Yapılması gereken aslında gayet basit. Toplumsal muhalefetin (büyük, küçük) tüm örgütlenmelerini eşit düzlemde bir araya getirmek, asgari bir temel belirlemek. Krizden etkilenen tüm kesimlerin ortak hareketini sağlamak hiç kuşkusuz ilk önce emek ve demokrasi güçlerinin birlikteliğinden geçiyor...


Zengin çocuk mahallenin abilerine gazoz ısmarlayınca, “bıçkın/gammaz delikanlı” kumda oynamaya gönderildi. Herhalde G20’den Erdoğan için çıkan sonuç böyle özetlenebilir. Cemal Kaşıkçı’nın öldürülme emrini veren Muhammed bin Selman, zirvede krallar gibi ağırlandı. Trump dahil istediği her liderle görüştü, Rusya’ya 2 milyar dolarlık yatırım yapma karşılığı olarak Putin ile “çak bir beşlik” yaptı ve hatta iki yıl sonraki G20’ye ev sahipliği yapma “onurunu” teyit ettirdi. Satacak malın, alacak paran az ise bu dünya düzeninde her şey bir yere kadarmış! Hak, hukuk, adalet gibi kavramların ise bu düzende amaçtan ziyade sadece birer araç (tramvay) olduğu zaten binlerce kez teyit edilmişti.

İç ve dış “düşman”larına rağmen Trump ekibinin dünyanın “bozulan” düzenine bir öncelikler listesiyle müdahale etmeye çalıştığı söylenebilir. ABD, Kanada ve Meksika ile arasındaki yaklaşık 1 trilyon dolarlık ticareti düzenleyen 1994 tarihli NAFTA anlaşmasını güncelledi. Kuzeyi ve Güney’i ile yerini alacak ABD-Meksika-Kanada (USMCA) Anlaşması’nı G20 Zirvesi için bulundukları Arjantin’de resmen imzaladı.[1] Çin’e uygulanacak olan vergi yaptırımları ertelendi. Yine G20 sırasında yapılan anlaşma ile vergi artırmayı ertelemesi karşılığında Çin lideri Şi Cinping de ABD’den büyük miktarda tarım sanayi ve enerji ürünü satın almayı kabul etti. Öte yandan, zirve sonrasında Trump’ın Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti lideri Kim Jong-un ile ocak ya da şubatta yeniden bir araya gelebileceği açıklandı.

Belli ki ABD, Ortadoğu’ya “odaklanmak” için cephe gerisinde sorun istemiyor. İran’ın çembere alınması için güneyde Suudilere ihtiyacı var, kuzeyde ise Suriye ve Türkiye’nin düzenlenmeye ihtiyacı var. Suriye’deki askeri üs sayısını 18’e çıkardı. “Adı açıklanmayan Kürt yetkililer”, “ABD ile İran’a karşı bir yıllık bir anlaşma yaptığını ve ABD’nin 30 bin kişiyi eğiteceğini” söyledi.[2] Daha da önemlisi ABD’nin Suriye temsilcisinin, Rusya, Türkiye ve İran’ın garantörlüğündeki Astana süreci için “Fişini çekme vakti” açıklaması oldu.

Erdoğan ile görüşmesini önce iptal edip sonra randevu veren Trump’ın Türkiye’yi bu süreçten muaf tutmayacağı da anlaşılıyor.[3] Bu ilişkideki bam telini kuşkusuz S-400 oluşturuyor. ABD Senatosu’ndaki Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin yeni başkanı James Inhofe, Türkiye’nin Rusya ile Batı arasında bir tercih yapması gerektiğini söyleyip “Türkiye ABD ile F-35 programında kalmak istiyorsa S-400 füze savunma sistemlerinden vazgeçmeli” ültimatomunu verdi bile. Kuşkusuz hava savunma sisteminin kime bağlı olacağı, boru hatlarından, nükleer santralden çok daha farklı bir “ihtimam” gerektiriyor. Erdoğan’ın üzerinde oynadığı ip, maazallah tüm bıçkınlığını yerle bir edebilir!

Üstelik ekonomisinin bu kadar kırılgan ve dışa bağımlı olduğu düşünülürse ABD’ye olan ihtiyaç daha da belirgin. Döviz krizinin yarattığı şok hala tam olarak atlatılamadı. Döviz kurundaki kısmi düşüşün yapısal bir dönüşümden kaynaklanmadığı açık. Petrol fiyatlarının gerilemesi, Rahip Brunson’un bırakılması sonucu ABD’nin yaptırımları geri çekme vaadi döviz kuruna pozitif yansıdı. Ancak ekonomideki kırılganlık ve dışa bağımlılık baki. İthalattaki düşüş de kurda kısmi bir rahatlama yaratsa da güzel günlerin değil ekonominin daraldığının göstergesi. Yani, TL’nin kısmi değer kazanması “zor günlerin” atlatıldığını değil, krizin derinleşmeyi sürdürdüğünü gösteriyor. Hükümetin gücü de sadece vergilerin artırılması, cezaların yükseltilmesine yetiyor.[4]

