"her birinin vücudu delik deşikti. Yani küçük küçük delikler görüyorsunuz çıkışları muhtemelen büyüktür, sırtlarını görmedim… ama Sinan’ınki hele kalbur gibiydi, çok sayıda kurşun izi vardı. Çatışma böyle bitti…"
SUNU
92 yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en hüzünlü ve en dramatik 4 yılıdır 1968 – 1972 arası.
Sanırım neyi kastettiğimi hemen anladınız.
Onlarca genç insanın, sonu mutlak ölümle bitecek cesur ve yiğit yürüyüşlerinden söz ediyorum.
Cesur, yiğit ve devrimci yürüyüşlerinden.
Denizler, Mahirler, THKO, THKP-C ve diğerlerinin, genç ve bıçak sırtı yürüyüşlerinden.
İşte o 4 yıl süren acılı dönemin içinden çıkmayı başarıp da, çizgisini ve duruşunu bozmadan günümüze kadar gelebilmiş olan insanların sayısı artık ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmiyor.
Diğer her şey bir yana, işte sırf bu yüzden bile, onların tanıklıklarını, -bizlere anlattıkları ve aktardıkları her bir kelimeyi tarihsel bir belge olarak gördüğümden dolayı- hep çok önemsedim ve önemsemeye de devam ediyorum.
Mustafa Yalçıner de o sözünü ettiğim, sayıları artık iki elin parmaklarını geçmeyen insanlardan bir tanesi.
Aşağıda okuyacağınız söyleşi aslında kendisiyle, Silivri TV adına, benim gerçekleştirdiğim 13 Haziran 2013 tarihli ve 41 dakika süren bir televizyon röportajının bant çözümlemesi. Bu çözümlemeyi yapmayı epeydir düşünüyor ama bir türlü fırsat yaratamıyordum.
Nihayet bugün başladım ve bitirdim.
Yalçıner, sorduğum her soruya röportaj boyunca dikkatlice ve tarihlerle olayları doğru olarak hatırlamaya çalışarak ayrıntılarıyla ve bütün içtenliğiyle cevap verdi.
Kendisine, o çekimin sonunda teşekkür etmiştim. 2 yıl sonra bir kez daha teşekkür ediyor ve söyleşiyi ilginize sunuyorum.
HAYRİ GÜNEL
13 EYLÜL 2015 – SİLİVRİ, İSTANBUL
HAYRİ GÜNEL- Programımızın bu bölümünde, 68 hareketinin önderlerinden, 68 hareketinin kelimenin tam anlamıyla tam içinden ve önemli isimlerinden, Mustafa Yalçıner’le bir söyleşimiz olacak. Yine elimdeki notlarıma bakıyorum ben. Yaklaşık 7-8 soru yönelteceğiz kendisine.
Her şeyden önce programımıza katılmayı kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyoruz…
MUSTAFA YALÇINER- Estağfurullah…
BİR DÖRDÜNCÜ İSİMLE BAŞLAYAYIM… ALPASLAN ÖZDOĞAN…
HG- Deniz, Yusuf, Hüseyin… 68’in artık sembol olmuş isimleri… onların çok yanındaydınız, örgütsel anlamda ve öğrencilik dönemlerinizde de… bu üç isimle ilk tanışmanız nasıl oldu?
MY- Bir dördüncü isimle başlayayım... Alpaslan Özdoğan… Aynı liseden mezun olduk. İzmir’den birlikte geldik Ankara’ya, ODTÜ’ye… beraber kazanmıştık. Birkaç gün içinde Hüseyin’le tanıştık. Aynı yurtlarda kalıyorduk. Bizim Alp’le kaldığımız oda aynıydı. Sonra giderek diğer arkadaşlarla tanıştık. Hüseyin’le kısa sürede yakın arkadaş olduk. ODTÜ Hazırlık’a gidiyorduk birlikte. Burada diğer arkadaşımız Yusuf’la karşılaştık. İlginçtir, Hüseyin Alevi bir dede çocuğuydu
HG- Zaten “Dede” diye çağırılıyormuş…
YUSUF GÜNDE BEŞ VAKİT NAMAZ KILARDI, BASBAYAĞI ŞERİATÇIYDI
MY- Evet “Dede” derdik… İlk karşılaştığımızdaysa… Yusuf namaz kılardı…
HG- Evet, İnançlı bir insanmış…
MY- İnançlı değil, günde beş vakit namaz kılardı ve basbayağı şeriatçıydı… Üçümüz birlikte Hazırlık’a gittik. Yanımıza Taylan Özgür’ün katılmasıyla örneğin, beraberce Hazırlık’ta bir boykot yaptık… Şimdi konusunu, nedenini tam hatırlamıyorum ama ders notlarıyla falan ilgili bir şeydi böyle…Ve kazandık. Sonra giderek arkadaşlığımız giderek gelişti, çok sıkı dostlar haline geldik. Hüseyin’le Yusuf, ilk karşılaşmalarımız, tanışmamız, aynı okulun çocuklarıyız Deniz’le ilk karşılaşmamız… ODTÜ’den, Ankara’dan İstanbul Üniversitesi seçimlerine yedek güç olarak destekleme yapmaya geldiğimizde karşılaştık… 1 hafta sonra Taylan’ın öldürüldüğü, polis tarafından vurularak öldürüldüğü İstanbul üniversitesi seçimleriydi. Ertelendi 1 hafta, çünkü karşılıklı olarak ciddi yığınak vardı, ben Deniz’i burada sadece ortalıkta gördüm, çok fazla konuşma, sohbet etme şansımız olmadı, ama ilk karşılıklı birbirimizi gördüğümüz o zamandı r. Sonra 70 yazında biz Filistin’e gidip döndüğümüzde arkadaşlarımız Hüzeyin’le Yusuf da yakalanmamıştı, dışarıdaydı… Hüseyin’le diğerleri, Alpaslan daiçindeydi, Diyarbakır’da yakalandıklarında ben ODTÜ’deydim, yakalanmamıştım, Deniz de çıkıp ODTÜ’ye geldi, çünkü Yusuf mekik dokumuştu Diyarbakır cezaevindeki Hüseyin’le İstanbul’daki Deniz arasında ve Bursa cezaevindeki Deniz arasında… Sonuçta Deniz’le Hüseyin diyelim, ya da Ankara – İstanbul gruplarının birleşmesiyle sonuçlandı ve Deniz çıktı İstanbul’dan ve Ankara’ya geldi. ODTÜ’ye geldi. Burada karşılaştık ve bir daha ben Malatya’ya, dağa gidinceye kadar hiç ayrılmadık.
DENİZ KİTLEYİ NASIL YÖNETECEĞİNİ ÇOK İYİ BİLİRDİ
HG- Anladım… Peki üçünün de kişisel özellikleri ayrı ayrı nasıldı… Biraz da onlardan söz edersek… Tanıdığınız kadarıyla…
MY- Hepsini iyi tanırım… Deniz’in neredeyse arık bilinmedik özelliği kalmamıştır. Çok yönlüdür. Tam bir kitle önderidir. Bu günlerde, şu Gezi İsyanı’nda keşke olsaydı… yani eksiği Deniz’dir. Kitleyi nasıl yöneteceğini çok iyi bilirdi, çünkü onun içinden çıkmıştı, onunla birlikte atardı bütün nabzı Deniz’in. O’nun olduğu yerde hep başarılı olunurdu kitle eylemlerinde. Çok fazla Deniz’i anlatmakla zaman kaybetmeyelim, Deniz’i herhalde herkes tanıdı hemen hemen ama çok yönlü olduğunu söyleyeyim sadece… Hüseyin kitle önderi durumunda olmayan ama…
HG- Daha çok teorisyen olarak anlatılan bir kişiliği olduğu söylenegelir…
TEORİSYEN DAHA ÇOK SİNAN CEMGİL’Dİ… BENİ DEVRİMCİLEŞTİREN HÜSEYİN’Dİ
MY- Daha çok arkadan ve alttan eylemleri örgütleyen , öğrencileri örgütleyen… onun özellikle ileri unsurlarını örgütleyen kişidir. Teorisyen belki daha çok Sinan Cemgil’dir. Daha fazla okumuştur, daha yazmıştır, bilmiştir. Nurhak’ta öldürülen arkadaşımızdır. E tabii Dede de okumuştur… benden daha fazla okumuştur en azından… Ama hiç ortalıkta görünmeyip, hiç adı bilinmeyip… bir yerde bir şey oluyorsa, bir değişiklik, bir eylemin sonucu olarak kim yaptı? Diye şöyle bir baktığınız zaman altından O çıkardı… Beni devrimci yapıp örgütleyen de Hüseyin İnan’dır. Ben İzmir’den liseden geldiğimde politik birisi değildim. Çok kısa süre içinde ODTÜ’de politikleştik… işte hemen birkaç ay içinde bir boykot yaptık ve bunlar hep devrimcileşme sürecim oldu… Beni devrimcileştiren, dediğim gibi Hüseyin oldu. Çok soğukkanlı, ne yaptığını iyi bilen, niçin yaptığını iyi bilen böyle bir örgütçüydü Hüseyin. Yusuf, başka yerlerde, zamanlarda söylediğim gibi tam devrimin hamalıydı. En zor işleri, en olmayacak gibi görünen işleri üstlenir ve başarırdı. İşte araba kullanılacaksa o kullanırdı, ne bileyim motorla işte gidiyorlardı o kullandı… Ankara’dan bizim yanımıza geliyorlardı dağa… O da iyi silah kullanırdı ama, Yusuf’un elinden her iş gelirdi ve çok başka kimsenin yapmayacağı türden işler Yusuf’a kalırdı ve o yapardı… bir de Alpaslan böyleydi.
COMMER’İN ARABASINI ODTÜ’DE BELKİ DE İLK GÖREN BENİM
HG- Peki bu Commer’in arabasının ODTÜ’de yakılması olayı nasıl oldu?
