Bugün yılbaşı kutlamasıyla ilgili olarak savunma halinde olanlar, “Biz Noel kutlamıyoruz, yılbaşı kutluyoruz” diyorlar. Oysa bir çekinme ol...
Bugün yılbaşı kutlamasıyla ilgili olarak savunma halinde olanlar, “Biz Noel kutlamıyoruz, yılbaşı kutluyoruz” diyorlar. Oysa bir çekinme olacaksa tam da yılbaşıyla ilgili olmalıdır, çünkü yılbaşı kapitalist tüketim toplumu tarafından manipüle edilmektedir. Halbuki Noel, kadim bir dinsel bayramdır ve geçmişte Müslümanlar tarafından başkasıyla hürmet içeren bir ilişkiye vesile olarak kutlanmıştır...
Her yılbaşı geldiğinde toplumda son zamanlarda sürekli gündeme gelen bir mesele var. Yılbaşı’nın bir Hıristiyan adeti, kutlamanın da haram ve Hıristiyanlığa özenmek olduğu söylenip halk uyarılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan toplumdaki dini cemaatlere kadar bu meseleyle ilgili bir kampanya yürütülüyor ve kendini dindar olarak tanımlayan bazı kişiler de bir görevi yerine getirme gayretiyle bu kampanyaya destek veriyorlar.
Yılbaşı kutlamasıyla ilgili olarak takınılan dini-hassasiyet kisveli bu olumsuz tavır oldukça yeni aslında. Toplumda dindarından muhafazakarına, sekülerine kadar herkes, kentlisi ve köylüsü yılbaşını kutlardı. Bununla ilgili bir halk kültürü ve âdetler vardır.
Benim izlenimim, yılbaşına karşı oluşan, oluşturulmaya çalışılan olumsuz tavır İslami değil, ama İslamcıdır; yani dinî değil, ama ideolojiktir.
Zira geleneksel toplumda ve dinî olarak genelde sorunlu olmamış olan “başkası”yla ilişki, modern toplumda ve ideolojik olarak sorunlu ve düşmanca olmaya başlamıştır.
Bugün yılbaşı kutlamasıyla ilgili olarak savunma halinde olanlar, “Biz Noel kutlamıyoruz, yılbaşı kutluyoruz”, diyorlar. Yani Hıristiyanlığa ait bir bayramı kutlamadıklarına vurgu yapıyorlar.
Oysa bir çekinme olacaksa tam da yılbaşıyla ilgili olmalıdır, Noel’le ilgili değil.
Çünkü yılbaşı kapitalist tüketim toplumu tarafından manipüle edilmektedir. Halbuki Noel, kadim bir dinsel bayramdır ve Müslümanlar tarafından başkasıyla hürmet ve muhabbet içeren bir ilişkiye vesile olarak kutlanmıştır. Anadolu’nun İslamlaşmaya ve Türkleşmeye başladığı andan itibaren, Hıristiyan kültleri Müslümanlar tarafından da paylaşılmıştır.
Aziz Mevlâna!
Ahmed Eflaki, Menakıb-ül Arifin adlı eserinde Hıristiyan keşişlerle Mevlana arasındaki manevi ilişkilerin örneklerini aktarır. Mevlana Konya dolaylarındaki Aziz Khariton manastırına sık sık gidip dua etmektedir. Manastırın rahibi Mevlana’yı büyük bir saygıyla karşılamakta ve onu bir “aziz” olarak kabul etmektedir. Aynı manastırdaki başka bir keşiş, “Sayısız kerametini ve sınıra gelmez şaşırtıcı şeylerini gördüm; onun içten hizmetkarı oldum” demektedir.
Mevlana’daki dinsel hoşgörünün çekiciliğine kapılan keşiş, Mevlana’nın “din kardeşi” olmuştu. Fakat burada “din kardeşi” olmak ille de dinden dönmeyi gerektirmiyordu. Orta Çağ Anadolu’sunda farklı dinlerin ibadetlerine katılmak yadırgatıcı bir durum değildi. Müslümanlar Hıristiyanların ayinlerine, hiç öyle dinden çıkar mıyım diye çekinmeden samimiyetle katılıyordu.
Orta Çağ Anadolu’sunda Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ilişkisel maneviyata ben “Kapadokya ruhu” demeyi tercih ediyorum. Kapadokya ve Göreme’deki Hıristiyan yerleşimleri ve manastırlar Konya’ya birkaç günlük mesafedeydi. Bu Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında bir ilişkisel maneviyatın oluşmasına imkân veriyordu.
Nitekim, Hz. İsa ve Hz. Meryem’e gönderme yapan imgeler, Mevlana’nın şiirlerinde oldukça fazladır.