Uluslararası piyasada hâlâ at koşturmak istiyorsa ülke içindeki iktidarını korumak, hatta sağlamlaştırmak zorunda olduğunun da farkında! MHP’ye muhtaç olmadan bunu yapabilmeyi çok arzulardı herhalde. Her ikisi de birbirine muhtaç ama AKP daha çok. Bu muhtaçlık/tabiiyet ilişkisi siyaset düzleminde, gerek iktidar olma gerekse de muhalefet etme biçimlerinde köklü değişiklere neden olmakta. Başkanlık diye dayatılan sistemin ülkenin toplumsal siyasal yapısına uymadığı, bir zorlama olduğu aşikâr. Etnik, dinsel ve kültürel olarak “ayrışmış” toplumda, hiçbir şahsın ortak kesen olamayacağı da öyle. Kişisel anlamda en çok oyu alma potansiyeline sahip olsa da kendi başına %50’yi aşamıyor. İttifak yapmaya mecbur kalıyor. Adı ittifak olan ilişki ise bir taraftan karşısında olanları düşmanlaştırmayı[5], diğer tarafta ise kendi içinde bir paylaşımı (koalisyonu) zorunlu hale getiriyor. AKP-MHP arasındaki ilişki artık bir ittifak olmaktan çıkmış durumda. Devlet kadrolarının ve belediye meclis üyeliklerinin paylaşılması ile bu ilişki bir ileri noktaya sıçramıştır. Ve Erdoğan sürekli taviz vererek bu koalisyonu sürdürmek zorundadır.[6]

Bu koalisyonun gönüllü birlikteliği oluşturduğu konu ise elbette Kürt halkı karşısındaki pozisyonları. Demirtaş’a “örgüt propagandası”ndan verilen hapis cezaları onaylanarak AİHM kararı hükümsüz hale getirildi.[7] Böylece seçim öncesi önemli bir siyasal aktör devre dışı bırakılmakla kalmadı aynı zamanda Kürt halkının yasal mücadele alanlarının dışına itilmesine bir örnek daha yaratıldı.

Erdoğan’ın zorunlu kaldığı ittifakın sonucu, muhalefeti de bir tercih değil ama bir zorunluluk olarak birlikte davranmaya itmekte. Bu birlikte davranma, birlik olmak anlamına gelmiyor. Ama siyasette yeni bir tarzı hâkim hale getiriyor. Artık %20’ler, 30’lar hatta 49’lar bir işe yaramıyor; ya %50’nin içindesiniz ya da hiç. Bu birlikte davranma şimdilik seçimlerle sınırlı ve kabul etmek gerekir ki büyük zorluklar barındırıyor her aktör için. CHP bir taraftan İyi Parti ile adaylıkları paylaşmak zorunda iken aynı zamanda HDP’nin desteğini gözetmek zorunda. İyi Parti de benzer baskılanmayı daha örtük yaşıyor. HDP, bölgede daha rahat ama Batı’da Erdoğan’a kaybettirecek başarılı formüller arayışında. Muhalefetin eli birbirine kendisini dayatacak kadar güçlü değil. Adayların netleşeceği Aralık ayında ilişkilerin niteliğindeki ilerleme de ortaya çıkaracak.

Toplumsal muhalefete ise siyasal süreçlerde hâkim olan “birlikte davranma” davranışı henüz sirayet edebilmiş değil. Birlikte davranmanın her türlü (nesnel ve öznel) zorunluluğu mevcut iken bile.

İktidarın, ekonomik krizin bedelini halka ödetmeye çalıştığı bir sürecin içinde olduğumuz toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerinin ortak tespiti. Bu konuda güçleri birleştirmek, asgari bir program temelinde hareket etmek, krizden etkilen bütün toplumsal kesimleri ortak bir faaliyetle buluşturmaya çalışmak aslında herkesin ortak aklı olmak zorunda. Ancak ne yazık ki son üç aydır bu konuda kat edilen mesafe çok sınırlı. Siyasal özneler bu konuda bile aynı şiddette ortak hassasiyet geliştiremedi.

