyuruları üzerine geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Başsavcılığı bir soruşturma başlattı.
Savcılık, suç duyurusunda bulunanların ifadelerini almaya başlarken Adalet Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’na başvurarak, dilekçelerde adı geçen işkencecilerin şu an nerede bulunduklarına dair bilgi istedi.
Savcı’nın bu isteğin Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu düzenledikleri bir basın toplantısında işkencecilerin adını açıklayarak yanıt verdi.
Orgeneral Kenan Evren’in başta olduğu listenin içerisinde, cezaevinde görev yapan komutanların ve subayların yanı sıra askeri savcı ve hâkimler de bulunuyor.
1981-84 yılları arasında 34 insanın öldüğü, yüzlercesinin sakat kaldığı Diyarbakır 5 No’lu zindanında filistin askısı, elektrik verme, falaka, tecavüz, cop sokma, dışkı yedirme vaka- ı adiyeden sayılan olaylardandı.
Devletin sistematik bir şekilde uyguladığı işkence ve “Türkleştirme” politikalarına maruz kalan tutsaklar içerisinde bir Ermeni de bulunmaktaydı.
Garabed Demircioğlu, her zaman komando elbiseleriyle do­laşan, “Co” isimli köpeği ile ak­la hayale gelmeyecek işkence­leri tutsaklar üzerinde dene­yen Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın ve diğer işkenceci­lerin özel ilgisine layık(!) oldu. Maşallahlı sünnet elbisesi giydirilerek Müslümanlaştırılan ve adı Ahmet olarak değiştiri­len Demircioğlu’nun gördüğü işkenceler o dönemi yaşamış pek çok tutsağın belleğine kazındı. 1980-87 yılla­rında Diyarbakır’da ka­lan zindanın bu biricik! Ermenisi tahliye olduktan sonra 1990 yılının 1 Mayıs’ında tekrar tutuklanır. 1 Mayıs’a katılmak suçundan tüm arkadaş­ları üç ay yatarken Demircioğlu yi­ne özel bir muameleye tabii tutularak bir yıl hapis cezası alır. Sağmalcılar Cezaevi’nde tutsaklara düzenlenen bir askeri operasyonda ağır şekilde ya­ralanan Demircioğlu daha sonra yurtdışına çıkar. Şu anda yaşadığı ağır iş­kencelerden dolayı Avrupa’da tedavi gören Garabed Demircioğlu ile Tür­kiye’de devrimci bir Ermeni olmanın ne menem bir hal olduğunu ve Di­yarbakır Cezaevi’ni konuştuk.
7 fılle öldürene cennet!
Diyarbakır’da, yani Kürtler’in Amed’i, Ermenilerin Dikranagerd’inde doğdum. Altı kardeşiz, iki ablam ve üç erkek kardeşim var, ben erkeklerin en büyüğüyüm. Ne babam ne de annem okuryazardı. Pek çokları gibi kendilerini çocuk­larının okumasına vakfetmişlerdi. Emeğin ve çalışmanın değerini bi­lirlerdi ve bu yüzden onurlu insanlardı. Babam sırf biz okuyalım di­ye eve gazete alırdı, Yılmaz Güney’in filmlerine götürürdü. Bunları bilinçli olarak yaptık­larını söyleyemem.
Tipik bir Anadolu Er­menisi olarak aile büyük­lerimizin hepsi birer “Kılıçartığı” idi, kalanı sürgün, kalanı göç­men. Yayam, Diyarbakır’da gözleri önünde kardeşinin ve neredeyse tüm sülalesinin nasıl öldürüldüğünü, ka­lanlarla o büyük felaketten Suriye Qamışlı’ya, Halep’e nasıl kaçtıklarını anlatırdı. Teyzelerim orada kalmışlar. Onlarla tıpkı şimdi Kürtlerin yaptığı gibi tel örgülerin arkasında görüşür­dük. Dayım da Fransa’da yaşardı.
Kiliseye giderdik, Surp Giragos Kilisesi’ne, analarımız elimizi sımsıkı tutardı yol boyunca. Biz içerdeyken ayine eşlik eden hep bir ses vardı. Ka­pıya atılan taşların sesi, kapı tahtaydı. Duaların ezgisine eşlik eden tahtaya değen taş sesi vardı ayinlerimizde. Bir gün bu tahta kapı dayanamadı ve kı­rıldı atılan taşlardan. Sonra demir bir kapı takıldı kiliseye.