Müslüman-Hristiyan muhabbeti
İdeolojik tarihyazımında aktarıldığı şekilde, Anadolu Türk-İslam tarihinde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ilişkiler hep husumet üzerine kurulmamıştır. Bilakis muhabbet üzerine kurulmuş bir ilişki de vardır. Ramazanoğulları’nın beyi ve Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus doğduklarında Hıristiyan annelerinin isteği üzerine vaftiz olmuşlardı. Yine Orta Çağ Anadolu’sunda birçok Türk, ikonaları kutsal saymakta ve bunlara yönelerek dua etmekteydiler.
13’üncü yüzyılda birçok İslam sufisi, ilahi hikmetin evrensel birliğinde toplanmaya çağıran sözleriyle öne çıkmıştır. İbn-i Arabi, “Gönlüm bütün biçimleri alabilir, o, Hıristiyan manastırı olduğu kadar, putların tapınağı, hacının Kabe’si, ceylanların çayırı, Musa’nın kanununun levhası, müminlerin Kuranıdır da” demiştir. Aynı coşkuyla Mevlana da, “Ben ne Hıristiyanım, ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslüman; ne Doğu’danım, ne de Batı’dan. İkiliği bir kenara koydum, iki alemin bir olduğunu gördüm” demiştir.
Pax Islamica
İbn-i Arabi’nin, Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın dinsel hoşgörüsünden ve manevi coşkusundan feyz alıp, derin biçimde etkilenen Anadolu’nun Hıristiyan ve Müslüman kentli ve köylü halkı, yüzyıllar boyunca dinsel ve kültürel olarak hemhal olmaktan çekinmemişler ve pax İslamica diyebileceğimiz bir toplumsal ilişki kurmuşlardır. Bu ilişki, çokkültürlü bir toplum üretmiştir.
Selçuklu dönemi şehirlerindeki Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki muhabbete ve müşterekliğe dayalı ilişkiler, onları özel günlerde ve yerlerde birbirlerine yaklaştıran, iletişimsel eyleme vesile kılan bir takım ortak kültleri ortaya çıkartmıştır. Bu gelenek Osmanlı toplumunda da canlılığını korumuştur.
Bir takım ortak ritüellere sahip olan bayramlar, ayinler, “ziyaret”ler gibi dini pratikler, farklı kültürlerin karşılaşması yoluyla ilişkisel bir maneviyatın, başkasına saygının ve muhabbetin, kozmopolit bir etiğin kurulduğu yerlerdir. Bu ortak kültler, yabancı olanı, ötekini, farklıyı bir araya getiren yerlerdir.
Peki, geçmişte Müslümanlar, başkasıyla ilişkiden, başkasının bayramının neşesini paylaşmaktan çekinmedikleri halde bugün neden çekiniyor olabilirler?
Sanırım burada dini olmaktan çok, siyasi bir hassasiyet var. Rahatsız olunan şey, melezliğin bireyleştirici ve özgürleştirici potansiyellerinin ortaya çıkma olanaklarıdır.
Hayatı günah olarak tanımlayan dini söylemler, başkasını da şeytan olarak tanımlar. (SÜREYYA SU-T24)
Her yılbaşı geldiğinde toplumda son zamanlarda sürekli gündeme gelen bir mesele var. Yılbaşı’nın bir Hıristiyan adeti, kutlamanın da haram ve Hıristiyanlığa özenmek olduğu söylenip halk uyarılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan toplumdaki dini cemaatlere kadar bu meseleyle ilgili bir kampanya yürütülüyor ve kendini dindar olarak tanımlayan bazı kişiler de bir görevi yerine getirme gayretiyle bu kampanyaya destek veriyorlar.
Yılbaşı kutlamasıyla ilgili olarak takınılan dini-hassasiyet kisveli bu olumsuz tavır oldukça yeni aslında. Toplumda dindarından muhafazakarına, sekülerine kadar herkes, kentlisi ve köylüsü yılbaşını kutlardı. Bununla ilgili bir halk kültürü ve âdetler vardır.
Benim izlenimim, yılbaşına karşı oluşan, oluşturulmaya çalışılan olumsuz tavır İslami değil, ama İslamcıdır; yani dinî değil, ama ideolojiktir.
Zira geleneksel toplumda ve dinî olarak genelde sorunlu olmamış olan “başkası”yla ilişki, modern toplumda ve ideolojik olarak sorunlu ve düşmanca olmaya başlamıştır.
Bugün yılbaşı kutlamasıyla ilgili olarak savunma halinde olanlar, “Biz Noel kutlamıyoruz, yılbaşı kutluyoruz”, diyorlar. Yani Hıristiyanlığa ait bir bayramı kutlamadıklarına vurgu yapıyorlar.
Oysa bir çekinme olacaksa tam da yılbaşıyla ilgili olmalıdır, Noel’le ilgili değil.
Çünkü yılbaşı kapitalist tüketim toplumu tarafından manipüle edilmektedir. Halbuki Noel, kadim bir dinsel bayramdır ve Müslümanlar tarafından başkasıyla hürmet ve muhabbet içeren bir ilişkiye vesile olarak kutlanmıştır. Anadolu’nun İslamlaşmaya ve Türkleşmeye başladığı andan itibaren, Hıristiyan kültleri Müslümanlar tarafından da paylaşılmıştır.