MY- Commer’in arabasını ODTÜ’de belki de ilk gören benim. Rektörlüğün önünde böyle bir CC plakalı, o anı hatırlıyorum, kordiplomatik bir araba… ama yani şimdi kimin arabası olduğuna dair de… Commer’in arabası diye… yani Amerikan elçisinin arabası diye… kafamda nereden bu kanıya vardığımı da şimdi çıkartamıyorum. Üstünde USA, yani Amerikan forsu muydu… şimdi tam hatırlamıyorum ama, ben Amerikan elçisinin arabası diye… derhal onu görür görmez… rektörlüğün önünde görmüştüm… derhal yurtlara doğru koşturmaya başladım. Yolda, kafeteryadan çıkmış, yurda doğru gitmekte olan Hüseyin’i gördüm… yanında bir iki kişi daha vardı, ona söyledim. Sonra ben koşturmaya devam ettim, yurtlara gittim. Söylediklerimin hepsi koşturarak rektörlüğe gittiler…. Ben, ilk iki yurt vardı o zaman açık, onları dolaştım… ve yine koşuyla rektörlüğe geri döndüm. Bu arada araba yanıyordu… Nasıl yandığını hepimiz biliyoruz… işte Snan’ın boynundaki atkıyı…
SONRA ÇOK SAYIDA GÖZALTINA ALINAN OLDU O HATIRA FOTOĞRAFI ÇEKTİRENLERDEN
HG- Arabayı devirmeye çalışıyorlar…
MY Evet devirmeye çalışıyorlar ama kırmaya çalışıyorlar önce ama araba zırhlı, kıramıyorlar… sonra devirmeye çalışıyorlar, çok zorlanıyorlar… ve deviriyorlar… en sonunda arabanın benzin kapağını açma imkanları olmuş, Sinan’ın atkıyı salıyorlar içine ve Hüseyin kibriti çakıyor… ama ben sonra orada çok fazla vakit kaybetmedim. Çok sayıda hatıra fotoğrafı çektiren vardı, ben çektirmedim. Döndüm yurtlara geldim, baktım Hüseyin odasında uyuyor ya da uyuyor numarası yapıyordu ama ortalık kırılmış gitmiş, herkes işte tempo tutuyor, alkışlar, tezahüratlar falan… hiç öyle bir eğilimi olmayan, ortalıkta görünmeyi de, “ben yaptım” demeyi de sadece sevmeyen değil, ağzından hiç duymadığımız, devrimci çevrelerde, onların da ileri gelenleri içinde bilinen, böyle işleri yapabilir birisi olarak bilinen bir kişiydi Hüseyin… Sonra çok sayıda gözaltına alınan oldu o hatıra fotoğrafı çektiren kişilerden ama Hüseyin’in adı bile çıkmadı ortaya…
BAŞLANGIÇTA THKP-C YOKTU… BİZ MAHİR’İ “KALEM EFENDİSİ” DİYE BİLİRDİK
HG- Peki “Cephe”den, THKP-C’den tanıdıklarınız var mıydı? Örgütsel düzeyde ilişkiler nasıldı?... THKO – THKP-C arasında?... Ya da Mahir Çayan’la ve onun yanındakilerle… Ulaş Bardakçı ve diğerleriyle?...
MY- Ulaş okuldan arkadaşımızdı… iyi tanışırdık Ulaş’la… çok severim Ulaş’ı… severdim diyeyim, aramızdan ayrılalı çok oldu… Başlangıçta THKP-C yoktu. Dolayısıyla bizim THKP-C ile aramız şöyleydi ya da böyleydi deme şansımız yoktur. Biz Filistin’e gittiğimizden beri, dağa çıkacağımız bilinen bir gruptuk ve bir arada olan ve sürekli birlikte eylem yapan bir gruptuk, ne yapacağımız bilinirdi, sadece adımız takılmamıştı THKO diye… Onu da bu bankalardan sonra açıkladılar… ben artık Malatya’daydım, dağa hazırlıkların sonuna gelmiştik. Ben de radyodan öğrendim Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adını… Ama bir gruplaşma olarak Mahirler olmakla birlikte, Ulaş’ın onlardan olduğunu bilmiyorduk… Hatta öldürülen İlyas’ı genelkurmaya girerken gördüğü ve herhalde o nedenden dolayı asker tarafından öldürülen Koray Doğan ODTÜ’lüydü yine, hatta Koray Doğan’ı biz THKO’lu gibi bilir, öyle ilişkimizi sürdürürdük… yani THKO’diyebilirdik… yani şeydi işte Koray henüz daha örgütlenme oluşum dönemleri olduğunda işte biraz THKO’lu, biraz THKP-C’li gruptan gibiydi… ama aramızda bir ilişki yoktu. Çünkü THKP-C yoktu. Sonra artık banka gibi kamulaştırma eylemleri, birtakım daha başka polis kulübesi kurşunlanması falan, birtakım şeyler… hatta Amerikalı yanılmıyorsam, iki kişi kaçırılmıştı… Mahir, Cevahir ve Ulaş o zaman, bizim ODTÜ’de bir karargah diye bilinen odamız vardı… 201 ve 202 numaralı odalar… buraya bize teklifte bulunmaya geldiler, teklifte bulunduklarında… geldiklerinde ben çıkmıştım odadan… Hüseyin, Deniz, Sinan falan yanılmıyorsam, Sinan arkadaşımız konuştu… bize işte iş bölümü yapalım, siz, biliyoruz dağa çıkacaksınız, biz de şehirlerde eylemi sürdürelim, koordine halde gidelim, dediklerinde biz kibarca, yahu sonra konuşalım falan deyip başımızdan savdık uzun lafın kısası, çünkü silaha sarılacaklarına kesinlikle inanmıyorduk, ihtimal de vermiyorduk, öyle bir niyetleri de yoktu baştan… dışa vurdukları en azından böyle bir belirti yoktu. Başlangıçta biz Mahir’i kalem efendisi diye bilirdik, öyle konuşurduk. Sonradır, THKO’nun kurulup eyleme geçmesinden ve yani artık silaha sarılması gerektiğini düşünen ama belki bunu ertelemekte olan, belki bunun koşullarını işte bir araya getirmeyi düşünenlerin artık beklenemeyeceğini akılları kestikten sonra, oradan da THKP-C adı ilan edilerek silahlı eylemler gelmeye başlamasından sonra artık böyle bir gruplaşmadan biz de, Türkiye’nin geri kalanı gibi haberdar olduk. Başlangıçta yoktu ama. Dolayısıyla bizim başlangıçta yine koordinasyon gibi bir sorunumuz olmadı, gelip bize önermelerine, teklif etmelerine karşılık… ciddiye almadık yani o zaman açıkçası…
İlk sonra ilişkilenme cezaevlerinde oldu. En önemlisi bunun, artık bir kardeşleşme havası çıktıktan sonra, sonu Kızıldere’ye varan, İstanbul Kartal’dan, Maltepe cezaevinden firar sırasında oldu. Örneğin bu… oradaki tüneli THKO başlattı kazmaya, kimsenin başka haberi yoktu ve biz “Cephéye ilk önce tünelden falan da söz etmeden… kim vardı şimdi… Kamil’di galiba, ismini hatırlamıyorum… mutlaka Mahir’i getirmelerini söyledik… çünkü Selimiye’de kalıyordu… anlamadılar, önemsemediler… yani biz Mahir’i de beraber götürmek… çünkü tahmin ediyoruz… idam cezası verirler herhalde ona da filan diye… neyse sonunda dinletebildik lafımızı, Mahir’in oraya gelmesi konu olabildi… sonra tünel kazılması ortaklaştırıldı… işte birlikte kaçıldı filan, böyle oldu… Bu eylem içerisinde artık iki grubun eylem birliği yapmasından ve çok yakınlaştıklarından söz edilebilir, çünkü amaçları, yapmakta oldukları işler çok aynılaşmıştı artık… e orada da koordinasyon halinde devam edilmese en azından ayıp olurdu, bu da olmazdı…
HG- Peki Mahir Çayan’ların Kızıldere’de katledilmeleri sırasında siz cezaevindeydiniz…
MY- Kaçtıklarında da cezaevindeydik…
HG- Nasıl karşılandı bu kaçış?
MY Kaçtıklarına çok sevindik. Ve bir şeyden emindik… özellikle Deniz Cihan’ı çok yakından tanırdı, çok yakından… içtikleri su ayrı gitmezdi…
HG- Cihan Alptekin…
CİHAN NEFES ALDIĞI SÜRECE DENİZLER ASILMAZ, DENİZ’İN ASILMASI İÇİN CİHAN’IN ÖLMESİ GEREKİR
MY- Evet, Cihan Alptekin… Bizim için bir şey çok netti, Cihan nefes aldığı sürece Denizler asılamaz, Deniz’in asılması için Cihan’ın ölmesi gerekir, bundan çok net emindik. E beraber öldüklerini de biliyorduk… zor durumda olduklarını tahmin ediyorduk. İlk Kızıldere’ye doğru giden süreç, Ünye’de falan teknisyenler kaçırıldı… umudumuz çok kırıldı başlangıçta hiç ihtimal vermedik bırakılacaklarına dair… yani üç tane teknisyen karşılığında rehine değiş tokuşu olabilirmiş gibi gelmedi bize… ve biz içerideyken daha gerçekleşmeden arkadaşlarımızın sonunu beklemeye başladık.
Tabii sonra başta Deniz olmak üzere, işte Cihan’ın ölümünden… işte o dediğim yakınlıktan olmak üzere bütün arkadaşların infaz edilmeleri bizi çok etkiledi… epey bir umut bağlamıştık… ama Karadeniz’e gidip işte dediğim gibi Ünye, teknisyenler falan deyip böyle çıktıktan sonra bu umudumuz dağıldı. Öldürüldükten sonra da tabii ki çok üzüldük… ve bu üzüntümüzü katmerlendiren şey, içeride eli kolu bağlı olmakla bir şey yapamamak oluyor… bu iyice artırdı bizim üzüntümüzü… iyice…
SİNAN’IN VÜCUDU KALBUR GİBİYDİ… ÇOK SAYIDA KURŞUN İZİ VARDI
HG- Bu arada sorularımdan bir tanesi de sizin de içinde yer aldığınız, Nurhak’taki o çatışma anıyla ilgili… Sorularımın bir tanesi bu olacak… bunu takiben de sizden Denizlerin idam edildiği gece yaşadıklarınızı bize anlatmanızı isteyeceğim… Önce Nurhak’taki çatışmadan başlayalım dilerseniz…
MY- Denizler yakalandıktan sonra, Mahirlerin, Cihanların da onları kurtarmaktan başka bir şey yapılamaz diye önceliği Denizlerin kurtarılmasına vermeleri gibi, biz de aynı şeyi yaptık… Daha biz Kasım’dan beri dağdaydık, 6 aya varan bir süreç… mağaralarda işte, ağaç altlarında filan kalmaktaydık. Denizlerin yakalanmasının ardından ben son bir gözden geçirme yapmak üzere Ankara’ya geldim üstümü başımı değiştirip… Ankara’da Alpaslan’la ki oradaydı o, tüm gücümüzü biz kıra çekmemiştik ve örneğin Ankara’da ve İstanbul’da… henüz Cihan da daha yakalanmamıştı, Cihan’ın gruplarıyla Alp’e bağlı gruplarımız vardı Ankara’da… Alp’le oturup durumu gözden geçirdik ve onların zaten önceden başladıkları işi biz sürdürdük ve Ankara’da özellikle elçiliklere yönelik çok yapılabilecek bir eylem kalmadığını, işte 1 ay öncesiyle kıyaslanırsa müthiş bir koruma tertibatı olduğunu, bunların yenilendiğini, buralarda bir rehin alma gibi bir şeylerin hemen hemen imkansız olduğunugördük… Alp’le birlikte vardığımız karar beraberce geriye dönmekti, kıra dönmekti… bizim kafamızda, daha çok kesinleşmese de, Kürecik’teki radar üssü vardı… Alp’le birlikte döndük ve artık bu kararımızı uygulamaya koyduk. Birkaç aydır gittiğimiz yönün tersine dönmek çok uzun sürecekti ve değiştirdik… böyle bir yay çizerek, treni de kullanarak, Narlı’dan, Gölbaşı’ndan binip, onunla tekrar Malatya’ya dönmeyi öngördük… bunun için dağdaki büyük grubumuzu böldük ve bunun içinden 7 arkadaşımızı ayırdık. 7 kişi, diğerleri… nerede buluşacağımızı onlarla kararlaştırdıktan sonra yollarına devam edeceklerid, biz Kürecik radar üssünü basacak ve içindekilerle birlikte teslim alacaktık. Bulunduğumuz yerden ki işte bu Nurhak Sırıklı yaylası, oralardaydık… oradan Gölbaşı’ndan ovaya inmek bizim için yaklaşık 5 günü, gece yürüyüşleriyle tabii, bütün gündüz yürümüyoruz… 5 günü buldu. Sonra artık Gölbaşı ovasını gördüğümüzde gün ışımış, tan atmış, yırtılmıştı gök… ama biz gece köyün içinden geçmeyelim, Göksun’dan geçmeyelim diye çok deli akmakta olan, işte o daha kar sularının bitmediğinden dolayı çok deli akan Göksun ırmağını yüzerek geçmeye çalıştık ve Alp, Sinan, ben iyi yüzücüler olmamıza rağmen başaramadık… orada 2 – 3 saat kaybettik ve bitkinleştik de… sonra yapacak bir şey olmadığını görüp tekrar köprüden vurduk geçtik… Görünmek istemiyorduk ama bu bizim görünmemize neden oldu. Kaybettiğimiz zamanla dediğim gibi artık Gölbaşı ovasını gördüğümüzde tepeden, bir yere, ağaçlık bir yere sığınma şansı bulmaya uğraşırken bir çoban tarafından görüldük. Çobanı tutuklayıp tutuklamamayı tartışırtık… sonra adamı bıraktık… Çoban daha sonra bir yay çizmiş, köye dönüp haber veriyor… biz sonradan adının İnekli olduğunu öğrendiğimiz köyün üzerindeki yamaçta böyle bir sol tarafı dağa doğru uzanan bir meşelikle aynı zamanda da hemen düzlükte artık ekinlerin ekilmeye başlandığı bir yerde, ağaçların altında, daha kafamızı koyar koymaz taşa uyumaya başladık… biz daha, çok yorgunuz çünkü, Sinan’la Hacı arkadaşımız…
Malatyalı Hacı Tonak… Sinan nöbet tutmaya, ilk nöbeti o aldı… Hacı da önceden silahsız, kendi köyüne çok yakın bir yerde bu Kürecik radar üssü… onun altında büyük askeri otobüsler var o burunluydu o zaman… onlarla götürüp getirirlerdi, personel değiştirirlerdi… bunun saatlerini öğrenmek için biz önceden oraya yolladık, oraya gidecekti, çünkü biz aşağıdan otobüsün önünü kesip o otobüsün içindekilerle birlikte çıkacaktık yukarıya… planımız oydu… Ama daha Sinan’la Hacı bizden ayrılıp tepeye çıkarlarken ikimiz en fazla 5 – 6 dakika konuşmuşuzdur ne yapalım, ne edelim, son durumu gözden geçirelim diye… biz uykuya düşüp onlar yola revan olduklarında… yani 10 dakika olmamıştır… tepede çobanın muhtara söyleyip, muhtarın da çağırdığı askerlerle karşılaşıyorlar… biz ateş sesleriye uyandık hemen… şansımıza bölgedeki tek manyetolu telefonun olduğu köy de bu… şimdiki gibi her köyde cep telefonu, şu, bu yok… evlerde telefon da yok… yani bazı köylerde o da manyetolu telefonlar var, bu şansımız orada varmış… o nedenle çok hızlı geliyor asker… silah sesleriyle uyandığımızda biz Sinan’ın bize doğru yamaç aşağıya koşarak geldiğini gördük ve Alp’le birbirimize bakıp vedalaştık… yani çünkü artık o tepede tutulmadan Sinan’ı bize doğru koşar gördüğümüzde biz sonumuzu anlamıştık… Filistin’de ikimiz de iyi savaşa girip çıktık çünkü… sonuçta yapacak tek şey kaldı… hemen onu konuştuk Sinan geldiğinde… kendimizi ve birbirimiz koruyarak, 5 kişiyiz… birbirimizi koruyarak geriye çekileceğiz… herkes ateş ederken 1 kişi çömelir vaziyette arkaya gelecek, sonra işte onun dahil olduğu diğerleri ateş ederken en uçta kalan geri çekilecek, böylece geldiğimiz yöne tepelere doğru geri çekileceğiz ama biz bunu yapmaya çalışırken… bunun olamayacağı belliy di zaten de… olamayacağını pratikte gördük, askerler bizim solumuzda, o yükselen tepelerin ardından tabii herhalde koşarak arkamıza doğru gelmeye başladılar… önce sol yanımıza ateş etmeye başladılar, biz sadece karşıdan değil, soldan da ateş yemeye başladık, birkaç köylü, faşistlerin olduğu bir köymüş, bunların birkaçı sağdan ateş etmeye başladı, neyse bunlara biz ateş etmeye başladığımızda özellikle köylülerden gelen birkaç kişilik o kuru sıkı, susuyorlardı ama giderek biz bir süre sonra, 1,5 – 2 saate yakın bir süre devam etti çatışma, arkamızı da kuşatıp, arkamızdan da ateş yemeye başladığımızı farkettik… bu dumda artık birer birer vurulmaya başladık. Önce Kadir, ilk önce Alpaslan boynundan sıyırttı, böyle buradan, boynundan bir kan geliyordu… önemli değildi ama. İlk Kadir vuruldu, sonra Alpaslan, sonra ben. Bu arada ilk bizi çembere almaya çalışırlarken iki arkadaşımız bunun dışında kaldı, ellerinde bizim Kürecik radar üssüne vardığımızda içerisine döşeyeceğimiz dinamit kalıpları vardı, yaklaşık 30 kiloluk bir çuval böyle… o biraz ağır geldi, bizden o nedenle koptular, silahları tutukluk yapmış sonra öğrendiğimiz, ellerinde hafif makinalılar vardı… işte ikisi de çift mermi sürmüş, şeye… namluya.
Bunlarla uğraşırken, kendi dertlerindeyken biz çembere alınmışız, onlar dışarıda kalmışlar… görmemişler onları. Sonra onlar 1 hafta kadar sonra Engizekler civarında yakalandılar, diğer grupla buluşacaklar, gidecekleri yere giderken… Alpaslan’dan sonra ben vuruldum. Kasığımdan, ciddi bir şeydi ve yani vurulduğum anda tüfeğim 6 – 7 metre ileriye, ben öteye düştüm. En son Sinan vuruldu, ben yerde yatarken ve benim üstüme ateş edilirken, Sinan’ın muhtemelen parmağı takılı kalmış olmalı, otomatiğe bağlanmış bir kaleşi vardı ve son bir tarama sesi geldi, şarjöründe mermi kalmadı ya da parmağı tetikten kurtuldu.. Bitti. Bizim taraftan ses kesildi. Benim üzerime ateş etmeyi sürdürdüler, ses bizden kesilmesine rağmen ve “gel”, işte “teslim ol” bilmem ne diye bağırıldığını duydum ama istesem bile kalkıp gidecek durumum yoktu ama karavana attılar hep kör nişancılar olmalılar, sonra bir de kolumdan vuruldum, artık o sırada mı oldu, yoksa o çatışma içerisinde mi, o sırada duymadım,,, yani kemiğe filan gelmemiş, delmiş, geçmiş. Farketmedim hiç, ne zaman olduğunu da bilmiyorum. Epey bir süre daha ateş ettikten sonra şurama boynumun yanına, işte şuraya kolumun altına… böyle 80 – 100 tane attılar yani. Az değildi… zaten sonra Gölbaşı sağlık ocağında beni teşhis için beni arkadaşlarımın bedenleri soyulu cesetlerine götürdüler. Onlara benden daha fazla anlaşılan ateş etmişler ve sonra gelip taramışlar da anlaşılan ki tutturmuşlar onları, her birinin vücudu delik deşikti. Yani küçük küçük delikler görüyorsunuz çıkışları muhtemelen büyüktür, sırtlarını görmedim… ama Sinan’ınki hele kalbur gibiydi, çok sayıda kurşun izi vardı. Çatışma böyle bitti…
DENİZLER ASILIRKEN CHP’DE BİR YÖNETİM DEĞİŞİKLİĞİ OLDU… ECEVİT İDAMLARI ÖNLEMEK İÇİN HERHANGİ BİR GİRİŞİMDE BULUNMADI…
HG- Peki, Deniz, Yusuf, Hüseyin idam edildiklerinde siz cezaevindeydiniz, nasıl oldu, o geceyi, götürülüşlerini ve idamlarını, ardından o sabah, ilk sabah yaşadıklarınızı bize anlatabilir misiniz…
MY- İdamlarını görmedim tabii, onu daha sonra Halit Ağabeyden, Halit Çelenk’ten dinledim defalarca. Çünkü Mamak’tan alıp onları Ankara Merkez Cezaevi’ne orada infaz ettiler. Son 1 hafta, 10 gündür bizden ayrılmışlardı. En son bir açlık grevi vardı yaptıkları. Açlık grevlerini, özellikle avukatlarından gelen talep üzerine bırakmak üzere bize koşul sürmüşlerdi beraber son defa görmek istediklerini, kucaklaşmak istediklerini o gün gördük, kucaklaştık. Sonra ayrı, bizim kaldığımız Mamak’taki ön hücreler tabir edilirdi, onun arkasındaki arka hücrelerde tutuldular, aralarında boşluk olmak üzere, hücrelere konmuşlardı. Mahkemenin verdiği kararlar kesinleşti Yargıtay tarafından ve sonra en son avukatlarımız bizim mahkeme talep ettiler, başsavcının talebini gerektiriyordu bu, ama bu olmadı… şeyden, cumhurbaşkanından Cevdet Sunay’dı o zaman, onay da çıktı. Bu arada bir ilk, İsmet İnönü’nün ve CHP’nin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi durdurdu yürütmeyi. İkinci kez, şimdi artık ikinci şeyleri anlatayım ben… bu tabii uzadı birkaç gün… Ama ikincisinde, artık CHP içinden de imza toplanmadı ve onlar da artık müstehak mı dediler bilmiyorum ne dediler, Ecevit tarafından çok fazla bir üstlenme olmadı, girişimde bulunulmadı… İsmet İnönü ve Kamil Kırıkoğlu vardı onun yanında, onlar iyi bir destek vermişlerdi. Yanılmıyorsam, 6 Mayıs ya da 7 Mayıs Ecevit’in İnönü’yü yendiği kurultay da oldu o sıralara tam denk geldi böyle yani bizimkiler, Denizler asılırken CHP’de de bir yönetim değişikliği oldu. Yanılmıyorsam denk düştü…
HG- O dönemlerde evet…
DENİZ’İN SESİNİ BÜTÜN HÜCRELER DUYDU… “HAYDİ EYVALLAH ARKADAŞLAR”…
MY Evet aynı tarihlerde muhtemelen… Ecevit biraz yönetim değişikliğiyle meşgul olsa gerek ki, bir daha başvuru olmadı. En son artık biz, bugün, yarın diye bekliyorduk, çünkü cumhurbaşkanından onay çıkmıştı ve hemen hemen kesindi ki o gece sabaha karşı idam edileceklerdi. Başka hukuk yolu kalmamıştı, meclisten çıktı işte en son cumhurbaşkanının da onayladığı ilan edildi. Nitekim öyle oldu. Bizim arada tek duvar olan arkamızdaki yerden bütün sesler gelirdi, bizimkiler de oraya giderdi. Saat 12 civarında arkamızdaki hücrelerin dış kapısı, koridor kapısı… kocaman böyle, kapıya pencerelerinden filan, bir yerlerinden böyle bağlı demirler, zincirler… o zincirlerde asma kilit vardı, zinciri çekerken şaarrttt diye böyle zincirin pencerelere, bağlı olduğu tutamaklara sürterken çıkardığı ses var, bunu hep biliriz, karavana geldiğinde falan hep bu sesi günde birkaç kez duyardık… şimdi gece yarısı, saat 12 civarı bu sesi duyduk, hemen anladık tabii almaya geldiklerini… sonra aynı zincir sesleri kapılarında da var, koğuş, hücre kapılarında… üç tane zincir sesi daha duyduk, aralıklarla böyle o kapıları da açtılar. Sonra anlayamadığımız böyle sessizlik anları… sonra yine zincir sesleri daha duyduk, bir mana veremedik, meğer ayaklarına pranga vurmuşlar, zincirlerle bağlı, öyle yürütüp götürmüşler. Sonra Halit Ağabey’den öğrendik. Çelenk’ten… Benim bir arkadaşla birlikte kaldığım, ikişerli kalıyorduk hücrelerde, hücre koridorun kapısına, bizim koridorun kapısına, dış kapıya yani oldukça yakındı ve Deniz’in sesini çok rahat duydum ben ama tabii bütün hücreler duydu… “HAYDİ EYVALLAH ARKADAŞLAR “ diye… sonra böyle işte o zincir sürüklenmelerinden gelen, o an çok anlamlandıramadığımız sesleri duyduk ve bir süre sonra işte dış… en dış kapının ama, açılış kapanış sesini duyduk ve bildik, anladık ki götürdüler… Hiç birimizde ses yoktu.
GİTTİK, TOPU ALDIK, İKİ TAKIMA AYRILDIK HEMEN VE VOLEYBOL OYNAMAYA BAŞLADIK… PENCEREDEN BİZİ SEYREDEN SUBAY VE GENERALLER DE SİKTİR OLUP GİTTİLER
Sonra saat 5’mi, 6’mı… 6 gibiydi galiba, bütün cezaevinde iç hoparlör sistemi vardı her tarafa, bütün koğuşlara, hücrelere bağlanmış… oradan sabah haberlerini genellikle açarlardı, izlerdik, o sabah da açtılar ve oradan arkadaşlarımızın nasıl idam edildiklerini bize duyurdular. Böyle bildik, böyle öğrendik. Seslerden anladık, Sonra sabah geldiler, bir şey olmamış gibi bizim hücrelerimizdeki zincirleri çözdüler, her sabah açarlardı kapıları, yanılmıyorsam 8’de havalandırma kapısını da açarlardı gece kapanan havalandırma kapısını, biz havalandırmaya çıkardık. Onu da açtılar. Çıktık. Gördüğümüz manzara ibretlikti. Bizim hemen çıktığımız havalandırmanın bizim hücreler tarafına değil de, hemen onun karşısındaki tarafa bakan, tel örgülerle örülmüş pencerede çok sayıda subay, böyle omuzu kalabalık, bir sürü… yani tellerden de çok görünmüyordu, biz de dikkatli bakmadık ama böyle generaller, şunlar, bunlar… bizim nasıl yıkılacağımızı, nasıl ağlayıp sızlayacağımızı izlemeye gelmişlerdi. Bunu gördüğümüzde, bendim herhalde, zaman zaman biz, bir ağ geriliydi, yerde de topumuz vardı, voleybol oynardık. Ağ vardı işte… Gittik topu aldık, iki takıma ayrıldık hemen ve voleybol oynamaya başladık. Onlar da siktir olup gittiler.
15 SENE CEZAVİNDE KALDIM…
HG- Siz ne kadar cezaevinde kaldınız daha sonra?
MY- O girişimde 8 sene kaldım, müebbet hapse çarptırılmıştık çünkü. Sonra bir ara verdik, çıktık. 12 Eylül’ün ardından bir daha alındık. Toplam 15 sene cezaevinde kaldım…
HG- Peki sevgili Mustafa Yalçıner, programımıza katılmayı kabul ettiniz, Kanalımız adına size çok teşekkür ediyoruz. Çok sağ olun…
MY- Ben de sizlere teşekkür ediyorum. İyi yayınlar diliyorum…
MUSTAFA YALÇINER KİMDİR
Mustafa Yalçıner 1950 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra, aynı liseden arkadaşı olan ve Nurhak’ta jandarmalar tarafından öldürülen Alpaslan Özdoğan’la birlikte ODTÜ’ye girdi. Kısa bir süre içerisinde de ODTÜ’deki devrimci unsurlarla tanışarak Dev-Genç'e katıldı ve bir süre de Ankara'da Türkiye İşçi Partisi'nin içinde çalıştı. Hüseyin İnan’la tanıştıktan sonra, 68 Devrimci Gençlik Hareketi'nin aktif bir eylemcisi olma noktasına geldi.
Amerikan 6. Filosu'nun askerlerini denize dökenlerden biridir. Gençliğin üniversitede neden boykot ve işgal yaptığını anlatmak üzere fabrikalara ve köylere giden gençlik gruplarının içerisinde yer aldı. O dönem Filistin'de bulunan gerilla kamplarındaki eğitimlere katıldı. 1970 yazında, Amerika tarafından haşhaş ekiminin yasaklanmasına karşı yapılan 'Haşhaş Mitingi' için, Malatya'nın neredeyse bütün köylerini karış karış dolaştı. Bu dönem aynı zamanda, Türkiye’nin koşulları gereği, gençlerin yolunu yavaş yavaş dağa doğru sürdüğü bir dönemdi.Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) adıyla örgütlenen ve bu isim altında bir dizi eylemler gerçekleştiren ve aralarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Cihan Alptekin gibi çok tanıdık gençlerin de bulunduğu yapının içerisinde yer aldı. Bu yapının kırsaldaki mücadelesi gereği, Malatya bölgesine giden grupta yer alan Yalçıner, 31 Mayıs 1971 günü Nurhak dağlarında jandarmanın kurduğu pusu sonucunda ağır yaralı olarak yakalandı. O çatışmada, Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan jandarmalar tarafından öldürüldü. 8 yıl cezaevinde yatan Mustafa Yalçıner, cezaevinden çıktıktan sonra bu defa da 12 Eylül darbesiyle birlikte TDKP üyesi olmak suçundan dolayı tekrar cezaevine girdi.
Toplam 15 yıl cezaevinde kalan Yalçıner, 1995'te kurulan Emek Partisi'nin merkez yöneticiliği görevinde bulundu. Ancak parti, programındaki Kürt sorununun çözümüne ilişkin madde nedeniyle kapatılınca bu defa da, 1996'da kurulan Emeğin Partisi'nin genel başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Çeşitli gazete ve dergilerde yazarlık yaptı. Hayatın bütün bu yoğun akışı içerisinde ancak 45 yaşında evlenmeye fırsat buldu ve bu evliliğinden bir kızı dünyaya geldi. 2002 yılında DEHAP'ın çatısı altında kurulan Emek, Barış, Özgürlük Bloku'nun Malatya birinci sıra milletvekili adayı da olan Mustafa Yalçıner, şimdi Evrensel gazetesi köşe yazarıdır.
(HAYRİ GÜNEL - 13 HAZİRAN 2013, HAYAT TELEVİZYONU - İSTANBUL)
SUNU
92 yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en hüzünlü ve en dramatik 4 yılıdır 1968 – 1972 arası.
Sanırım neyi kastettiğimi hemen anladınız.
Onlarca genç insanın, sonu mutlak ölümle bitecek cesur ve yiğit yürüyüşlerinden söz ediyorum.
Cesur, yiğit ve devrimci yürüyüşlerinden.
Denizler, Mahirler, THKO, THKP-C ve diğerlerinin, genç ve bıçak sırtı yürüyüşlerinden.
İşte o 4 yıl süren acılı dönemin içinden çıkmayı başarıp da, çizgisini ve duruşunu bozmadan günümüze kadar gelebilmiş olan insanların sayısı artık ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmiyor.
Diğer her şey bir yana, işte sırf bu yüzden bile, onların tanıklıklarını, -bizlere anlattıkları ve aktardıkları her bir kelimeyi tarihsel bir belge olarak gördüğümden dolayı- hep çok önemsedim ve önemsemeye de devam ediyorum.
Mustafa Yalçıner de o sözünü ettiğim, sayıları artık iki elin parmaklarını geçmeyen insanlardan bir tanesi.
Aşağıda okuyacağınız söyleşi aslında kendisiyle, Silivri TV adına, benim gerçekleştirdiğim 13 Haziran 2013 tarihli ve 41 dakika süren bir televizyon röportajının bant çözümlemesi. Bu çözümlemeyi yapmayı epeydir düşünüyor ama bir türlü fırsat yaratamıyordum.
Nihayet bugün başladım ve bitirdim.
Yalçıner, sorduğum her soruya röportaj boyunca dikkatlice ve tarihlerle olayları doğru olarak hatırlamaya çalışarak ayrıntılarıyla ve bütün içtenliğiyle cevap verdi.
Kendisine, o çekimin sonunda teşekkür etmiştim. 2 yıl sonra bir kez daha teşekkür ediyor ve söyleşiyi ilginize sunuyorum.
HAYRİ GÜNEL
13 EYLÜL 2015 – SİLİVRİ, İSTANBUL
HAYRİ GÜNEL- Programımızın bu bölümünde, 68 hareketinin önderlerinden, 68 hareketinin kelimenin tam anlamıyla tam içinden ve önemli isimlerinden, Mustafa Yalçıner’le bir söyleşimiz olacak. Yine elimdeki notlarıma bakıyorum ben. Yaklaşık 7-8 soru yönelteceğiz kendisine.
Her şeyden önce programımıza katılmayı kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyoruz…
MUSTAFA YALÇINER- Estağfurullah…
BİR DÖRDÜNCÜ İSİMLE BAŞLAYAYIM… ALPASLAN ÖZDOĞAN…
HG- Deniz, Yusuf, Hüseyin… 68’in artık sembol olmuş isimleri… onların çok yanındaydınız, örgütsel anlamda ve öğrencilik dönemlerinizde de… bu üç isimle ilk tanışmanız nasıl oldu?
MY- Bir dördüncü isimle başlayayım... Alpaslan Özdoğan… Aynı liseden mezun olduk. İzmir’den birlikte geldik Ankara’ya, ODTÜ’ye… beraber kazanmıştık. Birkaç gün içinde Hüseyin’le tanıştık. Aynı yurtlarda kalıyorduk. Bizim Alp’le kaldığımız oda aynıydı. Sonra giderek diğer arkadaşlarla tanıştık. Hüseyin’le kısa sürede yakın arkadaş olduk. ODTÜ Hazırlık’a gidiyorduk birlikte. Burada diğer arkadaşımız Yusuf’la karşılaştık. İlginçtir, Hüseyin Alevi bir dede çocuğuydu
HG- Zaten “Dede” diye çağırılıyormuş…
YUSUF GÜNDE BEŞ VAKİT NAMAZ KILARDI, BASBAYAĞI ŞERİATÇIYDI
MY- Evet “Dede” derdik… İlk karşılaştığımızdaysa… Yusuf namaz kılardı…
HG- Evet, İnançlı bir insanmış…
MY- İnançlı değil, günde beş vakit namaz kılardı ve basbayağı şeriatçıydı… Üçümüz birlikte Hazırlık’a gittik. Yanımıza Taylan Özgür’ün katılmasıyla örneğin, beraberce Hazırlık’ta bir boykot yaptık… Şimdi konusunu, nedenini tam hatırlamıyorum ama ders notlarıyla falan ilgili bir şeydi böyle…Ve kazandık. Sonra giderek arkadaşlığımız giderek gelişti, çok sıkı dostlar haline geldik. Hüseyin’le Yusuf, ilk karşılaşmalarımız, tanışmamız, aynı okulun çocuklarıyız Deniz’le ilk karşılaşmamız… ODTÜ’den, Ankara’dan İstanbul Üniversitesi seçimlerine yedek güç olarak destekleme yapmaya geldiğimizde karşılaştık… 1 hafta sonra Taylan’ın öldürüldüğü, polis tarafından vurularak öldürüldüğü İstanbul üniversitesi seçimleriydi. Ertelendi 1 hafta, çünkü karşılıklı olarak ciddi yığınak vardı, ben Deniz’i burada sadece ortalıkta gördüm, çok fazla konuşma, sohbet etme şansımız olmadı, ama ilk karşılıklı birbirimizi gördüğümüz o zamandı r. Sonra 70 yazında biz Filistin’e gidip döndüğümüzde arkadaşlarımız Hüzeyin’le Yusuf da yakalanmamıştı, dışarıdaydı… Hüseyin’le diğerleri, Alpaslan daiçindeydi, Diyarbakır’da yakalandıklarında ben ODTÜ’deydim, yakalanmamıştım, Deniz de çıkıp ODTÜ’ye geldi, çünkü Yusuf mekik dokumuştu Diyarbakır cezaevindeki Hüseyin’le İstanbul’daki Deniz arasında ve Bursa cezaevindeki Deniz arasında… Sonuçta Deniz’le Hüseyin diyelim, ya da Ankara – İstanbul gruplarının birleşmesiyle sonuçlandı ve Deniz çıktı İstanbul’dan ve Ankara’ya geldi. ODTÜ’ye geldi. Burada karşılaştık ve bir daha ben Malatya’ya, dağa gidinceye kadar hiç ayrılmadık.
DENİZ KİTLEYİ NASIL YÖNETECEĞİNİ ÇOK İYİ BİLİRDİ
HG- Anladım… Peki üçünün de kişisel özellikleri ayrı ayrı nasıldı… Biraz da onlardan söz edersek… Tanıdığınız kadarıyla…
MY- Hepsini iyi tanırım… Deniz’in neredeyse arık bilinmedik özelliği kalmamıştır. Çok yönlüdür. Tam bir kitle önderidir. Bu günlerde, şu Gezi İsyanı’nda keşke olsaydı… yani eksiği Deniz’dir. Kitleyi nasıl yöneteceğini çok iyi bilirdi, çünkü onun içinden çıkmıştı, onunla birlikte atardı bütün nabzı Deniz’in. O’nun olduğu yerde hep başarılı olunurdu kitle eylemlerinde. Çok fazla Deniz’i anlatmakla zaman kaybetmeyelim, Deniz’i herhalde herkes tanıdı hemen hemen ama çok yönlü olduğunu söyleyeyim sadece… Hüseyin kitle önderi durumunda olmayan ama…
HG- Daha çok teorisyen olarak anlatılan bir kişiliği olduğu söylenegelir…
TEORİSYEN DAHA ÇOK SİNAN CEMGİL’Dİ… BENİ DEVRİMCİLEŞTİREN HÜSEYİN’Dİ
MY- Daha çok arkadan ve alttan eylemleri örgütleyen , öğrencileri örgütleyen… onun özellikle ileri unsurlarını örgütleyen kişidir. Teorisyen belki daha çok Sinan Cemgil’dir. Daha fazla okumuştur, daha yazmıştır, bilmiştir. Nurhak’ta öldürülen arkadaşımızdır. E tabii Dede de okumuştur… benden daha fazla okumuştur en azından… Ama hiç ortalıkta görünmeyip, hiç adı bilinmeyip… bir yerde bir şey oluyorsa, bir değişiklik, bir eylemin sonucu olarak kim yaptı? Diye şöyle bir baktığınız zaman altından O çıkardı… Beni devrimci yapıp örgütleyen de Hüseyin İnan’dır. Ben İzmir’den liseden geldiğimde politik birisi değildim. Çok kısa süre içinde ODTÜ’de politikleştik… işte hemen birkaç ay içinde bir boykot yaptık ve bunlar hep devrimcileşme sürecim oldu… Beni devrimcileştiren, dediğim gibi Hüseyin oldu. Çok soğukkanlı, ne yaptığını iyi bilen, niçin yaptığını iyi bilen böyle bir örgütçüydü Hüseyin. Yusuf, başka yerlerde, zamanlarda söylediğim gibi tam devrimin hamalıydı. En zor işleri, en olmayacak gibi görünen işleri üstlenir ve başarırdı. İşte araba kullanılacaksa o kullanırdı, ne bileyim motorla işte gidiyorlardı o kullandı… Ankara’dan bizim yanımıza geliyorlardı dağa… O da iyi silah kullanırdı ama, Yusuf’un elinden her iş gelirdi ve çok başka kimsenin yapmayacağı türden işler Yusuf’a kalırdı ve o yapardı… bir de Alpaslan böyleydi.
COMMER’İN ARABASINI ODTÜ’DE BELKİ DE İLK GÖREN BENİM
HG- Peki bu Commer’in arabasının ODTÜ’de yakılması olayı nasıl oldu?