Evin dışında her­hangi bir yerde Ermenice konuşmazdık, ismimizi de söylemezdik hiç. Sanır­dım ki bu iki noktayı yeterince başarılı bir şekilde gizlersem anlaşılmaz Ermeni olduğum. Her şey benim gizlilik per­formansıma bağlı sanırdım. Ama de­ğildi, anlıyorlardı daha doğrusu bili­yorlardı kimin gâvur, fille olduğunu.
Süleyman Nazif İlkokulu’na gidi­yordum. Başka mahallenin çocukları her gün beni ve diğer Ermeni çocuk­larını bir tenhada sıkıştırıyorlardı. İki elin işaret parmağını birleştirerek yu­karı kaldırır “Müslüman mısın?” ya da iki elin işaret parmaklarıyla haç ya­parak “yoksa fille misin?” derlerdi. Çoğu zaman o meşum cevabı bile duymayı beklemeden yüzümüze tü­kürür, tekme tokat girişirlerdi. O za­manlar en çok duyduğum söz, bir cennet vaadine her an kurban gidecek varlığımla ilgiliydi. “7 fille öldürür­sem cennete giderim!” Cennete git­mek, mutluluk katına çıkmak için her gün o yedi fılleden biri olma po­tansiyelini taşıyarak yaşadım.
Diyarbakır tren garı: Ermeni ve Kürt analar
Diyarbakır garını hiç unut­mam. Dokuz yaşında bir çocuk­tum, pek çok Ermeni çocuk gibi okumam için İstanbul’a gönderil­dim. Annem İstanbul’a gönderil­meme razı değildi. Bugün başıma gelen bütün felaketlerin müsebbibi olarak hâlâ İstanbul’u görür, belki de öyledir, bilmi­yorum. Her yaz tatilinde doluşurduk trenlere memlekete dönmek üze­re. Kömür­lüydü o zamanlar trenler, elimiz yüzümüz kapkara varırdık evlerimize. Gönderir­ken bizi ana­larımız elimiz kolumuz ağzı­mız yolluk olsun diye verilen içli köfteler, sarmalar, dolmalar, ekmeklerle dolu olurdu. Do­luşurduk trene bir sürü çocuk. Geride her birinin elinde bir beyaz mendil ağ­layan analar, biz giderdik, onlar gözyaş­larını silerdi. Belki de anam haklıydı, o gün o gardan yüzlerce Ermeni çocuk gibi okumak üzere ayrılmasaydım Di­yarbakır’dan, belki de. Bilmiyorum…
Cezaevinden “tahliye” edildikten sonra ellerim kelepçeli, ayaklarım zin­cirli silahlı iki asker arasında “vatani görevimi” yapmaya götürüldüğümde yine aynı tren garında bu kez Kürt analar uğurluyordu beni. Benziyorlardı bizimkilere, sadece daha sesliydiler, daha diktiler, belki daha gözü kara, belki bizimkiler gibi çok kısa bir süre­de vahşeti yaşamadıkları için azar azar öldüklerinden belki, daha dayanıklı ya da daha güçlü. Belki de sadece çoktular. Neden oradaydılar bilmiyo­rum, ama eminim bizimkilerin yaşa­dığı türden zorla göç ettirilme hadise­lerinden biriydi orada bulunmaları­nın sebebi, yoksa beni uğurlamaya mı gelmişlerdi? Ellerim ayaklarım zincir­li yürümeye çalışıyorum, falakadan parçalanmış beni taşıması icap eden, böyle zor bir görevin altında ezilen ayaklarıma basmaya çalışarak. Birden bu kadınlar bağırarak askerin üstüne hücum ettiler, neden ayaklarımın zin­cirli olduğunu soruyorlardı, biri eğil­di yapıştı zincire, diğerleri askeri tartaklıyordu, zincirin açılmasını isti­yorlardı. Fakat bir tanesinin ilgisi ne ayağımdaki zincirde ne de askerlerle olan tartışmadaydı. Ha bire ağzıma ceplerime birşeyler tıkıştırıyordu. Sar­malar, dolmalar, tandır ekmeği…
Kıyım anılarıyla büyümüşseniz devrimci olmaktan daha doğal ne olabilir
Yokluk içinde büyüyen, bir çift kundura, ceket ve pantolonu orta­okula giderken giyen bir çocuğun yoksul dünyası sol ve devrimci dü­şüncelere açıktır. Üstüne üstlük ulusal-inançsal baskıya maruz kalmış, acının her türlüsünü yaşamış, kılıç ve kıyım anılarıyla büyümüşseniz dev­rimci olmaktan daha doğal ne olabilir ki.
Nersesyan İlkokulu’nu bitirdikten sonra Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde yatılı olarak okudum. Kütüphanemiz zengin ve çok çeşitliydi. Rus, İngiliz, Amerikan, Türk, Ermeni edebiyatına ait klasikleri bulmak mümkündü. Öğrencilerin büyük bir bölümü oku­maya ilgi duyardı. Yaşar Kemal, Or­han Kemal, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Fakir Baykurt’un kitaplarını okur, Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmet Arifin şiirle­rini ezbere bilirdik. Ne yazık ki o dö­nem yeterince Ermeni şair ve yazarla­rın kitaplarını okuyamadık. Örneğin çok sonraları Yeğişe Çarents adında Kars doğumlu ünlü bir şairin varlı­ğından haberim oldu.
Misak Manuşyan, Armenak Bakır, Manuel Demir, Nubar Yalım, Hayrabet Honca gibi lise yıllarımda devrim­ci oldum. İlk devrimci sosyalist kitap­ları Armenak (Bakır) bize getirdi. Okuduk. İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci düşüncelerine sempati duy­maya başladım. Kaypakkaya’nın Er­meni sorunu ve katliamı hakkındaki yaklaşımını bilimsel ve gerçekçi bul­dum. Düşünün, yaklaşık kırk yıl önce Ermeni katliamına ilişkin kısa, özlü, tarafsız ve bilimsel bir bakış açısı sunu­yordu. Bütün ezberleri bozuyordu, bu beni oldukça etkilemişti.
Bir Ermeni’yi askıda görme zevki için işkence
12 Eylül 1980 öncesi komünizm propagandası yapma suçundan dolayı gözaltına alındım. Oldukça ağır iş­kencelerden geçtim. Cezaevine gir­dim, bir yıl yattım. Darbeden hemen sonra tekrar yine yasadışı sol bir örgüt üyesi olmak, komünizm propagandası yapmak suçlarından dolayı Siverek’te gözaltına alındım. İfade vermeyi red­dettiğim için en kaba, en ilkel işkence yöntemlerini uyguladılar. Sonra Urfa Merkez Komutanlığı’na götürüldüm.
Siverek-Halfeti-Suruç-Bilecik-Hilvan-Viranşehir-Ceylanpınar gibi çev­re ilçelerden her yaştan her kesimden toplanan tutsakları buraya getiriyor­lardı. Çoğunluğu yoksul, suçsuz, gü­nahsız köylülerdi. Yüzlerce, binlerce insanı topladılar. Korkunç işkenceler yapılıyordu.
Bir mevsim boyu işkencede kal­dım. İşkencenin her türlüsünü uygu­ladılar bana. Filistin askısı başta ol­mak üzere ayak bileklerimden ters as­kı, falaka, elektrik, uykusuz ve aç bı­rakma, tek ayak üzerinde bekletme, su içinde çıplak cereyan verme gibi bir dizi yöntemi üzerimde denediler. Çoğu zaman da sadece zevk için “Bir Ermeni’yi askıda görme zevki” için iş­kencelere maruz kaldım. Gözlerim bağlı olduğu için yüzünü göremedi­ğim bir işkence görevlisi tarafından sadece sigara içip dumanını yüzüme üflemek için beni Filistin askısına al­dırıyorlar ve işkence yapıyorlardı. İfa­de vermediğim için her geçen gün bu işkencelerin dozu artıyordu, her gün daha da azgınlaşıyorlardı. O kadar uzun süre Urfa Merkez Komutanlığı’nda kaldım ki izne gidip dönen as­kerler beni tekrar orada gördüklerinde hayretlerini gizleyemiyorlardı
İşkence seansında “Bir teselli ver”
Bir köpek havlamaya başlıyordu, eğitilmiş bir köpekti, seans başlayınca o da başlardı. Bir de ezan sesi duydu­ğunda başlıyordu havlamaya. Seans­larda Orhan Gencebay’ın ‘Bir Teselli Ver’ parçasını sürekli çalıyorlardı. Gencebay bilseydi bu şarkısının işkencede “teselli” parçası olarak dinle­tileceğini yine besteler miydi bile­mem, ancak üzülürdü eminim.
İşkencede en çok Kürtler vardı. Kürt devrimcileri, aydınları, köylüle­ri. Yaşlı, genç, suçsuz, günahsız yüz­lerce insanla karşılaştım. Bir defasın­da Abdullah Öcalan’ın erkek kardeşi Mehmet Öcalan’ı gözaltına alıp getir­mişlerdi. Ve tesadüfen mi, bilerek mi bilmiyorum, benim yanıma koymuş­lardı. Yerde başımız duvara yaslı bir şekilde oturuyorduk yan yana. Bir iş­kence görevlisi sırtıma bir tekme vu­rup adımı sordu. Adımı söyleyince kıyameti kopardı. Sonra yanımda yerde oturan adama sordu adını, o da söyledi. İşkencecinin öfkesi dizginlenemez bir hal aldı. “Kim bu iki Er­meni’yi yan yana koymuş” diye bağı­rıyor, küfürler savuruyor, tekmeliyor­du bizi. O mu benim yüzümden, ben mi onun yüzünden bilemiyorum an­cak ağır bir işkence faslına maruz kal­dık o gün.
İsmin söylenirdi ve işkence başlar­dı. İşkencecilerin sesleri, konuşma bi­çimleri, yöntemleri o kadar çok birbi­rine benziyordu ki. Hepsi sanki bir kişiydi. Suratlarını göremedim, ancak suratlarının da benzer olduğuna ina­nıyorum. Hep bu insanların sevdikle­rine, çocuklarına nasıl seni seviyorum diyebildiğini düşünürdüm… İşkencecinin sevgisi, sevgiye ait duyguları olabilir mi?
5 No’luya dair her anlatım biraz eksiktir
Bazen haftada bir, bazen iki grup Diyarbakır’a götürülürdü. Urfa’dan Diyarbakır’a götürülenler işkencenin artık bittiğini, rahat ve işkencesiz bir soluk alacaklarını düşünerek yolculuk yapardı. Ben de böyle bir halet-i ruhi­ye içinde gittim Diyarbakır’a.
Tanrı yukarıdan zulüm yağdırmış olsa herhalde bu kadar şiddetli ve bu kadar azgın olabileceğini düşüne­mezdi. Oraya cezaevi demek çok bü­yük bir yanlış olur. Fiziki ve psikolo­jik olarak her türlü teçhizata sahip, işinin uzmanı işkencecilerin olduğu tam teşekküllü bir işkence merkeziy­di. Bir işkence laboratuvarıydı. Dü­şünün ki Diyarbakır Kolordu Ko­mutanlığı’na götürülüp orada işken­ce görmek bizim için büyük bir ni­met oluyordu. O saatlerin bitip de zindana dönmeyi istemiyorduk. 5 No’luya dair her anlatım biraz eksik­tir çünkü böyle bir vahşeti kelimele­re dökmek mümkün değil.
İlk adımın atıldığı andan itibaren insana geçmişe ait her şeyin zorla, zorbalıkla gasp edildiği, sökülüp koparıldığı bir yerdi.
İlk adım: Dinin Müslüman, uyruğun Türk, adın Ahmet
Girdim. Kimlik tespiti için sıraya girdiğimizde üzerimizdekileri çıkartıp çırılçıplak beklemeye başladık. İşken­cecilerim için ilk keşif anıydı bu. Gayrimüslim olduğum anlaşıldı ve o andan itibaren merak ve yoğun ilgiye mazhar oldum. Her askerin, her su­bayın, kısaca her işkencecinin yakın ilgisine maruz kaldım.
Esat Oktay Yıldıran daha ilk gün­den itibaren beni sünnet edip, Müs­lüman yapacağını söyledi. Bunu o ka­dar rahat, güler yüzle yapıyordu ki, sanki normal, doğal ve yapılması ge­reken bir iş, yerine getirilmesi gere­ken bir görev gibiydi. Adımın bun­dan böyle “Ahmet”, dinimin İslam, uyruğumun Türk olacağını söylüyor­du. Türkleştirme politikalarına ek olarak sünnet edilme ve namaz kılma vardı benim programımda.
