Türkiye’deki kriz tam teşekküllüdür, tabiri caizse ‘mükemmel’dir. İktidarın hukuk devletine geçişi önleyen bir anayasa pratiğini 2017’de ülkeye empoze etmesiyle birlikte yaşanan hukuk güvencesi kaybı, hem fevkalade kötü ve keyfi bir yönetme tarzına yol verdi, hem de bir rejimin ‘rejim’ olarak adlandırılmasını mümkün kılan düzenlilik ve öngörülebilirlik niteliklerinin yitimine neden oldu.
Bugünün Türkiye’sinde bir ‘rejim’in varlığından söz etmemize imkan yok.
Muktedirin ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ adını verdiği şey bir ‘durum’dur, müesses değildir.
Bu ‘durum’ 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişiminin hemen sonrasında istek ve arzuyla yaratılmış, akabinde de ekonomik krize neden olmuştur. Bu ekonomik kriz 15 Temmuz döneminde maruz kaldığımız feci dejenerasyonun bir son ürünüdür.
Ne var ki Türkiye’de hiçbir ‘durum’ kalıcı değildir.
’15 Temmuz dönemi’ de neden olduğu ekonomik krizin ve yarattığı umumi tahribatın sonlandırıcı baskısı altındadır.
Türkiye, 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’ne bu ağır tazyik altında gitti ve iktidar seçimlerden doğal olarak yenilgiyle çıktı.
31 Mart Yerel Seçimleri 15 Temmuz döneminin son seçimleriydi. Yoksa AKP’nin içinden iki yeni partinin doğumunu bekliyor olmayacaktık.
İktidar 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nde yaşadığı yenilgiyi reddetme eğilimine girip İstanbul’u 23 Haziran’da yeniden seçime götürdü ve yenilgisini daha da büyüttü. Yenilgi büyüklüğü bu iki partinin doğumunu mukadder kılmıştır.
İktidar açısından vaziyet o kadar ciddi ki bu gelişmenin önüne geçmek ya da en azından partilerin kurulmasını boğuntuya getirmek için yeni bir olağanüstülük hali yaratma arayışına girmiş bulunuyor.
Toplum mahfillerinde adı şimdilik kendisiyle anılan siyasi oluşumun ön plandaki ismi Ali Babacan, 10 Eylül’de Karar gazetesinde yayımlanan uzun söyleşisinde Türkiye’deki mevcut durumun sorumluluk ve vebalinden kurtulma ihtiyacını şöyle ifade etmişti:
“Zamanında (…) pek çok başarıya katkı vermiş birisi olarak bugün geldiğimiz noktada hiçbir şey yapmamak, sadece izlemek açıkçası büyük bir vebal hissi oluşturacaktı. (…) Biz bugün bu çıkışı yapmazsak gelecek nesiller bizden hesap soracak. Bir şey yapma imkanınız vardı ama yapmadınız diyecekler. Türkiye’deki bu sıkıntıların büyümesine seyirci kaldınız diyecekler.”
Babacan’ın ‘Türkiye’deki sıkıntıların büyüyeceği’ yolundaki tespiti çok doğru.
Tıkanan, Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulamayan ve başkalarının çözüm bulmasını da engelleyen iktidar, mevziini korumak için elinde kalan son araçlar olan zora, baskıya ve hileye başvurdukça, sıkıntıların daha da büyüyüp çetrefilleşmesine yol açıyor.
Bugünkü çıkmaz duruma, demokratik ve hukuki meşruiyet zeminindeki bir değişim vasıtasıyla çözüm bulunmazsa, gelecek nesiller Türkiye’ye yapılan bu bilinçli kötülüğün hesabını elbette sorar. İş işten geçmiş olur, o ayrı.
Günümüz Türkiye’sinde siyasetin acil görevi, ’15 Temmuz dönemi’nin karakteristikleri ile özdeş, çürümekte olan bir bedeni andıran bu iktidar yapısından ülkeyi demokratik yollardan ve salimen kurtarmaktır. Bu ancak geniş tabanlı bir mutabakat zemininde kurulacak ittifaklarla mümkündür. Özgürlükçü anayasa, demokrasi, hukuk devleti ve tahrip edilmiş kurumların rehabilitasyonu üzerinde uzlaşmadan bu hedeflere varmak kolay olmaz.
Babacan’ın ’15 Temmuz dönemi’nin vebalinden kurtulmak istemesi de anlaşılır bir istektir. Hatta partisini Babacan ve arkadaşlarından önce kuracağı söylenen Ahmet Davutoğlu’nun da varsa böyle bir vebalden kurtulma amacı, o da anlaşılır.
Tabii başarabilirlerse, demokratik bir geçiş döneminin inşasında oynayabilecekleri rol nispetinde bu çabaları anlam da kazanır.
Neticede şu ayrımı yapmak lazımdır: Babacan, AKP iktidarının, temel siyasi dinamik ve karakteristikleriyle birbirlerinden ayrılan önceki dönemlerinde vardır, ’15 Temmuz dönemi’nde yoktur. Bu fark, önceki dönemlerdeki temel dinamiklerin bir neden-sonuç ilişkisi sıralaması içinde ’15 Temmuz dönemi’nin hazırlayıcısı olduğu ve Babacan’ın omuzlarında da bu dönemlerle ilgili bir sorumluluk bulunduğu gerçeğini değiştirmez.
Ama ülkenin şimdiki temel meselesi ’15 Temmuz dönemi’nden nasıl çıkılacağıdır.
Babacan’ın ve hele Davutoğlu’nun geçmişte oynadıkları roller elbette ki sorgulanmalıdır. Unutulmamalıdır: Bir milli felakete dönüşmüş olan Suriye meselemizin baş siyasi sorumluları Erdoğan’la birlikte Davutoğlu’dur.
Lakin mevcut satıhta ülkenin önceliği, miadı çoktan dolmuş ve yönetme kapasitesini tüketmiş, mefluç iktidarın meşru yollardan zayıflatılması ve uygun vakitteki demokratik değişim yoluyla ülkenin yakasından düşmeye razı edilmesidir. Babacan ve Davutoğlu partilerinin kurulmaları ve sağ muhafazakar tabandan teveccüh görmeleri halinde bu güzel ihtimal güçlenebilir.
Ülkenin meselesi buysa, muhafazakar kesimin ve siyasetin meselesi de gelecekte Türkiye’yi aydınlatıp ısıtacak olan güneşin altında bir yere sahip olmaktır. Meşru ve kapsayıcı aktörler siyasete yeni bir anlayışla müdahale etmezler ise, ‘Reisçilik’ bu geleceği vaat etmiyor.
‘Reisçilik’ sonrası dönemde ise muhafazakar kesimlerin, kendilerini geniş tabanlı bir koalisyonun iktidarında temsil edecek meşru aktörlere ihtiyaçları olacaktır. İşte Babacan’ın kuracağı parti, yeni bir sağ ittifak zemininde ya da devam ederse Millet İttifakı’nın çatısı altında bu görevi üstlenerek muhafazakarların meşru kazanımlarının iktidardaki güvencesi olma işlevini üstlenebilir.
Türkiye’nin Reisçilik sonrası döneminde, eski iktidarı blok halinde desteklemiş olan kesimlerin yoksunluk, düşkünlük ve dışlanmışlık duygusuna gark edilmemeleri, toplumun rehabilitasyonu açısından bir mecburiyettir. Aşırıcı ve popülistlerin kutuplaşma yoluyla taban oluşturma gayretleri ancak böyle engellenir.
Ezcümle, yazar ve konuşurken 15 Temmuz dönemi öncesinde oynadığı roller ve sonrasındaki suskunluğu nedeniyle Babacan’ın müstakbel partisinin meşruiyetini sorgulamaya öncelik verenlerin Türkiye’nin önceliklerinin ne olduğunu ıskalamamaları gerekiyor. (KADRİ GÜRSEL - DİKEN.ORG)