MY- Commer’in arabasını ODTÜ’de belki de ilk gören benim. Rektörlüğün önünde böyle bir CC plakalı, o anı hatırlıyorum, kordiplomatik bir araba… ama yani şimdi kimin arabası olduğuna dair de… Commer’in arabası diye… yani Amerikan elçisinin arabası diye… kafamda nereden bu kanıya vardığımı da şimdi çıkartamıyorum. Üstünde USA, yani Amerikan forsu muydu… şimdi tam hatırlamıyorum ama, ben Amerikan elçisinin arabası diye… derhal onu görür görmez… rektörlüğün önünde görmüştüm… derhal yurtlara doğru koşturmaya başladım. Yolda, kafeteryadan çıkmış, yurda doğru gitmekte olan Hüseyin’i gördüm… yanında bir iki kişi daha vardı, ona söyledim. Sonra ben koşturmaya devam ettim, yurtlara gittim. Söylediklerimin hepsi koşturarak rektörlüğe gittiler…. Ben, ilk iki yurt vardı o zaman açık, onları dolaştım… ve yine koşuyla rektörlüğe geri döndüm. Bu arada araba yanıyordu… Nasıl yandığını hepimiz biliyoruz… işte Snan’ın boynundaki atkıyı…
SONRA ÇOK SAYIDA GÖZALTINA ALINAN OLDU O HATIRA FOTOĞRAFI ÇEKTİRENLERDEN
HG- Arabayı devirmeye çalışıyorlar…
MY Evet devirmeye çalışıyorlar ama kırmaya çalışıyorlar önce ama araba zırhlı, kıramıyorlar… sonra devirmeye çalışıyorlar, çok zorlanıyorlar… ve deviriyorlar… en sonunda arabanın benzin kapağını açma imkanları olmuş, Sinan’ın atkıyı salıyorlar içine ve Hüseyin kibriti çakıyor… ama ben sonra orada çok fazla vakit kaybetmedim. Çok sayıda hatıra fotoğrafı çektiren vardı, ben çektirmedim. Döndüm yurtlara geldim, baktım Hüseyin odasında uyuyor ya da uyuyor numarası yapıyordu ama ortalık kırılmış gitmiş, herkes işte tempo tutuyor, alkışlar, tezahüratlar falan… hiç öyle bir eğilimi olmayan, ortalıkta görünmeyi de, “ben yaptım” demeyi de sadece sevmeyen değil, ağzından hiç duymadığımız, devrimci çevrelerde, onların da ileri gelenleri içinde bilinen, böyle işleri yapabilir birisi olarak bilinen bir kişiydi Hüseyin… Sonra çok sayıda gözaltına alınan oldu o hatıra fotoğrafı çektiren kişilerden ama Hüseyin’in adı bile çıkmadı ortaya…
BAŞLANGIÇTA THKP-C YOKTU… BİZ MAHİR’İ “KALEM EFENDİSİ” DİYE BİLİRDİK
HG- Peki “Cephe”den, THKP-C’den tanıdıklarınız var mıydı? Örgütsel düzeyde ilişkiler nasıldı?... THKO – THKP-C arasında?... Ya da Mahir Çayan’la ve onun yanındakilerle… Ulaş Bardakçı ve diğerleriyle?...
MY- Ulaş okuldan arkadaşımızdı… iyi tanışırdık Ulaş’la… çok severim Ulaş’ı… severdim diyeyim, aramızdan ayrılalı çok oldu… Başlangıçta THKP-C yoktu. Dolayısıyla bizim THKP-C ile aramız şöyleydi ya da böyleydi deme şansımız yoktur. Biz Filistin’e gittiğimizden beri, dağa çıkacağımız bilinen bir gruptuk ve bir arada olan ve sürekli birlikte eylem yapan bir gruptuk, ne yapacağımız bilinirdi, sadece adımız takılmamıştı THKO diye… Onu da bu bankalardan sonra açıkladılar… ben artık Malatya’daydım, dağa hazırlıkların sonuna gelmiştik. Ben de radyodan öğrendim Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adını… Ama bir gruplaşma olarak Mahirler olmakla birlikte, Ulaş’ın onlardan olduğunu bilmiyorduk… Hatta öldürülen İlyas’ı genelkurmaya girerken gördüğü ve herhalde o nedenden dolayı asker tarafından öldürülen Koray Doğan ODTÜ’lüydü yine, hatta Koray Doğan’ı biz THKO’lu gibi bilir, öyle ilişkimizi sürdürürdük… yani THKO’diyebilirdik… yani şeydi işte Koray henüz daha örgütlenme oluşum dönemleri olduğunda işte biraz THKO’lu, biraz THKP-C’li gruptan gibiydi… ama aramızda bir ilişki yoktu. Çünkü THKP-C yoktu. Sonra artık banka gibi kamulaştırma eylemleri, birtakım daha başka polis kulübesi kurşunlanması falan, birtakım şeyler… hatta Amerikalı yanılmıyorsam, iki kişi kaçırılmıştı… Mahir, Cevahir ve Ulaş o zaman, bizim ODTÜ’de bir karargah diye bilinen odamız vardı… 201 ve 202 numaralı odalar… buraya bize teklifte bulunmaya geldiler, teklifte bulunduklarında… geldiklerinde ben çıkmıştım odadan… Hüseyin, Deniz, Sinan falan yanılmıyorsam, Sinan arkadaşımız konuştu… bize işte iş bölümü yapalım, siz, biliyoruz dağa çıkacaksınız, biz de şehirlerde eylemi sürdürelim, koordine halde gidelim, dediklerinde biz kibarca, yahu sonra konuşalım falan deyip başımızdan savdık uzun lafın kısası, çünkü silaha sarılacaklarına kesinlikle inanmıyorduk, ihtimal de vermiyorduk, öyle bir niyetleri de yoktu baştan… dışa vurdukları en azından böyle bir belirti yoktu. Başlangıçta biz Mahir’i kalem efendisi diye bilirdik, öyle konuşurduk. Sonradır, THKO’nun kurulup eyleme geçmesinden ve yani artık silaha sarılması gerektiğini düşünen ama belki bunu ertelemekte olan, belki bunun koşullarını işte bir araya getirmeyi düşünenlerin artık beklenemeyeceğini akılları kestikten sonra, oradan da THKP-C adı ilan edilerek silahlı eylemler gelmeye başlamasından sonra artık böyle bir gruplaşmadan biz de, Türkiye’nin geri kalanı gibi haberdar olduk. Başlangıçta yoktu ama. Dolayısıyla bizim başlangıçta yine koordinasyon gibi bir sorunumuz olmadı, gelip bize önermelerine, teklif etmelerine karşılık… ciddiye almadık yani o zaman açıkçası…
İlk sonra ilişkilenme cezaevlerinde oldu. En önemlisi bunun, artık bir kardeşleşme havası çıktıktan sonra, sonu Kızıldere’ye varan, İstanbul Kartal’dan, Maltepe cezaevinden firar sırasında oldu. Örneğin bu… oradaki tüneli THKO başlattı kazmaya, kimsenin başka haberi yoktu ve biz “Cephéye ilk önce tünelden falan da söz etmeden… kim vardı şimdi… Kamil’di galiba, ismini hatırlamıyorum… mutlaka Mahir’i getirmelerini söyledik… çünkü Selimiye’de kalıyordu… anlamadılar, önemsemediler… yani biz Mahir’i de beraber götürmek… çünkü tahmin ediyoruz… idam cezası verirler herhalde ona da filan diye… neyse sonunda dinletebildik lafımızı, Mahir’in oraya gelmesi konu olabildi… sonra tünel kazılması ortaklaştırıldı… işte birlikte kaçıldı filan, böyle oldu… Bu eylem içerisinde artık iki grubun eylem birliği yapmasından ve çok yakınlaştıklarından söz edilebilir, çünkü amaçları, yapmakta oldukları işler çok aynılaşmıştı artık… e orada da koordinasyon halinde devam edilmese en azından ayıp olurdu, bu da olmazdı…
HG- Peki Mahir Çayan’ların Kızıldere’de katledilmeleri sırasında siz cezaevindeydiniz…
MY- Kaçtıklarında da cezaevindeydik…
HG- Nasıl karşılandı bu kaçış?
MY Kaçtıklarına çok sevindik. Ve bir şeyden emindik… özellikle Deniz Cihan’ı çok yakından tanırdı, çok yakından… içtikleri su ayrı gitmezdi…
HG- Cihan Alptekin…
CİHAN NEFES ALDIĞI SÜRECE DENİZLER ASILMAZ, DENİZ’İN ASILMASI İÇİN CİHAN’IN ÖLMESİ GEREKİR
MY- Evet, Cihan Alptekin… Bizim için bir şey çok netti, Cihan nefes aldığı sürece Denizler asılamaz, Deniz’in asılması için Cihan’ın ölmesi gerekir, bundan çok net emindik. E beraber öldüklerini de biliyorduk… zor durumda olduklarını tahmin ediyorduk. İlk Kızıldere’ye doğru giden süreç, Ünye’de falan teknisyenler kaçırıldı… umudumuz çok kırıldı başlangıçta hiç ihtimal vermedik bırakılacaklarına dair… yani üç tane teknisyen karşılığında rehine değiş tokuşu olabilirmiş gibi gelmedi bize… ve biz içerideyken daha gerçekleşmeden arkadaşlarımızın sonunu beklemeye başladık.
Tabii sonra başta Deniz olmak üzere, işte Cihan’ın ölümünden… işte o dediğim yakınlıktan olmak üzere bütün arkadaşların infaz edilmeleri bizi çok etkiledi… epey bir umut bağlamıştık… ama Karadeniz’e gidip işte dediğim gibi Ünye, teknisyenler falan deyip böyle çıktıktan sonra bu umudumuz dağıldı. Öldürüldükten sonra da tabii ki çok üzüldük… ve bu üzüntümüzü katmerlendiren şey, içeride eli kolu bağlı olmakla bir şey yapamamak oluyor… bu iyice artırdı bizim üzüntümüzü… iyice…
SİNAN’IN VÜCUDU KALBUR GİBİYDİ… ÇOK SAYIDA KURŞUN İZİ VARDI
HG- Bu arada sorularımdan bir tanesi de sizin de içinde yer aldığınız, Nurhak’taki o çatışma anıyla ilgili… Sorularımın bir tanesi bu olacak… bunu takiben de sizden Denizlerin idam edildiği gece yaşadıklarınızı bize anlatmanızı isteyeceğim… Önce Nurhak’taki çatışmadan başlayalım dilerseniz…
MY- Denizler yakalandıktan sonra, Mahirlerin, Cihanların da onları kurtarmaktan başka bir şey yapılamaz diye önceliği Denizlerin kurtarılmasına vermeleri gibi, biz de aynı şeyi yaptık… Daha biz Kasım’dan beri dağdaydık, 6 aya varan bir süreç… mağaralarda işte, ağaç altlarında filan kalmaktaydık. Denizlerin yakalanmasının ardından ben son bir gözden geçirme yapmak üzere Ankara’ya geldim üstümü başımı değiştirip… Ankara’da Alpaslan’la ki oradaydı o, tüm gücümüzü biz kıra çekmemiştik ve örneğin Ankara’da ve İstanbul’da… henüz Cihan da daha yakalanmamıştı, Cihan’ın gruplarıyla Alp’e bağlı gruplarımız vardı Ankara’da… Alp’le oturup durumu gözden geçirdik ve onların zaten önceden başladıkları işi biz sürdürdük ve Ankara’da özellikle elçiliklere yönelik çok yapılabilecek bir eylem kalmadığını, işte 1 ay öncesiyle kıyaslanırsa müthiş bir koruma tertibatı olduğunu, bunların yenilendiğini, buralarda bir rehin alma gibi bir şeylerin hemen hemen imkansız olduğunugördük… Alp’le birlikte vardığımız karar beraberce geriye dönmekti, kıra dönmekti… bizim kafamızda, daha çok kesinleşmese de, Kürecik’teki radar üssü vardı… Alp’le birlikte döndük ve artık bu kararımızı uygulamaya koyduk. Birkaç aydır gittiğimiz yönün tersine dönmek çok uzun sürecekti ve değiştirdik… böyle bir yay çizerek, treni de kullanarak, Narlı’dan, Gölbaşı’ndan binip, onunla tekrar Malatya’ya dönmeyi öngördük… bunun için dağdaki büyük grubumuzu böldük ve bunun içinden 7 arkadaşımızı ayırdık. 7 kişi, diğerleri… nerede buluşacağımızı onlarla kararlaştırdıktan sonra yollarına devam edeceklerid, biz Kürecik radar üssünü basacak ve içindekilerle birlikte teslim alacaktık. Bulunduğumuz yerden ki işte bu Nurhak Sırıklı yaylası, oralardaydık… oradan Gölbaşı’ndan ovaya inmek bizim için yaklaşık 5 günü, gece yürüyüşleriyle tabii, bütün gündüz yürümüyoruz… 5 günü buldu. Sonra artık Gölbaşı ovasını gördüğümüzde gün ışımış, tan atmış, yırtılmıştı gök… ama biz gece köyün içinden geçmeyelim, Göksun’dan geçmeyelim diye çok deli akmakta olan, işte o daha kar sularının bitmediğinden dolayı çok deli akan Göksun ırmağını yüzerek geçmeye çalıştık ve Alp, Sinan, ben iyi yüzücüler olmamıza rağmen başaramadık… orada 2 – 3 saat kaybettik ve bitkinleştik de… sonra yapacak bir şey olmadığını görüp tekrar köprüden vurduk geçtik… Görünmek istemiyorduk ama bu bizim görünmemize neden oldu. Kaybettiğimiz zamanla dediğim gibi artık Gölbaşı ovasını gördüğümüzde tepeden, bir yere, ağaçlık bir yere sığınma şansı bulmaya uğraşırken bir çoban tarafından görüldük. Çobanı tutuklayıp tutuklamamayı tartışırtık… sonra adamı bıraktık… Çoban daha sonra bir yay çizmiş, köye dönüp haber veriyor… biz sonradan adının İnekli olduğunu öğrendiğimiz köyün üzerindeki yamaçta böyle bir sol tarafı dağa doğru uzanan bir meşelikle aynı zamanda da hemen düzlükte artık ekinlerin ekilmeye başlandığı bir yerde, ağaçların altında, daha kafamızı koyar koymaz taşa uyumaya başladık… biz daha, çok yorgunuz çünkü, Sinan’la Hacı arkadaşımız…
Malatyalı Hacı Tonak… Sinan nöbet tutmaya, ilk nöbeti o aldı… Hacı da önceden silahsız, kendi köyüne çok yakın bir yerde bu Kürecik radar üssü… onun altında büyük askeri otobüsler var o burunluydu o zaman… onlarla götürüp getirirlerdi, personel değiştirirlerdi… bunun saatlerini öğrenmek için biz önceden oraya yolladık, oraya gidecekti, çünkü biz aşağıdan otobüsün önünü kesip o otobüsün içindekilerle birlikte çıkacaktık yukarıya… planımız oydu… Ama daha Sinan’la Hacı bizden ayrılıp tepeye çıkarlarken ikimiz en fazla 5 – 6 dakika konuşmuşuzdur ne yapalım, ne edelim, son durumu gözden geçirelim diye… biz uykuya düşüp onlar yola revan olduklarında… yani 10 dakika olmamıştır… tepede çobanın muhtara söyleyip, muhtarın da çağırdığı askerlerle karşılaşıyorlar… biz ateş sesleriye uyandık hemen… şansımıza bölgedeki tek manyetolu telefonun olduğu köy de bu… şimdiki gibi her köyde cep telefonu, şu, bu yok… evlerde telefon da yok… yani bazı köylerde o da manyetolu telefonlar var, bu şansımız orada varmış… o nedenle çok hızlı geliyor asker… silah sesleriyle uyandığımızda biz Sinan’ın bize doğru yamaç aşağıya koşarak geldiğini gördük ve Alp’le birbirimize bakıp vedalaştık… yani çünkü artık o tepede tutulmadan Sinan’ı bize doğru koşar gördüğümüzde biz sonumuzu anlamıştık… Filistin’de ikimiz de iyi savaşa girip çıktık çünkü… sonuçta yapacak tek şey kaldı… hemen onu konuştuk Sinan geldiğinde… kendimizi ve birbirimiz koruyarak, 5 kişiyiz… birbirimizi koruyarak geriye çekileceğiz… herkes ateş ederken 1 kişi çömelir vaziyette arkaya gelecek, sonra işte onun dahil olduğu diğerleri ateş ederken en uçta kalan geri çekilecek, böylece geldiğimiz yöne tepelere doğru geri çekileceğiz ama biz bunu yapmaya çalışırken… bunun olamayacağı belliy di zaten de… olamayacağını pratikte gördük, askerler bizim solumuzda, o yükselen tepelerin ardından tabii herhalde koşarak arkamıza doğru gelmeye başladılar… önce sol yanımıza ateş etmeye başladılar, biz sadece karşıdan değil, soldan da ateş yemeye başladık, birkaç köylü, faşistlerin olduğu bir köymüş, bunların birkaçı sağdan ateş etmeye başladı, neyse bunlara biz ateş etmeye başladığımızda özellikle köylülerden gelen birkaç kişilik o kuru sıkı, susuyorlardı ama giderek biz bir süre sonra, 1,5 – 2 saate yakın bir süre devam etti çatışma, arkamızı da kuşatıp, arkamızdan da ateş yemeye başladığımızı farkettik… bu dumda artık birer birer vurulmaya başladık. Önce Kadir, ilk önce Alpaslan boynundan sıyırttı, böyle buradan, boynundan bir kan geliyordu… önemli değildi ama. İlk Kadir vuruldu, sonra Alpaslan, sonra ben. Bu arada ilk bizi çembere almaya çalışırlarken iki arkadaşımız bunun dışında kaldı, ellerinde bizim Kürecik radar üssüne vardığımızda içerisine döşeyeceğimiz dinamit kalıpları vardı, yaklaşık 30 kiloluk bir çuval böyle… o biraz ağır geldi, bizden o nedenle koptular, silahları tutukluk yapmış sonra öğrendiğimiz, ellerinde hafif makinalılar vardı… işte ikisi de çift mermi sürmüş, şeye… namluya.
Bunlarla uğraşırken, kendi dertlerindeyken biz çembere alınmışız, onlar dışarıda kalmışlar… görmemişler onları. Sonra onlar 1 hafta kadar sonra Engizekler civarında yakalandılar, diğer grupla buluşacaklar, gidecekleri yere giderken… Alpaslan’dan sonra ben vuruldum. Kasığımdan, ciddi bir şeydi ve yani vurulduğum anda tüfeğim 6 – 7 metre ileriye, ben öteye düştüm. En son Sinan vuruldu, ben yerde yatarken ve benim üstüme ateş edilirken, Sinan’ın muhtemelen parmağı takılı kalmış olmalı, otomatiğe bağlanmış bir kaleşi vardı ve son bir tarama sesi geldi, şarjöründe mermi kalmadı ya da parmağı tetikten kurtuldu.. Bitti. Bizim taraftan ses kesildi. Benim üzerime ateş etmeyi sürdürdüler, ses bizden kesilmesine rağmen ve “gel”, işte “teslim ol” bilmem ne diye bağırıldığını duydum ama istesem bile kalkıp gidecek durumum yoktu ama karavana attılar hep kör nişancılar olmalılar, sonra bir de kolumdan vuruldum, artık o sırada mı oldu, yoksa o çatışma içerisinde mi, o sırada duymadım,,, yani kemiğe filan gelmemiş, delmiş, geçmiş. Farketmedim hiç, ne zaman olduğunu da bilmiyorum. Epey bir süre daha ateş ettikten sonra şurama boynumun yanına, işte şuraya kolumun altına… böyle 80 – 100 tane attılar yani. Az değildi… zaten sonra Gölbaşı sağlık ocağında beni teşhis için beni arkadaşlarımın bedenleri soyulu cesetlerine götürdüler. Onlara benden daha fazla anlaşılan ateş etmişler ve sonra gelip taramışlar da anlaşılan ki tutturmuşlar onları, her birinin vücudu delik deşikti. Yani küçük küçük delikler görüyorsunuz çıkışları muhtemelen büyüktür, sırtlarını görmedim… ama Sinan’ınki hele kalbur gibiydi, çok sayıda kurşun izi vardı. Çatışma böyle bitti…
DENİZLER ASILIRKEN CHP’DE BİR YÖNETİM DEĞİŞİKLİĞİ OLDU… ECEVİT İDAMLARI ÖNLEMEK İÇİN HERHANGİ BİR GİRİŞİMDE BULUNMADI…
HG- Peki, Deniz, Yusuf, Hüseyin idam edildiklerinde siz cezaevindeydiniz, nasıl oldu, o geceyi, götürülüşlerini ve idamlarını, ardından o sabah, ilk sabah yaşadıklarınızı bize anlatabilir misiniz…
MY- İdamlarını görmedim tabii, onu daha sonra Halit Ağabeyden, Halit Çelenk’ten dinledim defalarca. Çünkü Mamak’tan alıp onları Ankara Merkez Cezaevi’ne orada infaz ettiler. Son 1 hafta, 10 gündür bizden ayrılmışlardı. En son bir açlık grevi vardı yaptıkları. Açlık grevlerini, özellikle avukatlarından gelen talep üzerine bırakmak üzere bize koşul sürmüşlerdi beraber son defa görmek istediklerini, kucaklaşmak istediklerini o gün gördük, kucaklaştık. Sonra ayrı, bizim kaldığımız Mamak’taki ön hücreler tabir edilirdi, onun arkasındaki arka hücrelerde tutuldular, aralarında boşluk olmak üzere, hücrelere konmuşlardı. Mahkemenin verdiği kararlar kesinleşti Yargıtay tarafından ve sonra en son avukatlarımız bizim mahkeme talep ettiler, başsavcının talebini gerektiriyordu bu, ama bu olmadı… şeyden, cumhurbaşkanından Cevdet Sunay’dı o zaman, onay da çıktı. Bu arada bir ilk, İsmet İnönü’nün ve CHP’nin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi durdurdu yürütmeyi. İkinci kez, şimdi artık ikinci şeyleri anlatayım ben… bu tabii uzadı birkaç gün… Ama ikincisinde, artık CHP içinden de imza toplanmadı ve onlar da artık müstehak mı dediler bilmiyorum ne dediler, Ecevit tarafından çok fazla bir üstlenme olmadı, girişimde bulunulmadı… İsmet İnönü ve Kamil Kırıkoğlu vardı onun yanında, onlar iyi bir destek vermişlerdi. Yanılmıyorsam, 6 Mayıs ya da 7 Mayıs Ecevit’in İnönü’yü yendiği kurultay da oldu o sıralara tam denk geldi böyle yani bizimkiler, Denizler asılırken CHP’de de bir yönetim değişikliği oldu. Yanılmıyorsam denk düştü…
HG- O dönemlerde evet…
DENİZ’İN SESİNİ BÜTÜN HÜCRELER DUYDU… “HAYDİ EYVALLAH ARKADAŞLAR”…
MY Evet aynı tarihlerde muhtemelen… Ecevit biraz yönetim değişikliğiyle meşgul olsa gerek ki, bir daha başvuru olmadı. En son artık biz, bugün, yarın diye bekliyorduk, çünkü cumhurbaşkanından onay çıkmıştı ve hemen hemen kesindi ki o gece sabaha karşı idam edileceklerdi. Başka hukuk yolu kalmamıştı, meclisten çıktı işte en son cumhurbaşkanının da onayladığı ilan edildi. Nitekim öyle oldu. Bizim arada tek duvar olan arkamızdaki yerden bütün sesler gelirdi, bizimkiler de oraya giderdi. Saat 12 civarında arkamızdaki hücrelerin dış kapısı, koridor kapısı… kocaman böyle, kapıya pencerelerinden filan, bir yerlerinden böyle bağlı demirler, zincirler… o zincirlerde asma kilit vardı, zinciri çekerken şaarrttt diye böyle zincirin pencerelere, bağlı olduğu tutamaklara sürterken çıkardığı ses var, bunu hep biliriz, karavana geldiğinde falan hep bu sesi günde birkaç kez duyardık… şimdi gece yarısı, saat 12 civarı bu sesi duyduk, hemen anladık tabii almaya geldiklerini… sonra aynı zincir sesleri kapılarında da var, koğuş, hücre kapılarında… üç tane zincir sesi daha duyduk, aralıklarla böyle o kapıları da açtılar. Sonra anlayamadığımız böyle sessizlik anları… sonra yine zincir sesleri daha duyduk, bir mana veremedik, meğer ayaklarına pranga vurmuşlar, zincirlerle bağlı, öyle yürütüp götürmüşler. Sonra Halit Ağabey’den öğrendik. Çelenk’ten… Benim bir arkadaşla birlikte kaldığım, ikişerli kalıyorduk hücrelerde, hücre koridorun kapısına, bizim koridorun kapısına, dış kapıya yani oldukça yakındı ve Deniz’in sesini çok rahat duydum ben ama tabii bütün hücreler duydu… “HAYDİ EYVALLAH ARKADAŞLAR “ diye… sonra böyle işte o zincir sürüklenmelerinden gelen, o an çok anlamlandıramadığımız sesleri duyduk ve bir süre sonra işte dış… en dış kapının ama, açılış kapanış sesini duyduk ve bildik, anladık ki götürdüler… Hiç birimizde ses yoktu.
GİTTİK, TOPU ALDIK, İKİ TAKIMA AYRILDIK HEMEN VE VOLEYBOL OYNAMAYA BAŞLADIK… PENCEREDEN BİZİ SEYREDEN SUBAY VE GENERALLER DE SİKTİR OLUP GİTTİLER
Sonra saat 5’mi, 6’mı… 6 gibiydi galiba, bütün cezaevinde iç hoparlör sistemi vardı her tarafa, bütün koğuşlara, hücrelere bağlanmış… oradan sabah haberlerini genellikle açarlardı, izlerdik, o sabah da açtılar ve oradan arkadaşlarımızın nasıl idam edildiklerini bize duyurdular. Böyle bildik, böyle öğrendik. Seslerden anladık, Sonra sabah geldiler, bir şey olmamış gibi bizim hücrelerimizdeki zincirleri çözdüler, her sabah açarlardı kapıları, yanılmıyorsam 8’de havalandırma kapısını da açarlardı gece kapanan havalandırma kapısını, biz havalandırmaya çıkardık. Onu da açtılar. Çıktık. Gördüğümüz manzara ibretlikti. Bizim hemen çıktığımız havalandırmanın bizim hücreler tarafına değil de, hemen onun karşısındaki tarafa bakan, tel örgülerle örülmüş pencerede çok sayıda subay, böyle omuzu kalabalık, bir sürü… yani tellerden de çok görünmüyordu, biz de dikkatli bakmadık ama böyle generaller, şunlar, bunlar… bizim nasıl yıkılacağımızı, nasıl ağlayıp sızlayacağımızı izlemeye gelmişlerdi. Bunu gördüğümüzde, bendim herhalde, zaman zaman biz, bir ağ geriliydi, yerde de topumuz vardı, voleybol oynardık. Ağ vardı işte… Gittik topu aldık, iki takıma ayrıldık hemen ve voleybol oynamaya başladık. Onlar da siktir olup gittiler.
15 SENE CEZAVİNDE KALDIM…
HG- Siz ne kadar cezaevinde kaldınız daha sonra?
MY- O girişimde 8 sene kaldım, müebbet hapse çarptırılmıştık çünkü. Sonra bir ara verdik, çıktık. 12 Eylül’ün ardından bir daha alındık. Toplam 15 sene cezaevinde kaldım…
HG- Peki sevgili Mustafa Yalçıner, programımıza katılmayı kabul ettiniz, Kanalımız adına size çok teşekkür ediyoruz. Çok sağ olun…
MY- Ben de sizlere teşekkür ediyorum. İyi yayınlar diliyorum…
MUSTAFA YALÇINER KİMDİR
Mustafa Yalçıner 1950 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra, aynı liseden arkadaşı olan ve Nurhak’ta jandarmalar tarafından öldürülen Alpaslan Özdoğan’la birlikte ODTÜ’ye girdi. Kısa bir süre içerisinde de ODTÜ’deki devrimci unsurlarla tanışarak Dev-Genç'e katıldı ve bir süre de Ankara'da Türkiye İşçi Partisi'nin içinde çalıştı. Hüseyin İnan’la tanıştıktan sonra, 68 Devrimci Gençlik Hareketi'nin aktif bir eylemcisi olma noktasına geldi.
Amerikan 6. Filosu'nun askerlerini denize dökenlerden biridir. Gençliğin üniversitede neden boykot ve işgal yaptığını anlatmak üzere fabrikalara ve köylere giden gençlik gruplarının içerisinde yer aldı. O dönem Filistin'de bulunan gerilla kamplarındaki eğitimlere katıldı. 1970 yazında, Amerika tarafından haşhaş ekiminin yasaklanmasına karşı yapılan 'Haşhaş Mitingi' için, Malatya'nın neredeyse bütün köylerini karış karış dolaştı. Bu dönem aynı zamanda, Türkiye’nin koşulları gereği, gençlerin yolunu yavaş yavaş dağa doğru sürdüğü bir dönemdi.Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) adıyla örgütlenen ve bu isim altında bir dizi eylemler gerçekleştiren ve aralarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Cihan Alptekin gibi çok tanıdık gençlerin de bulunduğu yapının içerisinde yer aldı. Bu yapının kırsaldaki mücadelesi gereği, Malatya bölgesine giden grupta yer alan Yalçıner, 31 Mayıs 1971 günü Nurhak dağlarında jandarmanın kurduğu pusu sonucunda ağır yaralı olarak yakalandı. O çatışmada, Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan jandarmalar tarafından öldürüldü. 8 yıl cezaevinde yatan Mustafa Yalçıner, cezaevinden çıktıktan sonra bu defa da 12 Eylül darbesiyle birlikte TDKP üyesi olmak suçundan dolayı tekrar cezaevine girdi.
Toplam 15 yıl cezaevinde kalan Yalçıner, 1995'te kurulan Emek Partisi'nin merkez yöneticiliği görevinde bulundu. Ancak parti, programındaki Kürt sorununun çözümüne ilişkin madde nedeniyle kapatılınca bu defa da, 1996'da kurulan Emeğin Partisi'nin genel başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Çeşitli gazete ve dergilerde yazarlık yaptı. Hayatın bütün bu yoğun akışı içerisinde ancak 45 yaşında evlenmeye fırsat buldu ve bu evliliğinden bir kızı dünyaya geldi. 2002 yılında DEHAP'ın çatısı altında kurulan Emek, Barış, Özgürlük Bloku'nun Malatya birinci sıra milletvekili adayı da olan Mustafa Yalçıner, şimdi Evrensel gazetesi köşe yazarıdır.
(HAYRİ GÜNEL - 13 HAZİRAN 2013, HAYAT TELEVİZYONU - İSTANBUL)