Beni merak edip görmek isteyen birçok üst düzey askeri görevli geli­yordu. Sanki bir canavar yakalamış­lar, sanki insana benzer hiçbir yanım yokmuş gibi hayretle, alayla bana ba­kıp küfürler ediyorlardı. Bir yaratık vardı karşılarında. Artık neredeyse o dönem orada bulunan herkes bir Ermeni’nin varlığından haberdardı. Ko­ca işkencehanede bir tek Ermeni ol­mak, büyük bir şans olsa gerekir! Sırf benimle ilgilenen, yüzüme tüküren, küfreden, sırtıma zorla bindirilen, üzerime işeyen birkaç kişi vardı.
Ölüm her an başucumdaydı ama bir türlü ölemiyordum. Bir kurşunla ölmek ne büyük bir lüks ne müthiş bir lütuftu.
Neden çıkınım yoktu ki benim!
İlk işkence faslında, çıkınında-torbasında sabun, sana yağı, diş macu­nu, kâğıt çıkan herkese zorla çıkının­dan çıkanları temizlemesi, yani zorla onları yemeleri söylendi. Direnen, ye­meyenler toplu asker dayağına maruz kaldı. Gözaltındayken gördüğüm iş­kencelerden ellerim kollarım tutmu­yordu. Bu yüzden taşıyabileceğim bir çıkınım da yoktu. Ancak yine de iş­kenceden muaf olamadım, çünkü 5 No’lu zindanda işkence için her za­man bir gerekçe vardı. Varlığımız iş­kence nedeniydi. Misal neden çıkı­nım yoktu ki benim?
Bir Cizreli at hırsızı vardı. Hasım­ları bunu Kürtçü diye ihbar etmişti. Adam bize benzemiyor, at hırsızı çünkü. Nasıl bir çeviklik ve atletiklik anlatamam. Bunu tezgâha koymaya çalıştıkları her seferinde askerlerin arasında fıytırıp koridor boyunca pe­şinden koştururdu. Cizreli’nin bu halleri işkenceden gözünü açamayan bizler için ilan edilmemiş bir zaferdi âdeta.
Duvarların, tavanın her yanı Türk bayrakları şeklinde boyanmıştı. Her yer kırmızı, herkes hakiydi. Ya işken­cedeydik ya işkence gören birilerinin çığlıklarını dinliyorduk. Gece gündüz fark etmiyordu. Seçme şansım olsa tezgâhta olmayı isterdim kuşkusuz, çünkü arkadaşlarının seslerini dinle­mek işkencelerin en büyüğüydü. Bu­gün hâlâ o çığlıklar kulaklarımdan gitmiyor.
Mahkemeye her gidiş dönüşte, karanlık-havasız, ayaktan zincirli arka­dan kelepçeli ring arabasının içinde işkencenin dozu artardı. Konuşmak, savunma yapmak büyük bir bedel ödemeyi göze almaktı. Mahkemede savunma yaptığım için ring arabasın­da başlamak üzere özel olarak, beş-on diye tabir edilen kalaslarla dövülür­dük. Bir gün kalas kırıldı sırtımda, cezası büyük oldu tabii.
Bir ara Mehdi Zana, Mazlum Do­ğan ve şu anda ismini hatırlayamayacağım arkadaşlar ve benimle ilgili “öl­dü” iddialarını araştırmak için Ulus­lararası Af Örgütü’nden bir heyet gel­di. Ölmediğimizi, yaşadığımızı ispat­lamak için bizleri heyetin karşısında çıkardılar. Bizleri heyet temsilcilerine gösterdiler. Özellikle vücudumuzda görünen hiçbir yara ve işkence izinin kalmaması için çok çaba harcadılar ve biz de gelen heyete “işkence yapıyor­lar” diyemedik. Avukatların durumu da bizlerin durumundan farklı değil­di. Onları da bir heyet karşısında çı­kardılar. Onlar da “işkence var, bizle­re ağır işkenceler yapılıyor” diyemedi. Şerafettin Kaya, Hüseyin Yıldırım gi­bi eski milletvekilleri vardı. Ahmet Türk, Nurettin Yılmaz, Celal Paydaş gibi bizden yaşları oldukça büyük olan ağabeylerimiz, çocukları yaşın­daki askerlerden çok ağır işkenceler gördüler.
Bütün bu süreçte ASALA militan­larının eylemleri gündemdeydi ve ben Ermeni olduğum için tüm bu ey­lemlerin müsebbibiydim! Cezam ağırdı… Tutsaklar arasındaysa saygı duyulan bir efsane kahramanına dö­nüşmüştüm. Beni tanıma şansı olan onlarca arkadaş, tanıdık dostlar tahli­ye olduklarında her yerde, bir Erme­ni devrimciden, ağır işkenceler sonu­cu mutlaka öldürüleceğinden, bahset­mişler. Artık yaşıyor olabilmemin mucize olacağını düşünmüşler.
Madem öyle kilise papazı da getirin!
1983 yılında zindanda toplu dire­niş başladı. O gün en mutlu günümüzdü. Köleliğe, işkencelere, onursuzluğa meydan okumaydı. İnsan ol­ma, özgürleşme günüydü. Hayatımın en güzel günüydü diyebilirim.
Kendini feda eden Mazlum Do­ğan, bedenlerini ateşin ortasına atan dörtler unutulmaz. Ölüm orucunda yaşamlarını kaybeden Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif, Ali, Cemal Arat, Orhan Keskin arkadaşlar saygı ve sevgiye en fazla layık olanlardır. Saygıyla, minnet duygusuyla onları hep andım. Onlar ilk direniş kıvılcı­mını bedenleriyle tutuşturdular. An­cak işkence durmadı.
1984 yılında ikinci toplu direniş başladı. Bu direnişte ölüm orucunun ilk ekibinde yer aldım. Yirmi kişiyle başladığımız 49 gün süren ölüm oru­cunun sonunda iki arkadaş yaşamını yitirdi. Ağır işkence ve tehdit koşulla­rı altındaydık.
Ölüm orucuna girdiğim ilk günler­de “diğerlerini anladık, bir Ermeni olarak ölüm orucunda senin ne işin var” diyen subaylarla karşılaştım. Oy­sa en çok direnmeye, bu rezil ve onur­suz yaşamı kabul etmemeye en çok be­nim ihtiyacım vardı. Herkesten daha fazla nedenle benim direnmem gereki­yordu. Kaderim halkımın kaderiydi.
Ölüm orucunda olanları caydır­mak, vazgeçirmek için cami hocası getirmişlerdi. “Allah kendi kuluna verdiği canı ancak kendisi alır, siz ken­di canınıza kıyamazsınız. Bu can Allaha aittir” türünden bir konuşma yapı­yordu. Bişar Akbaş adında bir arkadaşımız hocaya “Bizimle birlikte bir Er­meni arkadaş var. Madem öyle gidin bir kilise papazı da getirin” dedi. Tabii hoca da gitti, papaz da gelmedi…
İşkence bir devlet politikasıydı
Şimdi Türkiye’de olup işkencecile­rin yargılanması için suç duyurusun­da bulunanların içinde olmayı çok is­terdim. Bizlere işkence yapanlar yar­gılanmalıdır. Ancak unutmamak ge­rekir ki işkence bir devlet politikasıy­dı. Devletin resmi politikası olduğun­dan dolayı sadece fiziki anlamda iş­kence yapanlar değil, aynı zamanda bu uygulamayı resmi devlet politikası olarak gören, kabul eden, uygulatan­lar da hesap vermeli ve yargılanmalı­dır. Öte yandan, 5 No’lu mutlaka müze olmalıdır.
Bugün, gördüğüm işkencelerden kaynaklı dayanılmaz ağrılarım olu­yor. Ciddi bir denge ve görme prob­lemi yaşıyorum. Her şeyden önemlisi yine çok ciddi hafıza problemim var. Her 5 No’lu zindan konusu olduğun­da ya da onunla ilgili anılar, haberler, isimler geçtiğinde, aklımdan farkında olmadan istemeyerek gözlerim doluyor. Bunun adı tıbben ağır depresyon benim içinse bir iç deprem. Yurt dışındayım ve ilaç tedavisi görüyorum. Bütün bunlara bir de göçmen hastalı­ğını ekleyin. Yani uzak olmayı ve memleket hasretini… (FT/EKN)
* Bu yazı 20 Mayıs’ta Agos gazetesinin 789. sayısında yayımlanmıştır.
Kaynak: bianet.org - FUNDA TOSUN
Blogger tarafından desteklenmektedir.