Aziz Mevlâna!
Ahmed Eflaki, Menakıb-ül Arifin adlı eserinde Hıristiyan keşişlerle Mevlana arasındaki manevi ilişkilerin örneklerini aktarır. Mevlana Konya dolaylarındaki Aziz Khariton manastırına sık sık gidip dua etmektedir. Manastırın rahibi Mevlana’yı büyük bir saygıyla karşılamakta ve onu bir “aziz” olarak kabul etmektedir. Aynı manastırdaki başka bir keşiş, “Sayısız kerametini ve sınıra gelmez şaşırtıcı şeylerini gördüm; onun içten hizmetkarı oldum” demektedir.
Mevlana’daki dinsel hoşgörünün çekiciliğine kapılan keşiş, Mevlana’nın “din kardeşi” olmuştu. Fakat burada “din kardeşi” olmak ille de dinden dönmeyi gerektirmiyordu. Orta Çağ Anadolu’sunda farklı dinlerin ibadetlerine katılmak yadırgatıcı bir durum değildi. Müslümanlar Hıristiyanların ayinlerine, hiç öyle dinden çıkar mıyım diye çekinmeden samimiyetle katılıyordu.
Orta Çağ Anadolu’sunda Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ilişkisel maneviyata ben “Kapadokya ruhu” demeyi tercih ediyorum. Kapadokya ve Göreme’deki Hıristiyan yerleşimleri ve manastırlar Konya’ya birkaç günlük mesafedeydi. Bu Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında bir ilişkisel maneviyatın oluşmasına imkân veriyordu.
Nitekim, Hz. İsa ve Hz. Meryem’e gönderme yapan imgeler, Mevlana’nın şiirlerinde oldukça fazladır.
Müslüman-Hristiyan muhabbeti
İdeolojik tarihyazımında aktarıldığı şekilde, Anadolu Türk-İslam tarihinde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ilişkiler hep husumet üzerine kurulmamıştır. Bilakis muhabbet üzerine kurulmuş bir ilişki de vardır. Ramazanoğulları’nın beyi ve Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus doğduklarında Hıristiyan annelerinin isteği üzerine vaftiz olmuşlardı. Yine Orta Çağ Anadolu’sunda birçok Türk, ikonaları kutsal saymakta ve bunlara yönelerek dua etmekteydiler.
13’üncü yüzyılda birçok İslam sufisi, ilahi hikmetin evrensel birliğinde toplanmaya çağıran sözleriyle öne çıkmıştır. İbn-i Arabi, “Gönlüm bütün biçimleri alabilir, o, Hıristiyan manastırı olduğu kadar, putların tapınağı, hacının Kabe’si, ceylanların çayırı, Musa’nın kanununun levhası, müminlerin Kuranıdır da” demiştir. Aynı coşkuyla Mevlana da, “Ben ne Hıristiyanım, ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslüman; ne Doğu’danım, ne de Batı’dan. İkiliği bir kenara koydum, iki alemin bir olduğunu gördüm” demiştir.
Pax Islamica
İbn-i Arabi’nin, Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın dinsel hoşgörüsünden ve manevi coşkusundan feyz alıp, derin biçimde etkilenen Anadolu’nun Hıristiyan ve Müslüman kentli ve köylü halkı, yüzyıllar boyunca dinsel ve kültürel olarak hemhal olmaktan çekinmemişler ve pax İslamica diyebileceğimiz bir toplumsal ilişki kurmuşlardır. Bu ilişki, çokkültürlü bir toplum üretmiştir.
Selçuklu dönemi şehirlerindeki Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki muhabbete ve müşterekliğe dayalı ilişkiler, onları özel günlerde ve yerlerde birbirlerine yaklaştıran, iletişimsel eyleme vesile kılan bir takım ortak kültleri ortaya çıkartmıştır. Bu gelenek Osmanlı toplumunda da canlılığını korumuştur.
Bir takım ortak ritüellere sahip olan bayramlar, ayinler, “ziyaret”ler gibi dini pratikler, farklı kültürlerin karşılaşması yoluyla ilişkisel bir maneviyatın, başkasına saygının ve muhabbetin, kozmopolit bir etiğin kurulduğu yerlerdir. Bu ortak kültler, yabancı olanı, ötekini, farklıyı bir araya getiren yerlerdir.
Peki, geçmişte Müslümanlar, başkasıyla ilişkiden, başkasının bayramının neşesini paylaşmaktan çekinmedikleri halde bugün neden çekiniyor olabilirler?
Sanırım burada dini olmaktan çok, siyasi bir hassasiyet var. Rahatsız olunan şey, melezliğin bireyleştirici ve özgürleştirici potansiyellerinin ortaya çıkma olanaklarıdır.
Hayatı günah olarak tanımlayan dini söylemler, başkasını da şeytan olarak tanımlar. (SÜREYYA SU-T24)
Hiç yorum yok