Yapılması gereken aslında gayet basit. Toplumsal muhalefetin (büyük, küçük) tüm örgütlenmelerini eşit düzlemde bir araya getirmek, asgari bir temel belirlemek. Krizden etkilenen tüm kesimlerin ortak hareketini sağlamak hiç kuşkusuz ilk önce emek ve demokrasi güçlerinin birlikteliğinden geçiyor. İfade etmek gerekir ki İstanbul’da yaklaşık bir aydır “Emeğin haklarını savunmak için omuz omuza” diyen ve KESK’in de içinde yer aldığı onlarca örgüt ortak bir çalışma yürütürken, aynı gündemde bir mitingin ortak örgütlenmemesi kötü bir örnek olmuştur. Ancak her şeye rağmen emeğiyle geçinen milyonların meselesini iktidar karşısında somut bir mücadele gündemi olarak örgütlemek işini sürdürmek gerek. Üzerinde ortaklaşılmış olan “Temel hizmetler olan su, doğalgaz ve elektriğe zam yapılmasın, yapılan zamlar geri alınsın ve başta asgari ücret olmak üzere tüm ücretlere en az gerçek enflasyon oranında zam yapılsın” talepleri yaygın bir mücadele gündemi haline dönüştüğünde iktidarın var olan krizini halk lehine derinleştirmeye yetecektir.

Bu konuda “birlikte davranmayı” kaçınılmaz kılan bir gündem önümüzde duruyor; asgari ücret. Aralıkta yeni asgari ücretin belirlenecek olması, milyonlarca emekçinin gündemini teşkil ediyor.

Her ne kadar yerel seçim gündemi, çok yukarıda üç-beş tane siyasal parti temsilcisi arasındaki pazarlıklarla belirleniyor görünse de solun bu konuda da yapacağı çok şey var. Solun, var olan yerel yönetimlere kapsamlı bir eleştirel bakış geliştirmesi, müdahale kanallarını belirlemesi ve nasıl bir yerel yönetim modeli hedeflediğini göstermesi -ki bu konuda aralık ayında yapılacak çalıştay yol gösterici olacaktır- önemli bir müdahale aracıdır. Bununla birlikte Gezi’den beri var olan “en alttakileri” muhtarlıklardan başlayan ve hatta meclis üyeliklerine, belediye başkanı belirleme hedefine ilerletilebilir “birlik” zeminleri mevcut.

İktidarın kent ve doğaya karşı giriştiği yıkım ve yağma politikalarına karşı ve hatta üniversite gençliğinin mücadelesine kadar çok geniş bir yelpazede “birlikte davranma” potansiyelini kimse reddedemez (herhalde). Bu durumu en iyi şekilde gösteren örnekler, gözümüzün önünde gerçekleşirken üstelik.

Kadınların 25 Kasım’da gösterdikleri ortak örgütlenme, direnme kararlılığı sonuç almış, yine yol gösterici olmuştur. Üstelik fark edilmeli ki “iyi yaptık” deyip geri çekilmedi ve ileri bir hedefle yol alıyor, noktalamadılar. Kadınlar, Ocaktaki “Türkiye Kadınlar Birlikte Güçlü” buluşmasını örgütlüyor.

Görülmesi gereken son örnek ise Fransa’da. “Sarı Yelekliler” isyanı, neoliberalizmin sıkı savunucusu Macron’a atılan sıkı bir tokat. Hareketin omurgasını oluşturan profil büyük ölçüde taşralı, asgari ücretle çalışan, belli bir iş güvencesi bulunan, araba alabilecek kadar üstte, ama mazot alamayacak kadar da aşağıda bulunan bir kitle. Üstelik hareketin omurgasında örgütler neredeyse yok. Sınıf örgütleri de zayıflatılmış durumda.

Açıktır ki, kapitalizm var olduğu sürece, ister popülizme sarılsın isterse örgütsüzlüğü örgütlesin, halkın öfkesiyle mutlaka yüz yüze gelecek. Bu öfkenin savunmayla sınırlı kalmamasını, basit taleplerin yerine getirilmesi ile sönümlenmemesini, aynı zamanda siyasal iktidarı elde etme perspektifi kazanmasını sağlayacak tek güç ise devrimcilerin örgütlü müdahalesi olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Anlaşmayı “ABD tarihinin en önemli ticaret anlaşması” olarak niteleyen Trump, anlaşmanın Amerikan tarım ve otomotiv sektörleri için “büyük bir zafer” anlamına geldiğini ifade etmişti.

[2] Böyle bir anlaşmanın yapıldığı ABD tarafından yalanlandı.

[3] Erdoğan’ın ifadesine göre Halkbank’ı da görüşmüşler.

[4] Pasaport, ehliyet harçları, trafik cezaları “yüzde yeni yıldan itibaren %23,73 oranında artacak.

[5] Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy, Şişli için Erdoğan, “Buralardaki seçmen profili Türkiye pastasının kaymağını yiyen kesimden oluşuyor” demekte.

[6] AKP seçimler öncesinde yine kesenin ağzını açtı. AKP’nin sunduğu 71 maddelik torba teklifle Cumhurbaşkanlığı bütçesine “belediyelere yardım ödeneği” konulmasının önü açıldı. Cumhurbaşkanına da bu ödenekten “yatırım nitelikli projelerin gerçekleşmesi” adı altında istediği belediyeye para aktarma yetkisi verildi.

[7] Hatırlanacağı gibi Erdoğan da AİHM’nin kararı için “Bizi bağlamaz, karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” demişti. (SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski