Türkiye siyaseti kemalizmin altından kalkamıyor. Kemalizmle başa da çıkılamıyor.

Sol içerisinde ideolojik etkisi asla küçümsenmemesi gereken sol-liberalizm hâlâ kemalizmle hesaplaşmaya uğraşıyor. Solun bütünü hâlâ kemalizmden kopamamakla eleştiriliyor. Devrimci demokrasinin bir kesimi, sanki kemalizmin peşinde koşturan kendi öz ataları değilmişcesine solun diğer kesimlerine herhangi bir konuda fatura çıkartmak gerektiğinde kemalizmin izlerini arıyor.

Bu arada, sola anti-kemalizm pompalayan sol-liberaller devrimci siyasette denizi ne zaman tüketseler, sosyal-demokratlaşırlar ve kemalizmin en sıkı mirasçıları sayılan partilere uzman kadro ya da köşe yazarı sıfatıyla danışmanlığa atanırlar.

Hoş, bugün anti-kemalist solcu eskilerinin burjuva siyasetinde bir türlü gözardı edemedikleri CHP’nin, 1990’ların başındaki yeniden parlayışı sırasında Baykal’ın Cem Boyner’i ya da Turgut Özal’ı aratacak ölçüde liberal ve Amerikancı bir çıkış yaptığı, Ecevit’in DSP kuruluşunda ademi merkeziyetçilik şampiyonluğu yaptığı hatırlanırsa, bu durumu fazla yadırgamamak gerekecektir.

Solda kemalizme, galiba mümkün olan her şey yakıştırılmıştır. Sınıf karakterine, tarihsel fonksiyonlarına, kemalist ideolojinin tanımlayıcı nitelemelerine kadar her boyutta… Kimi zaman işi ifrada kaçıranlar kemalizme faşist deyip kurtuldular. Kimileri tabloyu inceltti ve Cumhuriyetin kuruluş döneminde net sınıf analizleri yapılmasının önünde sosyolojik engellere çarptıklarında jakobenizme ya da bonapartizme başvurup, deklase iktidar biçimleri tanımladılar. Yorumcusuna göre ilerici ya da gerici yanına ağırlık verilen, küçük burjuva diktatörlüğü/devrimciliği, bürokratik diktatörlük vb. tezler ortaya çıktı.

Marksizm burjuvazinin ilerici olduğu evrelerden, devrimci rol gördüğü bir tarih diliminden söz ediyordu. Belki Türkiye tarihinde teorinin kurtuluşu da buradaydı. Ama davulun sesi ancak uzaktan hoş gelir! Komünistleri katleden, Anadolu solculuğunu kanla boğan bir rejim aynı zamanda Sovyet devrimiyle dosttu. Kapitalizmi seçmişti, toplumu ileriye taşıyordu, ama Kürt katliamlarına imza atıyordu. Üstelik son dönemde yükselen devrimci Kürt hareketi, solun kemalist dönemdeki Kürt ayaklanmalarına “feodal, gerici ve emperyalist destekli” deyip meseleyi çözmesini de iyice zora koşuyordu. Devrimci Kürt hareketi bu ayaklanmalarda kendi ulusal direniş tarihini görüyor ve Türk soluna aynı gözlüğü dayatıyordu… Öte yandan bu ilerici burjuva devrimi bir yandan da esas düşman bellemesi gerekenlerle, feodal yapıyla işbirliği içindeydi. Burjuva devriminin bir sıfatı “demokratik” olmalıydı. Oysa kemalizm düpedüz tepeden inmeciydi…

Belki yukarıda gelişigüzel yapılan hatırlatmaların her biri bugün yaşamıyor, ama solda kemalizm hakkındaki rivayetler hâlâ muhtelif. Oysa marksizm, yaş olarak da, analitik üretkenliği ile de kemalizmden daha avantajlı sayılmalıdır. Açıkçası bunca yıldır meselenin altından kalkılamamasında bir “keramet” olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Bana kalırsa kerametin bir kısmı kemalizmin her niyete yenebilme özelliğinden, bir kısmı da solun tarihi boyunca teori, perspektif, ilkeler denildiğinde sınıfta kalmasındandır. Bunlar ve aşağıda geleceğim başka nedenlerle, baştan söyleyeyim, solun bu olguyu kavrama çabalarının bir tekleşme ile ürün vermesini muhtemel görmüyorum. Türkiye solu, kanımca kemalizm konusunda dün ve bugün anlaşamadığı gibi yarın da anlaşamayacaktır.

Bu durumun kendisi, kemalizmin solda bile değişik niyetlere kendisini yedirtebildiğini gösterir. Bu anlamda kemalizmin başarısını teslim etmeliyiz. Kemalizm tanımdan kaçıştır. Kemalizm tanım ve çerçeve kıstaslarından bakıldığında bir ideoloji olmanın çok uzağındadır. Dahası kemalizm, tanım çabasına angaje olan kemalistleri hep kusmuştur. Solda kemalizmin farklı biçimlerde kavranmasının kaçınılmaz bir yanı mutlaka var… Ancak bu kadarla kalmıyor ve “kemalizmi yorumlamak”, ister bu akıma sempati ister düşmanlık yanı ağır bassın, bir siyasal tavır alışın hammaddesi olarak anlam kazanıyor. Kemalizm, kurucusu olduğu düzene karşı mücadele edenlerin kendi kimliklerini tanımlamalarında kritik bir faktör olarak devreye giriyor.

Sonuçta ne kastettiğimi açık biçimde ifade edeyim: Kemalizmin tanımlanması ya da kemalizmle hesaplaşma, ancak “bir yere kadar” teorik bir iştir. Sonrası siyasettir. İki anlamda: Birincisi, kemalizm bugün sınıf mücadelesinin içindeki tarafların uzağında kalmış, tarih olmuş, dolayısıyla soğuk bir analiz nesnesine dönüşmüş değildir. Üstelik binbir kılığa bürünerek hayatını sürdürmekte, yukarıdaki gibi abartarak söyleyeyim, neredeyse solu bile klasifiye edebilmektedir. Etkinliği geleceğe de uzanan bir olgunun analizini masa başında bitirebileceğimizi düşünmüyorum.

İkincisi ise şu: Bir ideolojinin ya da siyasal akımın yenilgisinden söz edilebilir. Oysa tanımdan kaçan, köşeli bir ideoloji veya siyaset olmamakta direnen kemalizmi nasıl yenersiniz? Olsa olsa aşarsınız. Bu çalışmanın iddiası kemalizmin sosyalist devrimimizle aşılmasıdır. Yeni bir düzlemde, sınıf mücadelesinin aktörlerinin, ne yandaş ne de düşman olmak için kemalizm referansına ihtiyaç duymayacaklarını öngörebiliriz.

Başka aşma iddiaları da vardır.

Kemalizm, Türkiye’de sonuç itibariyle bir zayıf halka kapitalizminin kuruluşuna imza atmıştır. Dünya kapitalizm ailesinin eşit üyesi, belki küçük Amerika, belki Avrupa Birliği üyesi, belki köşe dönmüş Türkiye de kemalizmi aşmış olacaktı… Bu proje, sanılmasın yalnızca liberallere, tarihten bugüne, Bayar’a, Menderes’e, Özal’a, Boyner’e ait oldu! Hayır, “muasır medeniyetler seviyesi” aynı hülyanın başka bir adıdır ve en has ve açık kemalistlerin de dileği budur. Tam da bu yüzden Türkiye’nin, yetmiş yılı aşkın süredir kan uyuşmazlığı çeken kemalist ve liberal cenahları sınıf kardeşidir…

Türkiye solunun kemalizmi anlama ve hesaplaşma çabalarından arkaik bir kemalist kimlikle çıkanlar olmuştur, uçuk bir anti-kemalizmle başbaşa kalanlar da. Bir o yana bir bu yana giden kararsızlar, ya da meseleyi yerli yerine oturtan sosyalistler de vardır… Tartışması bitmedi ve bitmez ama solun kemalizmle hesaplaşmasına ilişkin bir tarihsel momentin olduğunu düşünüyorum. Bu moment 1970’lerin başlarıdır. 12 Mart 1971 kemalizmin geniş ve karmakarışık ajandasına yazılabilecek son şeyleri de yazdı…

Bu yazı 1998 Türkiyesi’nde bir “tavır alış” vesilesiyle yazılıyor. Tutarlı ve net bir tavrın bugün kendisini yeniden üretmesine, bu üretimi yanlış bulanlar tarafından ise anlaşılmasına katkı amacıyla.

Restorasyon ve kemalist Rönesans

Tavır alış güncel ve acil. Restorasyon sandığın kapağını açtı ve kemalizm saflarında, adına rönesans koymaya itiraz edilecekse, en azından bir kaynama ve harmanlanma süreci başladı. Sayısız -daha doğrusu her yeni hafta bir yeni yayının başlaması muhtemel olduğundan sayı vermek yanıltıcı olabileceği için “sayısız”-kemalizm versiyonu ortalığı kaplamış durumda. Türkçülerden 1 , Deniz Gezmişçisine, söze “başta işçi sınıfı olmak üzere” diye başlayanından Kıvılcımlı’nın makalelerine sürekli yer veren sosyalizan kemalistlere 2 , 1930’ların arkaik devletçilerinden, 27 Mayısçılara kadar… Şu anda bu parçalı dalgaların restorasyon zemininde ve Asker Partisi’nin politik öncülüğündeki bir platformda birleştikleri görülüyor.

Kemalizmin üç tarihi düşmanı, dinci gericilik, Kürt hareketi ve komünizmden herhangi biri ile arasında ortak paydalar yaratılması istisnaidir; kemalist platformun sınır çizgilerini bu düşmanlıklar çizer. Ancak dönemsel olarak kemalizmin düşmanlık vurgusunun üç düşmana eşit dağılmaması olağandır. Bunun yanısıra bir de uzlaşma eğiliminin uç vermesi de kaçınılmazdır. Türkiye’nin yakın geçmişinde, bugün yaşanan “rönesansın” öncesinde uzlaşmacılık yüzü geriye dönüktü. 12 Eylül’ün toptan gericileştirdiği bir zemin üzerinde ve liberalizmin dünya ölçeğinde kuşatması altında başka türlüsü de düşünülemezdi. Kürt hareketinin fazla tehditkar, solun ise fazlasıyla etkisiz olduğu koşullarda ve hepsinden önemlisi, kemalizme özel bir misyon kalmadığı bir ortamda Toktamış Ateş, Abdurrahman Dilipak ile Kanal 6 ekranlarında buluşabiliyordu. Adeta kemalizm oldukça geri bir mevzide direniyordu: Türkiye’ye gericilikle “diyalog” gerekiyorsa onu da biz yaparız… 3

Bugünkü süreç öncelikle geriye bakan pencerenin kapanmasıdır. Kemalist platformdaki hareketlilik yüzünü esas olarak sola açmıştır.

İtiraz ya da tereddütler yükselirken… bu “sola açıklığı” netleştirmem gerekiyor.

Söz konusu açıklığın anti-komünizm ve anti-kürt çizgilerle çekilecek sınırları olduğu kesindir. Ancak kemalizm türevlerinden sola en yakın duranlar başta olmak üzere, ama genel olarak ortaya çıkmakta olan bütünlüğün, kendisini esasen anti-komünizmle tanımlaması söz konusu olmayacaktır. Restorasyon kemalizmi, komünizm karşıtlığını ısrarlı ve öne çıkan bir özelliği olarak sunmayacaktır. Bir siyasal ve ideolojik yoğunluğun, komünist olmadığının herkes tarafından ve ayan beyan bilinmesi ile anti-komünist kimlik edinmesi farklı şeylerdir…

Kemalizmin Kürt karşıtlığı ise yakın dönem kontr-gerilla faşiştlerininkinden kendisini ayırt etmek durumundadır. Gerisi politik gelişmelere endekslidir. Elbette kemalizmin hiçbir türünün “vatanın bölünmezliği” tabusunun etrafından dolanma olanağı yok…

Türkiye’de siyaset geleneği ideolojik geleneklere her zaman baskın olmuştur ve ideolojik akıntıların sınırını politik kurumsallıklar çizer. Harmanlanma ve kaynamanın yaşandığı platformun politik öncüsü Asker Partisi’dir ve bir düzen kurumunun tanımlı anti-komünizmi ve tanımlı kürt-karşıtlığı, platformun temel ekseni açısından da sınırlar için de belirleyicidir.

Sürecin yüzünü sola döndüren asli gerekçe, esas kimlik özelliğinin kemalizmin üç geleneksel düşmanından yukarıdaki ikisine değil dinci gericiliğe karşı tanımlanmış olması. Düşmanlar listesine, şeriatçıların uzlaşma kanalı olarak liberalizm ve safdil demokratizm de alınıyor. 4 .

Bir rönesans eğilimi, kemalizmin belirgin yanı olarak ulusal kurtuluşçuluğu refere etmeye mecburdur ve bu yanıyla anti-emperyalizmin altı çizilmektedir. Restorasyon polis partisi ve faşist yapılanmanın tasfiyesini ya da kovuklarına tıkılmasını hedeflediği ölçüde, güncelleşen bir damar da anti-faşizm olmak durumundadır… Burada sözü edilen kimlik özelliklerinin tümü için genel bir belirlemeyi hatırlatmakta yarar var. Kapitalizm çağında tutarlı bir anti-emperyalizm içten bir anti-faşizm ve kimsenin kuşkusu olmasın çekincesiz ve ilkeli bir gericilik karşıtlığı burjuva düzeninin herhangi bir kanadının ya da kurumunun işi olamaz. Anti-faşist, anti-emperyalist, anti-şeriatçı ve genel bir ilerleme sempatizanlığı kemalizmin birincil, yapısal özellikleri olamayacaktır. Solda bu konjonktürel karakter özelliklerini abartan eğilimler de göze çarpıyor.

Restorasyonun önderliğinin Asker Partisi’nde olduğu biliniyor. Parti sözcüğüne dikkat çekmek isterim. Parti bir “komuta” değildir. “Bu” parti, alabilidiğine merkeziyetçi olabilir, yapılanması mutlak  bir hiyerarşi ve disipline tabi olabilir. Ama parti denilen siyasal organizmanın kendi toplumsallığı vardır ve yalnızca örgüt kuralları değil siyasetin yasaları da iş başındadır.

Rönesans kapsamındaki öğelerin kemalist platformun üyelerine eşit dağılmasının mümkün olmadığı başta söylenmiş oldu. Bu dağılımın “öncü partinin” karar mekanizmalarını birebir yansıtması, önderliğin organizmanın bütününe mutlak uyum biçiminde yayılması beklenmemelidir. Kısacası bu tabloda bilimsel genellemelerin ak ve kara renkleri sürecin zenginliğini yansıtmakta yetersiz kalır.

Sola açıklık meselesini kapatıyorum; yukarıda kemalizmin gericileşen ideolojik atmosferde üç düşmanından biriyle diyalog kanalı açmaktan geri durmadığını hatırlatmış ve örneklemiştim. Bu örnek kemalizmi kemalizm olmaktan çıkarmadı. Şimdi yine kemalist platformun birkaç kolunun sosyalizm ve daha küçük bir olasılıkla da olsa Kürtlükle alışverişe yönelmesi mümkündür ve bu durum yine kemalizmi kemalist olmaktan çıkartmayacaktır.

Restorasyonun yol verdiği rönesans ya da hareketlenme, temellerini bir önceki gericilik döneminin kazandığı boyutlarda buluyor. Gericiliğin ulaştığı derinlik, kapitalizmin gerek iç gelişkinliğinin gerekse global yönelimlerinin işaret ettiği yapıdan Türkiye’yi uzaklaştıracak ölçülerdedir. Açıkçası Türkiye söz konusu olduğunda şeriatçılığın ve faşizmin düpedüz damga vurduğu bir yapılanma, ancak işçi sınıfının sosyalist alternatifi kapıyı zorladığı an kabul edilebilir bir seçenek olabilirdi. Ancak 90’ların gericiliği bu bataklıkta düzeltme yapabilme imkanlarını burjuva siyasetinin elinden aldı ve bütün siyasal partiler Türkiye’nin “çağdaş kapitalizmine ihanet”in eşiğine geldi. Ordunun yaşadığı süreç bu gidişatı düzenin bekası adına durdurabilmek amacıyla bir yeniden yapılanmadır. Ordu bu anlamda kemalizme geri dönüyor. Nasıl kemalizm, derin bir iktidar boşluğunu, ülkeyi batı kapitalizmine benzetmeyi önüne koyan bir ulusal kurtuluşçuluk ile doldurmuş ise, ordu da bugünkü tıkanıklıkların karşısında “iş başa düştü” sorumluluğunu edindi ve partileşti. İdeolojisizliğin ve boşluk doldurma ustalığının akımı olarak kemalizm bir rönesansı zorlamakta ve bu koşullarda 27 Mayıs sürecinin rolleri güncelleştirmektedir.

Kemalizmin köşe taşları

27 Mayıs çağrışımlarına daha yakından bakmadan önce, bilinen ama aşağıda arkası gelecek yaklaşımları temellendirmek açısından hatırlatılması gereken noktalar var.

Bir; Kemalizm bir ideoloji bütünlüğüne sahip değildir. Aynı anlama gelmek üzere kemalizm amorf ve siyaseten gerek duyduğu her yere nüfuz edebilme yeteneğinde olmuştur. Burada bir iç dizgeye sahip olamamaktan bahsetmekle yetinemeyiz. Kemalizm iç dizge arayışlarını merkezi olarak sabote etmiş ya da dıştalamıştır. Bu eğilimde doktriner yapı inşa etmekteki yetersizlik ile katı bir yapılaşmanın Türkiye burjuva devrimi zemininde fonksiyon göremeyeceği yönünde siyasal ve çok yerinde bir saptamayı da ihmal etmemeliyiz.

Kemalizmin tarihsel mekanı, gelişmemiş bir burjuva sınıfı, gecikmiş kapitalizm, yamalı aydınlanma girişimleri, felsefi gelenek kısırlığı, emperyalist yapının ve işbölümünün yerel ve özerk bir kapitalizmi konjonktür açısından teşvik etmemesi vb. etkenlerle kuşatılmıştır. Osmanlı sarayından salgılanan modernleşme denemelerine, askeri sanayi girişimlerine, 19. yüzyılın ikinci yarısında demiryollarıyla başlayan uluslararası entegrasyon sürecine, belirli bir mali sermaye birikimine, devrimin kapitalist yönelimi konusunda zihinleri açık ilk burjuva devrimcilerinin deneyim birikimine, 1908 sonrasındaki Milli İktisat dönemine rağmen… Yani zaaf kuşatmasını kırmaya uğraşan bir dizi karşı-eğilime rağmen… Bu alt yapının üzerinde burjuva devriminin sağlam örülmüş bir iç dizgeye sahip olmaması olağan karşılanmalıdır.

Türk burjuva devrimi ve önderlikleri bu açıkları siyaset yetenekleriyle kapattılar. Siyaset yeteneği ise gökten düşen bir elma ya da orijinal bir icat değil, merkezi ve güçlü devlet geleneğinin edinilmesi zor olmayan dersidir. Hele insanlık, bir önceki yüzelli yıllık tarihini önce burjuva, ardından proleter karakterli devrimlerle dopdolu yaşamışsa, devlet geleneği ve siyaset melekeleri gerçek bir ders haline gelir… Ekim Devrimi’nin, başka etkileri bir yana, bu başlıktaki mesajı önderliğin çok şeye kadir olduğu yönünde olmuştur.

Öte yandan siyasal gelişkinlik ittifaklar konusunda marjların geniş tutulmasını da mümkün kılar. Kemalizm, Yalçın Küçük’ün deyimiyle ” tercüme odalarında” doğan Türkiye aydınlarının, batılı konsolosluklarla içli dışlı modernleşmeciliğin mirasını, Kurtuluş Savaşı sürerken Fransız ve İngiliz hükümetleriyle “yapıcı” bağlantı kurabilen, aşiret altyapısıyla, tarikat sosyalliğiyle ittifaka gidebilen, solla paslaşabilen, Kürt kimliğiyle kol kola girebilen bir pragmatizm olarak çağına taşıdı.

Pratiğinin bu parçalı ve çelişkili ögeleri, çoğu yorumcunun başını döndürüyor. Öyle ki, kemalizmin anti-emperyalistliğinin pek tartışmalı olduğu açıktır. Kemalizmin aydınlanmacılıkta iddialı bir kimliğe imza atmasını zorlaştıran bir pratiği vardır… Ama iki vurguda ısrarlı olmamak için bunlar yeterli gerekçe oluşturmuyor:

Bir;

“… en genel anlamda, Kemalizm’i bir ulusal kurtuluşçuluk ideolojisi olarak tanımlamak mümkün”dür 5 . [Metin ÇULHAOĞLU]

İki; Cumhuriyet, Türkiye’de burjuva devrim sürecinde kopuş momentidir:

“Sol liberallere göre, cumhuriyeti kuran Kemalist bürokrasi aslında Tanzimat’tan bu yana ‘devleti kurtarma’nın çaresini arayan Osmanlı bürokrasisinin son temsilcisidir. Oysa, Osmanlı döneminin ‘modernleşme’ çabaları ile cumhuriyetin ‘yenilenme’ girişiminin, aradaki ortak yanlarına rağmen, çok önemli farkları vardır. En önemlisi de, kendisine ‘devleti kurtarma’ amacı atfedilen Kemalist bürokrasinin kurtarmayı amaçladığı söylenen devleti tahrip etmiş olmasıdır…

“Kemalist bürokrasi Tanzimat geleneğinin doğrudan mirasçısı değildir” 6 [Sungur SAVRAN]

Hiçbir mantıksal çelişki, kemalizmin ulusal kurtuluşçu bir akım olmasının ve onun zaferinin de burjuva egemenliğinin önünü açan dönemeç olduğunun üzerini karartamaz. Kemalist serüvenin emperyalizm uzlaşmacılığıyla son bulması, kapitalizmin bir dünya sistemi olmasının doğal sonucudur. Dünya kapitalizminde emperyalist hegemonya zincirinin tepesini tutmayan her ulusal birim uzlaşmacı olmaya mahkumdur. Aynı şekilde, gecikmiş ve radikalliği gölgeli bir burjuva devriminin kendi öncesindeki devlet aygıtını yerle bir etmemesi, devrim tahribatında “taammüden” payının düşük olması da doğaldır…

Dolayısıyla ikinci temel hatırlatma kemalist devrimde pragmatizm ve el yordamıyla arayış unsurlarına ilişkin olacak. Kemalizmin öncüllerinden miras aldığı çok özelliği var:

“İttihat ve Terakki Cemiyeti, her başarılmış hareketin amacına ulaştıktan sonra karşılaştığı sorunla, değişen duruma nasıl ayak uydurulacağı sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Aslında, dağılmaları gerekirdi. Ancak, dağılmaları siyaset hayatında bir boşluk yaratacaktı ve bu boşluk ya eski rejimin yeniden iktidara geçmesiyle doldurulacak ya da tam bir kargaşalığa yol açacaktı” 7 [Feroz AHMAD]

Kemalizmin en yakın atası, “atası” ne kelime, kemalist kadroların siyasal formasyon edindikleri yatak olarak, İttihat Terakki hareketinin dağılmamasının nedeni niteliğinden değil çaresizliğindendir. İttihatçılar da bir ideolojik ve doktriner bütünlüğe sahip olmanın gücüyle değil, siyasal sorumluluk duygusuyla, “tâtonnement” yöntemine, el yordamına dayalı arayışlar içinde oldular. Kemalizm, aslında İttihatçı arayışa tarihsel bir yanıttır. Ancak bu yanıt da gücünü doktriner bütünlükten değil, tersine, bu yöndeki zorlamalardan bütünüyle vazgeçmesinden almaktadır.

İdeoloji arayışı elbette olacaktı. Ama arayışların belirli bir bütünlük halini alması, siyasetin elini kolunu bağlayan bir katılaşma anlamına geleceği ölçüde de kusulacaktı. Kemalizmin yamalı bohça da denilen amorf yapısı, bu anlamda aynı zamanda gücünün kaynağıdır.

Burjuva devriminin gecikmişliğinin oluşturduğu kısıt, Türkiye’de ideolojinin “toplumsal tutkal” fonksiyonunun, parçaları yapıştırıcı yeteneğinin pek zayıf olması biçiminde özetlenebilir. Türk burjuva devrimi bu tarihsel mahkumiyeti kabullenmiş çözümünü ertelemiştir. Parçaların uçuşup gitmemesinin çaresi siyasal alanda bulundu: Zor ve zorun ideolojisi.

Zor denildiğinde, solda yolu tam da bu kavşakta ayrılan bir sapmaya değinebiliriz:

“… Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir…

“Bu idare (cumhuriyet), sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.

“… Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür” 8 [İbrahim KAYPAKKAYA]

1960 devrimci demokratlığının yol ayrımlarından birinde devrimci bir doğuma imza atan Kaypakkaya’nın yukarıdaki formülleri, sol düşüncede bugün çok geniş bir bölmeyi işgal etmiyor. Kaypakkaya çizgisi mutlak bir teorik zaafiyet taşıyor. Ancak bunun yanında duran devrim inancı, Kaypakkaya’yı, cumhuriyetin bir kopuşu temsil etmediğini savunan, kemalizmi kısa yoldan tarihen gerici ilan edip tarikatlara, “çağdaş” emperyalistlere, yuppi tipi holding sermayesine kapılanan sol-liberallere göre, tartışmasız daha sempatik ve yakın buluyorum.

Bu formüllerin bir kısmına dair ne düşündüğüm belli. Şu “sözde” sıfatına “takmadan” geçemeyeceğim. Ne anlama geldiğini anlamak güç olsa da, “sözde” terimi sözel bir iddianın var olduğunu ifade etmeli. Oysa kemalizmin demokratlık iddiasına ancak darbe yapmaya başladığı zaman sarıldığı görülüyor…

Daha önemlisi “sözde” nitelemesi bir de “gerçeğinin” olabileceğini çağrıştırıyor. Yani gerçekten bağımsız demokratik bir milli kapitalizmin mümkün olduğunu… Bu tarih öncesinde kalmış MDD’ciliği bir kenara bırakıyorum.

Kemalizm konusundaki bu sapmanın son geldiğimiz noktayla bağlantısı şu: Türkiye’de kapitalizmin arı bir ideolojik ikna mekanizmasına sahip olmadığı, bunun yerine zoru ve zorun ideolojisini geçirdiği, ideolojik ikna süreçlerini de bir sopa-havuç diyalektiğine indirgediği gerçektir. Devrimci ama teorisiz hissiyatın, zor’da hep faşizmi görmesine tanık oluyoruz. Ne katliam, ne baskılar, ne sınıfın örgütsüzleştirilmesi, ne ırkçılık, ne de zam-zulüm-işkence faşizmi anlatmıyor. Faşizm tekelci kapitalizmin, bunalım ve çöküş evresinde işçi sınıfı devrimlerine karşı gösterdiği olağandışı reflekslerin sistemleştirilmesidir. Oysa kemalizm, bambaşka bir tarihsellikle, gecikmiş bir kapitalist kuruluşla tanımlanıyor.

Üçüncü ve son hatırlatma kısa yer tutacak:

“Gecikmiş ve sıkışmış süreçler, özgün süreçlerin tarihsel ürünlerini, farklı kılıklarda ve adeta tanınmaz hale sokarak yeniden canlandırırlar. Türkiye, gerçek anlamda ne Jakobenizmi, ne de tam bir Bonapartizmi yaşadı. Ancak Türkiye burjuva devrim sürecinin kendine özgü oturuşu ile, gene kendine özgü düşüşünü içiçe yaşadığı 30-40 dönemi, ortaya neredeyse bir siyasal eğilimler ansiklopedisi sundu…” 9 [Metin ÇULHAOĞLU]

Bu belirlemeyi 1930-40 döneminin ötesine de taşıyabiliriz. Burjuva devrim sürecinin öncülleri Osmanlı yenilenmeciliğinde aranacaksa ve İttihat Terakki’nin 1908 Devrimi, yarım kalmasına rağmen ciddiye alınacaksa sürecin bütününde jakobenizm ile bonapartizmin hep içiçe olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye burjuvazisi jakobenizmin yıkıcı ve kurucu karakterini korumacı ve uzlaşmacı frenlerle sakatlamış, Robespierreler’in üzerine Bonaparte’ın gölgesi hep düşmüştür. Çaresi yoktur; gecikmiş burjuva devrimciliğinde saflık aranmamalıdır.

Kemalizme ister olumlamak ister eleştirmek için jakobenizm atfedenler yanılgı içindedir. Sol-liberaller gidip tarikat şeyhlerinin koluna girebilirler… Diğer taraf ise hayal ettiği iradeciliğe kemalizm referanslarıyla varamayacaktır… Bonaparte’ın ruhu ise çağımızda faşistlere devrolmuştur.

Ancak siyaset, masa başında yapılan çizimlerin sınıf mücadelesinde gerçek tarihsel güce dönüştürülmesiyle tamamlanır. Bugünkü kemalist kaynamanın Türkiye siyasetinde ne anlama bürüneceği de tarih değerlendirmeleriyle yanıtlanacak bir soru değil, mücadelenin konusu. O halde bugüne ve 27 Mayıs çağrışımlarına geri dönelim.

Rönesans ve 27 Mayısçılık

Burada 27 Mayıs rollerinden yalnızca birkaçı konumuz açısından anlam taşıyor. Rollerden biri Milli Birlik Komitesi’ndedir: Sorumluluk. Yani düzenin çarklarını yeniden ve en kısa zamanda yerli yerine oturtmak, vidaları sıkıp tanımlı fonksiyonlara geri dönmek. Ne jakobenizmde ne bonapartizmde fazla zaman geçirmemek…

Bir diğeri zorlayıcılıktır: Cuntacılar adıyla anılan Silahlı Kuvvetler Birliği ve genç subayların başka basınç kanalları “iş başa düştü” eğiliminde ısrarı yansıtır. Bu basınç bir yandan MBK’yı müdahaleye en meraklı kanat olmadığını göstermek açısından rahatlatmıştır, hem de idam kararları gibi tartışmalı adımlara mazeret oluşturmuştur.

Programı ve perspektifi olmayan darbenin açığa çıkarttığı bir diğer rol doğal olarak program ve perspektif yazıcılığı, amiyane tabirle akıl hocalığıdır.

Sorumluluk fonksiyonu bugün “emin ellerdedir”. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, -isterseniz “28 Şubatçılık” diyelim, aynı anlama gelmek üzere Asker Partisi’nin genel merkezi- inisiyatifin bölünmesine o kadar kolay izin vermeyecek bir deneyim, birikim ve karizmanın sahibi durumunda. Karadayı-Bir ekibinin, 27 Mayıs’ın sırasıyla kritik mevkilere taşıdığı, yetenekleri ise hep alay konusu olmuş Cemal Gürsel ya da Cevdet Sunayla karşılaştırılabilir yanları yoktur. Bugünkü liderlik yapısı, SKB türü amatörlüklere izin vermeyeceği, gibi MGK’nın ve Genelkurmay’ın resmi/gayrı resmi alt uzmanlık organları, amatör zorlamalara devredilecek bir fonksiyon da bırakmıyor.

Üstelik Türkiye’nin nesnelliği, 27 Mayısçılar’a ancak, etkinliği sınırlı bir basın, fazla abartılmaması gereken bir öğrenci gençlik toplumsallığı ve yorgun düşmüş bir CHP’nin katkısını sunabiliyordu. 1998 Türkiyesi’nde Asker Partisi için “cephe örgütlenmesi” imkanları, sendikalardan “sivil toplum örgütlerine”, patron kuruluşlarına kadar çok zengindir.

Bu zenginlik kemalist rönesansın önüne koyduğu perspektif üretme rolünü de daraltır. Hiyerarşinin tepesine doğrudan bağlı çalışma grupları sürecin bugününde yeterli görünmektedir. Ancak mesele yalnızca MGK toplantılarına getirilen raporlar, bakanlıklara terkedilmediği anlaşılan yasa hazırlıkları, basına sızdırılan haberler, tüm bunlarla birlikte yürütülen kampanyalardan ibaret sayılmasın. Bu süreç Türkiye’de ciddi dönüşümlerin kapısını aralıyor. Restorasyon yakın tarihteki iki karşı-devrimci müdahaleyi izleyen 1973 Ecevit ve 1983 Özal dalgalarından daha radikal boyutlar taşıyor. Herşey bir yana, Ecevit dalgasının 1960 solculuğunu zapturapt altına alma operasyonunun son ve sol basamağı olduğu, Özal liberalizminin ise 12 Eylül faşizminin yarattığı çöllerde rahat atıp tuttuğu hatırlanmalıdır. Bu iki restorasyonun önüne koyduğu büyük temizlikler olmamıştı. Bunlar “rantiye” operasyonlardı. Şimdi ise uzun süreli bir karşı-devrimci yozluk birikiminin tasfiyesi gündemdedir. Bu tasfiyenin yerine ne konulacağına derli toplu bir yanıt verilmesi kritik önem taşıyor. Asker Partisi işte bu politik üretimini, kasvetli devlet dairelerinde değil canlı ve elverişli bir ideolojik atmosferde gerçekleştirmek durumundadır.

Atmosferin ana referans çerçevesi doğal olarak kemalizm oluyor. O halde tüm buraya kadar söylenenlerin güncelleştirilmesiyle kimi ara sonuçları telaffuz etmek spekülasyon sayılmamalıdır:

Bir; “28 Şubatçıların” kemalist bir silkinişe ihtiyaçları olduğu kesin. Bu ihtiyaç harekatın derinliğinden kaynaklanıyor.

İki; kemalist platformun önderliği tartışmasız bellidir ve düşünsel kaynamanın bir rolü bu önderliğe asistanlık etmek, diğeri de genel olarak toplumda kemalizme yönelik beklentileri kabartmaktır.

Üç; bu rönesans kemalizmin ideolojik kalıplara sıkıştırılmama kuralına kesinkes uyacaktır. 28 Şubatçılığın ideolojik renkleri arasında anti-şeriatçılık baskındır. Anti-emperyalizm ile anti-faşizm sarsak ve tasfiye evresinde önü açık öğelerdir. Anti-komünizm ideolojik alanda altı çizilmeyecekse de politik şiddetin muhatabı olmaktan çıkartılmaz. Gericiliğin tasfiyesinden sonraki evrede sıranın devrimci dinamiklere geleceği, muhtemelen restorasyon paşalarının zihninden geçmektedir. Anti-kürt ögeler ise şimdilik yeri geldiğinde parlatılacak, rönesansın “ulusal” yanı faşistleştirilmeden öncelikli pozisyonunu koruyacaktır. Anti-emperyalizmi yurtseverlik duygularının ötesine, iktisadi, siyasal ve askeri alanlara taşımanın lüzumu elbette olmayacaktır. Anti-faşizm, faşist hareketin sokak gücünün sıfırlanmasına değil devlet yapısı, “Polis Partisi” ve başta DYP olmak üzere merkez partilerdeki faşistleşmenin tasfiye edilmesine endekslidir. Bu müdahale karşısında kovuğuna çekilmek istemeyenlerin “maymuna çevrilmesi” elbette gündeme gelecektir… Bütün bunların nasıl bir ideolojik örgü haline geleceği sorusu sorulmamalıdır bile! Böyle bir yönelim ancak uç yorumcu ya da frencilerin arayışları, bir de akıl öğretmenlerinin kenar notları olarak kayıtlara geçer. Asker Partisi sistemleştirme arayışlarını merkeze koymak gibi bir toyluğa düşmeyecektir.

Kemalizme sistem kazandırma çabası, mevcut merkez dışında ayrı bir siyasal özne arayışını da çağrıştırıyor. Sağ partilerin restorasyon sürecine omuz veren ikisi zaten koalisyon hükümetinde yeralıyorlar. Tüm gelişmeler bunlar dahil sağın restorasyon politikaları ve kemalist rönesans ile sorunlu olduğunu göstermektedir 10 . Geleneksel sağcı çizgiye taşındığı yıllardır gözlemlenen Ecevit’in de temellerini buna uygun hale getirdiği Fethullah Gülen meselesinde berraklık kazandı.

Geriye iki “sol” parti kalıyor. AsParti’nin Baykal’a güvenmeyeceği sabittir. Hem bir çuval inciri berbat eden sivil partilerden biri olduğu için, hem liberal ve amerikancı yanı, AsParti’nin angaje olamayacağı ölçüde belirgin olduğundan…11

Diğeri ise yine güvenilmez Doğu Perinçek’tir. Ancak Perinçek grubunun iktidar perspektifinden ziyade “iktidara yakınlık tutkusu” ile tanımlanması uygun olacaktır. Restorasyonun bu ekibe verdiği görev kamuoyu ilişkileri alanıyla sınırlıdır. AsParti’nin kemalist-maocu bir zorlamaya bunun ötesine geçen bir ciddiyetle yaklaşabileceğine kimse inanmamalıdır. Kaldı ki, bu kadar yakınlık Perinçek’leri tatmin etmeye yetmektedir.

27 Mayıs analojileri diğer saftakilere de denk düşüyor. Somut olarak, DP pratiği kutuplaşma yaratma politikasında RP’ninkiyle benzeşiyor. DP’nin 1949 tarihli 2.Kongresi’nde aldığı bir kararın adı Milli Husumet Andı idi. Düzeni böylesi kutuplaşmalara iten bir performansı kemalizmin sineye çekmesi olanaksızdır.

Bir diğer benzeşme noktası, DP’nin gericilikle liberalizmin koalisyonunu kendi bağrında taşıması ve derinleşen siyasal krizi faşizanlaşarak çözmeyi seçmesidir. Ayrılık Refahyol iktidarında liberalizm ile dinci gericiliğin iki partide temsil edilmesinden ibarettir.

Özetle, kemalist rönesans restorasyon sürecinin ne başlangıç noktası ne de temel ilkesiydi. Ancak yüzyılın sonunda Türkiye egemen düzeninin binbir sıkışıklıktan kurtuluşunun yolu yine dönüp dolaşıp kemalizmde düğümlendi. Ordunun kapitalizmle ilişkisi Cumhuriyet dönemecinde bir hedef olarak “batı düzeninin” benimsenmesinde odaklanmıştı. 1950-60 dönemecinde burjuva devrimi hâlâ ordu içerisinde devrimci demokrat eğilimlere etkinlik alanı bırakabiliyordu. Bugünkü krizde ise Ordunun kapitalizmle ilişkisi sarsılmaz biçimde maddidir.

Ordudaki bilinen değişimlere denk düştüğü düşünülebilecek bir liberaller-kemalistler ittifakı restorasyonun ilk etabında gündeme oturmuştu. Ancak liberal/pragmatik müttefiklerin kemalizmin has kurumu olan Asker Partisi’nin güvenini adım adım kaybetmeleriyle bu ittifak ilişkisi hızla çözüldü. Türkiye kapitalizminin popüler kurumları (siyasi partiler, medya, devlet bürokrasisi..), tarihlerinde her zaman olduğu gibi dengeciliğin belirleyiciliğinde geleneksel gericilikle ve sınıflarının kısa vadeli çıkarlarıyla bağlıdırlar. Yalnızlaşan ve siyasal inisiyatifi, belki arzu ettiği boyutların bile ötesinde kendi elinde toplayan Asker Partisi kaçınılmaz biçimde kemalizmi, onun son özerk ürünü 27 Mayıs’ı ve 27 Mayıs ile tarihe doğan rolleri yeniden üretiyor.

Özürlü jakobenlerin demokrasi ütopyası

Bu manzaranın belirleyici yanı bir tür jakobenizmdir. Kemalizmin pratiğinde ancak bir “özürlü Jakobenizm”den söz edebiliriz…

Türk burjuva devriminin gecikmişlik ve sıkışmışlığı bir devrim atılımına duyulan ihtiyacı sıfırlamamış, ancak sakat bırakmıştır. Bu özürlü jakobenizmi aşağıdaki alıntı resmediyor:

“Daha önce de belirtildiği üzere, siyasal yönden, değil demokrasilerde otoriter rejimlerde bile, çok vahim sayılacak suçlar işlemiş, yönetsel yönden, TC’nin temel niteliklerine aykırı, devletin dayandığı felsefeyi oluşturan Atatürkçülüğe karşıt, partizanlık, rüşvet, ulusu cephelere bölme, dış politikada TC’nin saygınlığını çiğnetme… daha nice hatalarda ısrar eden, ahlaksal yönden değil devlet yöneticileri için, hiç kimseye yakışmayan ayıpları süreğenleştiren bir iktidarın ülkenin başında tutulmasının büyük bir vebal olacağı hiç olmazsa bugün itiraf edilmelidir… Devrilen iktidardan hesap sormamak, ‘Herkesin yaptığı yanında kalıyor, fırsat bulan çıkarlarının gereğini yapsın’ dedirtmek gibi bir suçu oluşturur. 27 Mayıs işte bu suçu işlemedi diye yerilmemelidir” 12 [Ahmet YILDIZ]

27 Mayısçı Ahmet Yıldız, birkaç yıl öncesinin liberal taarruzu altındayken yazıyor bu “savunmayı”. Ama kemalist jakobenlerin ruh hallerini bu savunmacılık kanımca doğru tasvir ediyor. Ahmet Yıldız, tamam diyor, oyunun kuralını bozduk, ama bozmasa mıydık… Oyunun istismarı bizim bozmamızı haklı çıkarmıyor mu…

Jakobenizm bu değildir. Jakobenizm bir programa, bir felsefeye sahiptir. Bir ideolojik bağlanmadır. Kemalistlerin jakobenizmi ise bir çaresiz çırpınış, ulusal kurtuluş dönemine özlem…

Yukarıda değinildi, ama burada konsantre olduğumuz altbaşlık açısından da tekrar edilmesinde mahzur olmayacak:

“İttihatçılar ideolojiden çok eyleme önem veren (pragmatik) kişilerdi. Yaptıkları ihtilali devletin gücüne karşı değil devlet gücü ile gerçekleştirmişlerdi. Zaman zaman tutarsız görünen siyasal davranışlarında onları güden uyanık bir deneyselcilik (ampirizm) olmuştur” 13 [AHMAD]

Türk burjuva devriminin radikalliği pek azdır. Ya da Türk burjuva devrimi, aynı anlama gelmek üzere İttihat Terakki ve onun mirasçısı kemalizm “mecburiyetten” radikaldir.

Kemalizm adına burjuva demokrasisine yapılan müdahalelerin demokrasi iddiasından vazgeçmemesi liberal cenahta alay konusu olageldi. Ben, demokratlığını darbe yaparken hatırlayan özürlü kemalizmin samimiyetinden kuşku duyulmamasını öneriyorum. Türkiye tarihinin yenilenmecileri hep (hem siyasi hem de ideolojik anlamda) iktidar boşluklarına ve krizlere çözüm arayışı içinde oldu. Erken tarihlerden itibaren çare hep batıcılıkta bulundu. Burada elbette yenilenmecilerin kapitalist modelden etkiledikleri, işaretleri alınan ya da daha ileri tarihlerde filizlenen genç burjuvaziye bağlılıkları, uluslararası alanda emperyalist merkezlerle içli dışlı performansları rol oynar. Ancak bu öğelere ek olarak değil, bunlarla ortak paydada buluşan “keşif”, krizden nihai kurtuluş anahtarının batı kapitalizminde, onun geliştirmekte olduğu iddiasını taşıdığı sınıf uzlaşmasında (daha doğru adıyla kriz dinamiklerine yataklık eden tüm sınıfların teslim alınışında) gizlendiğidir.

Mustafa Kemal ile birlikte bu tercihin alabildiğine netleştiği görülüyor. İki Lozan arasına sıkıştırılan İzmir İktisat Kongresi, en fazla emperyalist merkezlere mesaj vermeye yarıyordu. Bu haliyle ortada yine bir perspektif bütünlüğü olduğunu söylemek mümkün değildir. Cumhuriyetin geleceğine ışık tutacağı düşünülen bir ulusal toplantı konjonktürel pragmatizm tarafından yönlendirilmiştir.

Kemalizm eski Osmanlı’dan miras coğrafyada krizden çıkış yolunu burjuva demokrasisinde ve bunun için de altyapısının inşasında gördüğünü ilan etmekteydi.

Terakkiperver Cumhuriyet, Serbest Cumhuriyet partileriyle yapılan denemeler, sonra Demokrat Parti girişimi… bunların içeriğini yalnızca muhalif dinamiklerin test edilmesi, açığa çıkartılması ve bastırılması yönünde bir komploculuğun doldurduğu zannedilmemelidir. Kemalizm tedirgin ve ürkek adımlarla, yeni düzende (zor yerine) “ikna” ve “konsensus”a dayalı bir toplumsal barışın kurulabilir olup olmadığını araştırmıştır.

Kemalizmin tarihsel fonksiyonunun burjuva demokratik normların yakınından geçmediği söylenebilir. Ancak genç burjuva devriminin önderliği ve bu önderliğin amorf kimliği olarak tarihe geçen kemalizm, üzerinde iktidar olduğu coğrafyanın dünyanın en tehlikeli deprem kuşağı olduğunu farketmeyecek kadar cahil ve sezgiden yoksun sayılmamalıdır. Yine bu hareket derin fayları doldurmanın tek yolunun yerli kapitalizmin kaderini batıyla bütünleştirmek olduğunun da bilincindedir. Başta söylenmişti; muasır medeniyet lafı budur. Küçük Amerika, aynı bilincin taşralı görgüsüzlüğündeki ifadesidir. Yakın dönemin Avrupa Birlikçiliği aynı ütopyanın ta kendisidir. Türkiye burjuvazisinin Cumhuriyet ile onayladığı ortak payda bu ülkenin bir zayıf halka olmaktan çıkartılması ülküsüdür. Bu anlamıyla en darbeci kemalistlerin, özürü en az jakobenlerin, burjuva demokrasisi idealine safdil sivil toplumculardan daha az bağlı olduklarını düşünmüyorum.

Kemalizmin üç “baş belası” arasında liberalizmin olmaması doğaldır. Ancak kemalizmin liberalizmi Türkiye ilericiliğinin güncelliğinden kovduğu da kesin. Nedeni yalındır: Liberalizm karşı-devrim dinamiklerinin sönmediği ve kolay kolay sönmeyeceği bir toprakta gericilik başta olmak üzere kriz damarlarına korunak sunmuş, gericiliğin istismar edebileceği bir zemin, üstelik düzenin kendi standartları içinde de meşru ve saygın bir zemin olmuştur. Ürkek karakteri derin köklere sahip egemen sınıfın tüm unsurlarını -bu sınıfın tekil unsurları beğense de beğenmese de- temsil eden kemalizm liberalizmi bir sahtekarlık türü olarak algılamıştır. Doğrusu bu ya; yalan da değildir!

“İttihatçılar siyasal fikirlerle fazla ilgili olmadıklarından, getirdikleri formüllerin çoğu basit ve saf bir nitelikteydi… Kendilerini bir buluş sahibi olarak görüyorlar, daha önceki hareketlere bazı şeyler borçlu olduklarını düşünmüyorlardı. Biricik emelleri, Jöntürk hareketini, modası geçmiş ve yozlaştırıcı olarak niteledikleri liberalizm mikrobundan ayıklamaktı…” 14 [AHMAD]

Doğrudur, liberalizm burjuva devriminin önderlik çizgisi nezdinde bir mikroptur. Yukarıda bir dipnotta bunun somut karşılığını da belirtmiştik… Ancak daha doğru bir ifadeyle, mikrop olan gündelikçi liberalizmdir. Nihai liberalizm ise burjuvazinin ortak ülküsü ya da fetişidir. Burjuva devrimcilerinin ideolojik netlik kazanmalarını güçleştiren faktörlerin arasına bu paradoksu da eklemek gerekiyor. Açıkçası kemalist bir rönesansın yaşandığı şu yıllarda restorasyon önderliğinin bu tarihsel paradoks ile işi kolay olmayacaktır. Kapitalizmi kavramak ve onun parçası haline gelmek konusunda herhangi bir sorunu olmayan Asker Partisi üst düzey kadrolarının, kemalist rönesansın kaçınılmaz biçimde besleyeceği kamuculuk ve yurtseverliği massetmek konusunda sorunları olacaktır 15 . Restorasyon değil ama rönesans, liberalizme karşı tarihsel kuşkuculuğun önünü bir kez daha açmaktadır.

İdeolojik format: İlericilik-gericilik

Tabir yerindeyse kemalizm Türkiye burjuvazisi tarafından sürekli “batı tipi demokrasi ve liberalizmin zamanı gelmedi mi ?” yollu sıkıştırılmış, cevaben de bu sıkıştırmaya fazla angaje olanları iktidar süreçlerinin marjına itelemiştir. Bu ilişki tarzı burjuva Türkiye’de demokrasi ideolojisinin esas olarak iktidar olamaması anlamına gelir.    Demokratizm/liberalizm çifti kapitalizmin konjonktürlerine bağlı olarak inişli çıkışlı grafik çizer; ama burjuvazinin evrensel ve has ideolojisi olarak Türkiye’de egemen hale gelebildiği iddia edilemez.

Bir; Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişmiş yapısı evrensel ve has burjuva ideolojisini bu topraklarda bir gericilik yatağı olarak tanımlayabilmektedir. Bu ilan edilmiş, resmi tanım değildir elbette ve olmayacaktır. Ama bizim için önemli olan, eşitsiz gelişmenin Türkiye’de sosyalizm “lehine” böyle bir imkan yaratmasıdır. Liberalizmin gericilik olduğu fikri bu toprakların yabancısı değildir.

İki; demokrasi/liberalizm burjuvazinin, iktidar olamayan, kendi hizip hukuklarını savunan ve bu doğrultuda saygınlık talep eden kesimlerinin ideolojisidir. Burjuvazinin iktidarı hisseden ve yaşayan unsur ve temsilcileri ise demokrasi ideolojisini yaşamazlar. Buradan bizim çıkartacağımız sonuç, burjuvazinin ya da burjuva devletin anti-demokratikliği gibi beylik değerlendirmeler değil, liberalizm/demokratizmin iktidar kaçkınlığının da Türkiye’ye yabancı olmadığıdır.

Türkiye’nin bir “ideolojik formatı” var. Toplumsal yapıya kök salmış ideolojilerin birer sınıf aidiyetine sahip olmaları işin kuralı. Ancak bir de bu ideolojilerin tarihselliği vardır. Bu tarihsellik tekil ideolojilerin birbirleriyle ilişkilerini de belirliyor ve göreli ilişkilerin yerleştirileceği bir matris ya da format adeta ayrı bir ideoloji olarak temaruz ediyor.

Bu tablo somut olarak ne söylüyor?

Türkiye’de İslamın eşitlikçi, özgürlükçü özü üzerine düşünen, yazan-çizen boldur. Ancak ortaya çıkartılan ve çıkartılacak olan her ne olursa olsun, Türkiye’de verili ideolojik formatta islam ve şeriatçılığın her daim gerici bir fonksiyon üstlendiği gerçeği değişmeyecektir. İslamcı ideolojinin, Türkiye ideolojilerinin aile fotoğrafında tuttuğu yer budur. Bunu yok sayan ve örnek olsun, “islam ile sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” diyebilenler ya mücadele yatağından kusulur ya da kimse tarafından duyulmaz.

Burada ilericilik kavramıyla kastedilen, Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısının çözülmesi ve yerine insanlık kültürünün gelişkin birikimini sahiplenen bir modernizmin konulması sürecidir. Bir de bu dönüşüme gösterilen dirençler var.

İdeolojiler dünyasındayız. Marx’ın deyişiyle gerçekliğin ters yüz edildiği “camera obscura”nın içerisinde. Burada bilimsel doğrulardan değil, verili zaman ve mekan içinde kararı kesin olan toplumsal algıdan söz ediyorum. Bu karar kesindir, temyizi ancak tarihsel bir mücadele sürecinde mümkündür.

Mücadele ise bu toplumsal algının giderek maddi bir ögesi halini aldığı bir zeminde yürütülüyor. Liberalizm, yukarıda tartıştığım iktidarsız niteliği ve gericiliğe yataklık suçu ile ideolojiler matrisinde kesinlikle gericidir.

Milliyetçilik arı haliyle en fazla faşist hareket tarafından işlenmiştir. Ancak formata ilerici-gerici saflaşması açısından bakmakla yetinirsek, milliyetçiliğin fotoğraftaki yeri pek tartışmalıdır. Yalnızca sosyalizm değil başka ideolojiler de milliyetçiliğin kapsamında kabul edilen yurtseverlik ve anti-emperyalizme göz dikmişler, faşizmi ırkçı ve pro-emperyalist damarlarla başbaşa bırakmaya çalışmışlardır.

Türkiye burjuva devrimi irili ufaklı tüm ideolojik damarlarla tarihinin bir döneminde alışverişi olan, en fazla herkes için ortak zemin oluşturma misyonunu benimseyen bir ana eksen üzerinden yol aldı. Sürecin kritik kopuş momentinden itibaren kemalizmle özdeşleşen bir ana eksen… Kemalizm ayrı bir ideoloji olmaktan ziyade, mevcutlardan çalıp çırpan, onları birleştiren, kuşatan ve etkisizleştiren bir siyaset mekanizmasıdır. Dolayısıyla kemalizm ideolojiler matrisinin bağımsız bir bileşeni değildir.

Kendine has özellikler listesi değişken olan kemalizm, daha çok bir düşmanlıklar listesi ile iktidar pratiğinin gereklerinden müteşekkildir. Özel mülkiyetçiliği liberalizme, gelenekselciliği islamcılığa bırakmamak kaygularından vazgeçmeyen kemalizm, öte yandan kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci temaları üzerinde genel bir hegemonyanın sahibi olageldi.

Tablo belli. Net ve kesin bir özetle, Türkiye’de ilericilik gericilik saflarının kendi içlerindeki önderleri kemalizm ve şeriatçılıktır. Bu ikili sık sık diğer akımları kendilerine endeksleme becerisini gösteriyor. Bağımsız çıkış girişimlerinden hiç vazgeçmeyen liberalizm, ilginçtir, gerek eşik atlama idealini erken telaffuz etme hatası gerekse gerçekten gericilik tarafından kullanılması nedenleriyle Türkiye burjuvazisinin ütopyası olmayı aşamıyor.

Sosyalizmin bir ideolojik çizgi olarak ilericilik alanını paylaştığı kesin. Sosyalist hareketin bu alanda başı çeken bir unsur olmayı bir türlü beceremediği de…

İdeolojilerin sınıf aidiyeti ile tarihsel belirlenimlerinin ayırdedilmesi gerektiğini söylemiştim. İşçi sınıfının tarihsel misyonuyla buluşan marksizmin, sınıf aidiyeti burjuva olan Aydınlanmanın çocuğu olmasında bir ayıp olmadığı gibi, Türkiye sosyalist hareketi de Türkiye ilericiliğinden doğmadır. Kaldı ki, sosyalizmin dünyanın herhangi bir yerinde doğrudan emekçi ana ve babalardan dünyaya geldiği de hiç doğrulanmamış bir abartmadır. Sömürü ilişkisinin ezilen, sömürülen ve yönetilen tarafında yer alan işçi sınıfının kendi dağarcığıyla sınırlı üretimi sendikalizm ile uvriyerizmdir.

İdeoloji dünyasının ilerici saydığı heterojen toplam, içerisinde huzur bulunacak bir baba yuvası değil. Bu platform siyasi ve ideolojik mücadele ile ayrıştırılmalı ve sınıf esası üzerinden yeniden yapılandırılmalıdır. Bu işlem sırasında, sosyalist hareketin kendisini dışarı çekmesi yenilginin ilk adımını oluşturacaktır. Sosyalist hareketin işi, ilericiliğin gerçek temsilcisi ve önderi olduğunu kanıtlamak, mülk sahibi sınıflardan kopma yeteneği göstermesi olanaksız (ideolojinin içerdiği bilimsel anlam ile) sahte-ilericileri karşı-devrim safına itmek, şimdiye kadar deklase bir tanım olarak kullanılan ilericiliği “sınıflılaştırarak” bölmektir.

Miras sahiplenme ile devrimci kopuşun macerası, sözünü ettiğimiz… Mücadelenin bu yanını gözetmeyen iktidarı da düşünmemelidir.

Türkiye sosyalist hareketinin böyle bir ideolojik havuzda hareket etmesi aynı zamanda kendisine köken aramak gibi haklı ve meşru bir kayguya da denk düşer. Köken arayışında sınıfsal yan bellidir: Başlangıcından bugüne emekçilerin sınıf düşmanı tarafından teslim alınmamış hareketinin bütünü… Burada söz edilen ise kökenin tarihselliğidir.

Solda denilenler

Riski olmayan mücadele olur mu? Kazanılması garantili bir kavgada kesin olan tek şey şikedir. Sınıf mücadelesinde şike olur mu!

Türkiye solunun kemalizmden çok etkilenmiş olduğu üzerine dile getirilen eleştirilere hak vermemek olanaksız. Ancak bu eleştirilerde sosyalizme “akılsızlık” ya da “kötü niyet” atfeden dışsal psikolojilere bir sınır çizilmesi gerek. Sosyalist hareket tarihi boyunca başarısız olduğu her anında, aynı anlama gelmek üzere ilericilik alanında hegemonya kavgasında yenik düşmüştür. Kazanan taraf, şu veya bu biçimiyle hep kemalizm oluyor. Siyasetin kuralıdır; yenilen kazanan tarafından ezilmekle kalmaz, kendine de benzetilir.

İtirazım sol tarihte kemalist etkilerin güçlü olduğu ve bunun çok zarar verdiği yolundaki saptama ve eleştirilere yönelik olmayacak. Ancak yenilgi durumunda düşmana benzetilmemek adına, ilericilik platformunu toptan terketme eğilimlerini şiddetle reddediyorum.

Örneğin:

“Bizim aydınlarımız sivil topluma ve demokrasiye sezgisel bir tepki ile -İdris Hoca genetik derdi- solcu olurdu” 16 . [Asaf Savaş AKAT]

Akat’ın ve Küçükömer’in saptamaları ne yanlış ne de işaret ettikleri olgu absürd. Sözünü ettikleri bizim geleneğimizdir. Türkiye ilericiliği sivil toplumculuğu ve demokratizmi pro-emperyalist, şeriat yardakçısı, dönüşüm direnci olarak hafızasına kaydetmiştir, ve, evet refleks olarak bunlara uzaktır. Refleks olarak uzağız!

Keşke bu refleksif özellik solun geçmişi boyunca bir de tarih bilinciyle donatılmış olabilseydi…

İdeolojik formatı beğenmeyenlerin Türkiye siyasetinde yapabilecekleri pek birşey yoktur. Dikkat edilsin; “yanlış yaparlar, sapma oluştururlar” demekle yetinmiyorum; Türkiye’de sosyalizmin, demokratizmi baş köşeye yerleştiren herhangi bir türevi kendisini tüketmeye, Türkiye’nin ideolojik yapısı tarafından soldan sağa atılmaya mahkumdur. Osmanlı yenilikçiliği, Jön Türk hareketi, İttihat Terakki, Kemalizm ve sonra 27 Mayısçılarda son nefesini veren (marksist olmayan) devrimci demokrasi ile sosyalizm ve (marksist) devrimci demokrasi aynı platformda yer alıyorlar. Söylenen budur.

Bu söylenenlere başka şeyler atfedilmesin. Tüm sıralananlar içinde devrimci demokrasinin her iki türü orta sınıflara, sosyalizm işçi sınıfına “ait”tir; gerisi de burjuvaziye! İdeolojik formatın aynı kanadını paylaşmak sınıf uzlaşmacılığının kabulü değildir. Nasıl burjuva devriminin uç ürünü olarak işçi sınıfı devrimciliği, burjuva devrim sürecinin evrensel akımı Aydınlanma’nın mirasçısı sosyalizm sınıf uzlaşmacısı olmamışlarsa…

Marksistler kavram kullanımında berraklık aramalıdır. Örneğin mülk sahibi sınıfların kapitalizm çağında gerici fonksiyonlara oturmaları ile bu sınıfların her daim karşı-devrim jeneratörü olacakları bir ve aynı şey değildir. Gericilik sermayenin karakteristiğidir. Karşı-devrimcilik aynı sınıfın bir açılımıdır.

İlericilik ile devrimcilik de farklıdır. Mülk sahibi sınıfların devrimciliği terk etmiş olmaları bu alanda proletarya ve sosyalizm merkezli bir haritanın tarif edilmesini mümkün ve gerekli kılar. Ama burjuva devriminin bir ilericilik mirasının zemininde, bu mirası sahiplenme ve ihanet etme gerilimi ile beraber, durduğu görmezden gelinemez. Burjuva modernizminin devrimcilik yıllarını çok geride bıraktığı evrensel doğrudur. Ancak kurulu “modern” zeminin bir insanlık mirası olduğu ve çağımızda da işçi sınıfına devrolduğu bilinmelidir. İşçi sınıfının yapacağı ise bu modernist mirası emek değerleri ekseninde yeniden harmanlamak olacaktır.

Sosyalist hareket, içinde mücadele verdiği, dahası dönüştürmeyi hedeflediği, dönüştürebilmek için de iktidar haline gelmesi gereken toplumsal örgüyü “beğenmiyorum” diyebilir mi? Bu toplumsal örgünün ideolojik yapılanmasını fantezilerle değil, ancak bu yapılanmanın güçlü halkalarına tutunarak çözebilir, kendinize alan açabilirsiniz.

Burada sözü edilen ideolojik format ile siyasal format özdeş değiller. Daha doğrusu formatın ideolojik sıfatıyla nitelenmesi tamamen bilinçlidir. İdeoloji ile siyaset arasında bir dolayım var ve toplumun ideolojik haritasında ilerici cenahı paylaştığımız akımlarla siyasal kavgalar verilmesi mutlak bir gerekliliktir. Bu gerekliliği ihmal etmek sapmaların bir diğer doğuş ya da ortaya çıkış biçimine denk gelir. Hikmet Kıvılcımlı’nın MBK kapılarında randevu beklemesi 17 27 Mayısçılara mektup ve öneri paketleri sunması bir sapmadır. Marksist Kıvılcımlı’yı kemalizm sapmasına götüren ya da içsel kemalizmini dışa vurmasına vesile olan büyük yanılgı, 27 Mayıs’ın ideolojik ve siyasi boyutları arasında ayrım yapmamasıdır. 27 Mayıs ideolojik boyutta Türkiye ilericiliğiyle aynı hat üzerine yerleşmiş olmasına karşılık, siyasi boyutta sola koyacağı sınıra dair netlik taşımış, Amerikancı ve batı kapitalizmi yanlısı bir karaktere sahip olmuştur.

Şimdi kemalist Perinçek MGK kapısında dönüp duruyor. Restorasyonun toplumun yüzünü bilinçli bir tercihle değil ancak “nesnel” olarak sola çevirmesi, şeriatçılık ve faşizmin tasfiyesinin bugünkü kemalist rönesansı bir kez daha Türkiye ilericiliğiyle aynı hatta taşıması başka birşeydir, AsParti’nin siyaseten solcu ve ilerici olması başkadır.

Sosyalist hareketin modernleşme hareketinin son durağı olduğunu liberaller de tespit ederler:

“Türkiye’de sol hareket de yine çağdaşlaşmacı genel akımın içinde yer almaktadır” 18 . [Mete TUNCAY]

Ancak bu durumu beğenmezler:

“… solun da belki çok yakın zamanlara kadar demokratik bir duyarlılığı yoktu. Batı solculuğu .. demokrasinin daha ileri götürülmesi anlamında bir solculuktur… Demokrasi solculuğun ilk ilkesidir” 19 .

Burada ilginç olan batı solunun da kendi payına burjuva modernizmi ile hegemonya mücadelesini kaybederek bir sapma haline gelişinin atlanmasıdır. Demokrasiyi ve demokratizmi solculuğun ilkesi yapan serüven aslında bir ideolojik yenilgi sürecidir. Bu durumda Türkiye’de yeni solcu liberalizm ile geleneksel sol demokratizmin anlamlı bir buluşmasına tanıklık ediyoruz: Bir dönem TKP’nin ana fikri haline gelen toplumsal ilerleme yeni-solcu reel sosyalizm reddiyecileriyle geleneksel solu birleştiriyor. Bu arada toplumsal ilerlemeyi bayrak edinen demokrat TKP’nin kemalizme en yakın sol yorumlardan birini de eşzamanlı olarak temsil ettiğini hatırlatmak isterim. Yeni sol/liberal şablonlar Türkiye sol tablosunu pek de fazla açıklayamıyor.

Devam ediyorum:

“Kemalizm’de, Türkiye’de demokrasinin gelişimine katkıda bulunacak hiçbir öğe görmüyorum. Sosyalizmin Türkiye’de benimsenmemesi, güçlenememesi Kemalist ilkelerin, politikaların ve yönetimin bir kambur olarak sırtta taşınmış olmasından kaynaklanıyor. Demokratik perspektifi olmayan bir sosyalizm, bir eşitlik edebiyatı ve anti-emperyalist bir edebiyatla yapılmak zorunda kalıyor” 20 . [Levent KÖKER]

Eşitlikçiliğin burjuva devrimiyle doğrudan bir bağı olmakla birlikte tarih bu başlıkta da öksüz çocuklar yarattı. Burjuva modernizminin eşitlikçiliği, burjuva demokrasisi tarafından reddedildi. Demokrasi eşitlikçiliği mağlup ederken, devrimin değerleri gerçekten birer boş edebiyat parçasına dönüşmüştü… Peki solun sahipleneceği miras bu yenilgi midir!

Köker, herhalde eşitlikçiliği sosyalizme devralan bir miras saymıyor ve yenilgiyi veri alıyor. Bu bir yana, şu “kambur” nitelemesinin akademik nezaketin sınırlarını ihlal ettiğini de belirtmek gerek. Açıkçası, Türkiye Komünist Partisi’nin tarihinden, bugüne olduğu gibi taşınacak değerleri cımbızla aramak yanlısı değilim. Türkiye sosyalist hareketinin tarihine sahip çıkmanın ancak “ayrıştırıcı” bir mesaiyle mümkün olabileceğine inanıyorum. Ama sormak istiyorum: Boğulan Anadolu solculuğu katledilen TKP yöneticileri, hapislerde geçirilen ömürler mi sosyalist hareketimizin kemalist kamburunu oluşturuyor!

Devam ettikçe düpedüz uydurmalarla karşılaşmaya başlıyoruz:

“1982’nin esas çabası, temel hak ve özgürlükleri 1924 düzeyine geri götürmektir. Yani 1982 kesinlikle Atatürk’ün kendi rejimine daha yakındır” 21 . [AKAT]

Akat bir zamanlar Özal hükümetlerini liberalizmi uygulamadıkları için eleştirir ve herhalde medyatik olsun diye “not” verirdi. Kırıkçı Asaf Savaş ile, liberalizmden sapmaları hissetmek ve sınıfta çaktırmak konusunda rekabete girilmez, ama yukarıdaki alıntı kendisinin hiç tarih sınavına girmediğini düşündürüyor… Diyelim ki, iki tarihsel olgu arasında “tercih” yapmayacağız, birini savunmaya da kalkmayacağız… Kısaca, diyelim ki bu tür “öznellikleri” kapı dışarı edeceğiz… Ama böylesi bir durumda bile, 1924’ün ulusal kurtuluşçuluğa ve monarşinin aşılmasına, 1982’nin faşizme ve işçi sınıfı dinamiğinin ezilmesine işaret eden tarihler olduğunu görmezden gelmek ekstra bir yetenek gerektirirdi.

“1900’lerin başına kadar Avrupa’daki sol anti-devletçidir “22 . [Ahmet İNSEL]

ve

“Sosyalistler sadece kapitalizme karşı değil devletin toplum üzerinde tahakküm kurmasına karşı olmalılar”23 . [İNSEL]

Marksizmin 19.yüzyıldaki en kritik hesaplaşması siyasi mücadeleyi reddeden, kitle öykünmecisi, siyasal devrimin bir dönüm noktası olduğunu kavramayan anarşizm ve anarko-sendikalizm ile oldu. Birinci Enternasyonal’in sonunu getiren iç mücadele tam da budur… 1980’lerde neo-liberalizmin yükselişini “karşı konulmaz” addeden kimi sol kesimler, bu hesaplaşmayı unutmaya meyletmişlerdi. Bunlar, sanıyorum, daha sonraları marksist düşünce ve hareketin yeniden ortaya çıkması karşısında, “en iyisi, dediler, biz marksizmi unutalım.” İhtiyaçlarının kalmadığı da görülüyor. Ne de olsa Doğan holding yayın organlarının sütunlarında marksistin yalnızca eskisi makbul.

Bu çalışmada, yukarılarda farklı düzlemlerde değinmeye çalıştığım sınıfsallık-tarihsellik ayrımındaki sapmaların da örnekleri yer alıyor. Şimdiki düzlem sosyalist hareketin kendisi:

“Bugün Türk solunda Kemalizm değerlendirmelerini koşullayan olgu, Kürt sorunudur… Türk solunun kendi kimliğiyle Kemalizm arasında bir hesaplaşma, dün olmadığı gibi bugün de yok.

“… sol kendisini bir işçi hareketi olarak ortaya koymadıkça, kendisini hâlâ kendi dışındakilerle ve kendi karşıtlarıyla tanımlamak durumunda kalacaktır…

“Türk solu işçi hareketi olarak kendisini yeniden tanımlama sürecine girmediği sürece, yani hâlâ ideolojik besinini Kemalizmin ilerici konumundan türetmeye, kendi probleminin başlıca olgularını hâlâ o perspektiften tanımaya ve anlatmaya devam eden bir aydın çabası, bir küçük burjuva kimlik olarak kaldıkça, soruna sınıf karakteri taşıyan bir cevap vermesi mümkün olmayacakmış gibime geliyor”24 . [Aydın ÇUBUKÇU]

Ne yazık ki, sosyalist hareketin sınıf aidiyeti ve işçi sınıfının organik temsiliyetini üstlenebilme sorunları, ideolojik kimlik sorununu çözmüyor. Aydın Çubukçu için solun kendisini gerçeklikte ya da pratikte bir işçi sınıfı hareketi olarak örgütleyebilmesi, bu niteliği üzerinden toplumsal kimliğini tanımlaması, bir tür “şerbetlenme” anlamına geliyor. İşçi sınıfına bu tür sihirli değnek muamelesi yapmak çok bilinen bir sapmadır: ekonomizm-uvriyerizm.

Elbette güncel tartışmaları hatırlamadan geçemeyiz. Yukarıdaki sözlerin telaffuzunun üzerinden yıllar geçmiş olsa bile, Çubukçu, EMEP yöneticisi, yoldaşı Mustafa Yalçıner’in geçtiğimiz aylardaki “türban” demeçlerine göz atmalıdır. Bu sol çizginin “türbana özgürlük” istemesinin gerekçesinde işçi sınıfı kimliğinin doğrudan bir izdüşümünü aramak beyhude olacaktır. Yalçıner parçası olduğu ’68 kuşağının “postal yalamadığını” ilan ederken işçi sınıfı kimliğinden mi feyz alıyordu? Bu siyasi çizgi türban-giysi genelgesi, şeriatçılık-laisizm ya da dinci hareket-Asker Partisi kutuplaşmalarında birinci alternatifle dayanışmayı tercih ettiğinde, işçi edebiyatında bir referans noktası bulamayacağı için, kaçınılmaz olarak ideolojiler dünyasında hareket ediyor ve “demokrasi” ideolojisi yönünde tercihini kullanıyordu. Bu tercihin sözkonusu çizginin işçi sınıfı içindeki örgütlülük derecesiyle hiçbir ilintisi yoktur. Dahası Türkiye solunda henüz mevcut olmayan bir biçimde, işçi sınıfı ile sosyalist hareketin organik bütünleşmesinin sağlandığı durumda dahi böyle bir ilinti olmayacaktır. İşçi kimliği, sınıfın kendi dinamizmi politik öncüye belirli ideolojik ve siyasi tercihleri dayatmayacaktır.

Doğrusu tersi yönde bir ilişkidir. Sosyalist hareket, işçi sınıfı adına toplumsal düzeyde siyaset ve ideoloji üretir. Bu üretim bir sınıf aidiyetine dayanan besin kanallarının ötesinde esas olarak ideolojik ve siyasi yapılanmasının tarihselliğinde temellenmelidir. Zaten böyle olur. Türkiye solunun kimi kesimlerini laisizm-gericilik kutupsallığında aynı safa yerleştiren kimliklerinin tarihselliği oluyor. Bu kimliğin işçi sınıfının gündelik ve tarihsel çıkarlarıyla örtüşmesi ise bir başka konudur.

Sosyalizm ve kemalizmden kopmak

Giriş bölümünde sosyalist hareketin kemalizmden kopuş momenti olarak 12 Mart dönemecine işaret ettim. Bu saptama,

(1) Kopuşun kusursuz ve eksiksiz olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Nasıl olsun ki! Türkiye’de sosyalizm tarihsel olarak kemalizmin de kısmen paylaştığı ilericilik havuzunda doğmuş ise, iki akım arasında alışverişin ve hesaplaşmanın sürekliliği mutlaka olacaktır. Kemalizm ilericilik havuzunu bütünüyle terketmemişse ve terketmeyecekse, bu Türkiye sınıf mücadelelerinin yasalarından biridir.

1970’lerden bugüne doğru gelindiğinde alt evreler ayırdedilebiliyor. 12 Mart ve 12 Eylül faşizm dönemleri, Türkiye’nin Kürt savaşının şiddetlendiği konjonktürler kemalizmi ilerici platformdan bütünüyle uzaklaştıran alt evreler oldu. 1970’lerin CHP yükselişi ve içinde bulunduğumuz restorasyon sürecinde ise tersi… Sosyalist hareket açısından sorunlu olan, nokta ilericiliğin sosyalizmin eline kalmasının, hareketin kendi performansına bağlı olmaması, karşı-devrimci yoğunlaşmalar sırasında yaşanan yalnızlaşmalara denk düşmesidir.

(2) Kemalizm Mustafa Kemal’in doğrudan imza attığı bir dizi açılımdan sonra bir de 27 Mayıs’ta rönesans yaşadı. 27 Mayıs sonrası Türkiye’de burjuva devriminin dengeleri bir kez daha oturtulurken, devrimin bıraktığı boşluklara doğan devrimci demokrasi de kemalist ideoloji ve onun temsilcisi ordudan değilse bile, burjuva önderlikten kopuş sürecine girecekti. Devrimci demokrat damarlar kemalist/burjuva zeminden ayrışıp sosyalistleşiyor, ordu ve kemalizm ise toplumsal fonksiyonları itibariyle. sınıfıyla bütünsel bir barışmayı inşa ediyordu.

Sola dönersek, kemalizmden ilerici misyon beklentisi 9 Mart sol darbe projelerinde duvara çarpmıştır. Çarpışma faşizmle eklemlenen bir kemalizm ile devrimci ve sosyalist hareket arasındadır.

(3) II.Savaş sonrasında batıdan gelen demokrasi dalgası sırasında komünist odakların Bayar-Menderes liberalizmiyle aynı perdeden ses vermelerini, kemalizmden bir kopuş saymak mümkün değildir. 1960’ların İdris Küçükömer benzeri örneklerini de… Ancak solun kesinlikle bütününü bağlamamakla birlikte 1970’lere geçildiğinde sosyalizm akımı Türkiye’de kemalizmi sola çekiştiren bir ideolojik marjinalizmi aşmış ve ayrı bir kimlik görüntüsünü topluma verir hale gelmiştir. Bu dönüşümün “kitabının” yazılmaması solun felsefi-teorik geleneğinin zayıflığında aranmalı 25 .

(4) Kopuş bahsinde Kürt kimliğinin yaptığı girdiler de var. Solda kemalizm eleştiriciliğinin yaygınlaşmasında Kürt sorunu faktörünü yine ’70 dönemecinde gözlemleyebiliyoruz. Ancak muhtemelen tarih bilgisi ve bilinci pek zayıf genç devrimci demokrat radikalizmin itiraf edilmemiş bir sıkışlığına sahne oluyor bu dönem. Kaypakkaya parantezi dışında devrimci demokrasi, kemalizmi genel olarak ilerici küçük burjuva radikalizmi olarak olumlamakta ortaklaşmaktaydı. Ancak diğer taraftan olumlanan akımın Kürt sorunundaki çizgisi zora dayalı asimilasyondur ve burada komünist hareketin geçmişi de dayanıklı bir referans oluşturmaz. Bir yanda ilericilik -bu çalışmada tanımlamaya uğraştığım bir tarihsel ilerici fonksiyon zemininin ötesinde, iradi ve ideolojik bir ilericilik- atfedilen kemalizm ve TKP’nin pro-emperyalist ve irticai olduğu gerekçeleriyle Kürt ayaklanmalarına karşı kemalist burjuvaziye sunduğu destek, öte tarafta bu ayaklanmaları kendi tarihlerinin onurlu parçası sayan Kürt devrimci hareketinin doğuş sancıları…

Kemalizmden sol kopuş konusundaki Kürt girdisi ise elbette esas olarak ’80’li yıllara denk düşüyor.

Bu bağlantı noktasına değinmekle yetinmek durumundayım. Bu yazının boyutlarını fazlasıyla aşacak bir başka çalışmanın konusu olduğunu düşünüyorum. Yalnızca şunu ifade ederek geçeceğim:

Kürt devrimci hareketinin tarihsel ve ideolojik kimliği ile Türkiye sosyalist hareketi arasında, bu noktada dürüst ve işlevsel bir anlaşmanın tesis edilebileceğini düşünmüyorum. 1930’ların sonlarına kadar süren Kürt ayaklanmalarına hiçbir biçimde ulusal kurtuluşçuluk atfetmeyen, gericilik ve emperyalist manipülasyonla damgalayan yaklaşım resmi kemalist yorumdur ve sol literatürde kesinkes terkedilmelidir. Ancak bu ulusal kurtuluşçuluğun dinci gericilikle ve feodal aşiret yapısıyla bütünleşmiş olduğu da yalın gerçektir. Her “gecikmiş uluslaşma sürecinin” bu tür tarihsel anakronizmalar üretmesi kaçınılmaz olacaktır. Türk burjuva modernizminin önce pro-emperyalist olması, sonra da anti-emperyalist olamaması gibi… Kürt devrimci hareketinin tarihsel formasyonunun bu bulaşıklığı taşıması bir gerçektir ve bu da, Kürt toplumsallığına özgü bir ideolojik formata işaret eder. Türkiye ilericiliği açısından bakıldığında ise bizim tarihimizde dinci gericilikle herhangi bir pozitif alışverişe girmemizin en ufak bir zemini yoktur. Bu nesnel farklılaşma gerçek bir mesafe yaratıyor. Muhtemelen çözümü sosyalist iktidarımızın onyıllarına, yeni bir toplumsal ideolojinin yapılandırılmasına havale olacak bir mesafedir bu.

Dolayısıyla solun kemalizmden kopuşuna Kürt girdisinin, Türkiye’de sosyalist ideoloji ve siyaset açısından sağlıklı sonuç vermeyeceğini düşünüyorum. Sosyalizmin kemalizmi aşmasında bu kanal çok verimli sayılmamalıdır.

Ancak bu girdi bir kez yapılmıştır. Ve Kürt devrimci dinamiğinin varlığı solun kemalizme geri dönüşüne, daha teferruatlı tarif edersek sosyalist hareketin ilericilik alanında kemalizmin hegemonyasına boyun eğmesine karşı örülmüş çok güçlü bir duvardır. Bu duvarı hesaba katmayanların siyasal yelpazede kendilerini bir anda Türk şovenizmiyle ve militarist politikalarla yan yana bulmaları başka neyi kanıtlayabilir?

(5) Sosyalizmin kemalizmden beslenmesinin imkansız olduğu devrimci kesimlerde yaygın olarak kabul ediliyor. Bir diğer vurguyla dengelenmesi gerekiyor: Sosyalizmin kemalizmden ayrışmış kimliğinin anti-kemalizm ile tanımlanması yanlıştır. Öncelikle, buna gerek duyurmayacak bir deneyim birikimi vardır. Bu birikim belirli bir tarihsel kopuş noktasını içermektedir. Üstelik Türkiye sosyalist hareketinin stratejik adımı sosyalist devrim olarak tanımlandıktan sonra, kemalizmin bir karşıtlık üzerinden tarifi bütünüyle gereksizleşmektedir.

Ancak tüm bunlardan önemlisi, sosyalist devrim sürecinin, bu çalışma boyunca hep sözünü ettiğim ilericilik dünyasını parçalamadan ve hegemonyası altına almadan hayat bulma imkanı da olmayacaktır…

Son noktanın daha fazla açımlanmasını da Türkiye’de sosyalist devrim sürecini merkeze koyan bir başka çalışmaya bırakmak durumundayım. Şimdilik yine “yetiniyorum”: Türkiye sosyalist devriminin ideolojik alandaki düşmanlarının listesi mülk sahibi sınıflara doğrudan işaret eden bir dizi hattın yanısıra dinci gericiliktir, liberalizm/demokratizmdir. Kemalizm ise ilerici değerleri elinden alındığı ölçüde, bir yanda bu değerlerin peşinden koşan ve sınıfına ihanet eden, diğer yanda karşı-devrim cephesinde faşistleşen unsurlara bölünmelidir.

(6)

“… sosyalistler ile kemalistler arasında yepyeni birliklere yöneleceğimizden kuşku duymuyorum. Kemalizm, has anlamda, laisizm, büyük devletlerden bağımsız halk politikaları ve kamu işletmecilerinin öncülüğüdür; bunlar hepimizin ilkeleridir, ancak, tarih olarak kemalizmin adına yazılıyor. Böyle bir birlik önümüzde açıktır; kemalistlerin de ‘bölünme kabusu’ dönemini geride bırakması zorunludur. Ülkemizde, Sevr’in hortlatılması üzerinde politika yapacak akılsızlar olabilir ancak, bunlar, Türkiye ve Kürdistan Solu değildir; evhamlara son vermeye çağırıyorum “26 . [Yalçın KÜÇÜK]

Yukarıdaki alıntının burada ilgilendiğim bölümü yalnızca birinci cümlesidir. Devamını okuyucuyu, tezin açılımı ya da gerekçelerinden mahrum bırakmamak için aldım… Bu değerlendirmeye katılmak mümkün değil. Aslında geçtiğimiz Mart ayında yayınlanan bu çalışmanın Türkiye’nin, başta da kemalist ordu merkezinin Kürt hareketine karşı giriştiği yeni saldırı ışığında bakıldığında talihsiz sayılması da kaçınılmazdır.

Sosyalizmin bölünmemiş ve her deliğe sızabilen, her giysiye bürünebilen, çok-amaçlı ve çok-fonksiyonlu orijinal kemalizmle ne eski ne yeni bir birlikteliği sözkonusu olmayacaktır. Bu hattın asli temsilcisi İP’tir. Perinçek ekolünün “kemalizmin hegemonyası altına girmiş sosyalistler” arasında sayılması bile yanlış olacaktır. Bunlar kemalizme iltihak etmiş hainlerimiz olarak görülmelidir.

(7) Kemalizm laisizme indirgenmemelidir. Sanıyorum, kemalizmin 1997-98’in Asker Partisi ile özdeşleştirilmesi bu yönde yanılgıları davet ediyor:

“Kemalizmden bugüne ne kaldı? Sadece laiklik: bugün Kemalizm bir laiklik ideolojisi…”27 [Melih PEKDEMİR]

Pekdemir haklı olsaydı, solun kemalizmden kopuş problematiğinin üzerine bir çizik atar ve bir fatiha okuyabilirdik. Sosyalizm, laisizme indirgenmiş bir akımdan hangi maksatla kopmaya çalışsın ki! Elbette devlet ve iktidar dini olagelmiş islamın depolitize edilmesini sağlayacak müdahaleyi gerçekleştirirken, sosyalist iktidarımızda ateizm-laisizm dengesini nasıl kuracağımıza yanıt üretmek üzere ciddi bir tartışma ihtiyacı kalacaktır… Ama bunun sosyalizmin kemalizmle kopuş sorunuyla alakası çok dolaylıdır.

Keşke Pekdemir haklı olsaydı. Keşke Türkiye ilericiliğinin yön tayininde durmaksızın karşısına -ya da yanına- çıkıveren, ilericiliği istila eden, sosyalizmi kuşatan amorf bir burjuva modernizmi olmasaydı…

Kemalizmin bir çözeltiden ibaret kalması ve gerçekten de laisizme indirgenmesi, belki de sosyalist hareketin kimi başağrılarını dindirirdi… Bu durumda, solun toplumumuzun ideolojik formatı karşısında aptallaşmasının ve laisizmle ile gericilik arasında kendisini kötü bir tercihe mahkum hissetmesinin zemini kalmayabilirdi.

Durum böyle değil. Öksüz kalmış bir laisizm mi Türkiye siyasetini belirleyebiliyor!

Pekdemir’in yorumu bir de tatsız kapıyı aralıyor. Geriye sadece laiklikliğinin kaldığına inanılan bir kemalizm ile sosyalizmin barışması, doğrusu pek kolay olurdu… Kısaca, yazarın niyetinden bağımsız olarak kemalizmi laisizme indirgemek, sosyalist siyasetin “gardının düşmesi” sonucunu verecektir.

(8) Acaba kemalizmi “bilimsel tarifiyle” ilerici diye adlandırmadığımı bir kez daha ifade etmem gerekiyor mu?

Solda kemalizmin kavranmasında bu kadar sorunlu bir zemin hüküm sürerken, en azından zararı olmayacak, diye düşünüyorum.

Tarihsel olgu olarak bir siyasal akımın değerlendirilmesi ile, bu akımın, başlı başına ideolojik karakterinin otopsi masasına yatırılması iki farklı işlemdir. Her ikisi de yapılmalıdır.

Analizi siyasal mücadelesine yeni çıktılar elde etmek amacıyla yapanlar için, birinci yöntem esastır; ikinci yöntemin zenginleştirici yararlar sağlaması murad edilir. Birleşik bir analiz kemalizmin hem bir ulusal kurtuluşçu akım, hem de gecikmiş ve sıkışmış bir burjuva kuruluş süreci olduğunu gösteriyor. Kemalizm, kapitalizmin tarihe göm(e)mediği gericiliğe karşı set oluşturma misyonunu süreklileştirirken, kurtuluşun kendisi de kapitalizmin kuruluşu da geleneksel gericiliği müttefik sayıyor…

Değil 1990’larda, ’20’lerde, ta 1840’larda işçi sınıfı kararlı devrimci kimliği kendi hanesine yazmıştır; ve kemalizmin nüfus cüzdanında bu unsuru şiddetle bastırmak da vardır.

Her ulusal kuruluş, başka ulus kimliklerine karşı mücadeleyi içerir. Türkiye’de ulusal oluşum, -bu çalışmada hiç değinilmeyen- müslüman olmayan topluluklara derin bir karşıtlık ve kürtlerin asimilasyonunu temel aldı. Kemalizm bu siyasal gericiliğin de doğrudan mirasçısı ve uygulayıcısıdır.

Kemalizm soyut ideolojiye indirgendiği durumda ne olduğuna kolay karar verecek bir hareket değildir. Türkiye’de ilericilik platformuna yerleşmiş olması ise, bir bilimsel prensip değil, toplumu tarihsel olarak bağlayan bir maddi veridir.

İlericilik zemini geleceğin ittifak politikalarının belirlenmesinde yeterli olmayacaktır. Bugünden sosyalist devrimin siyasal ve ideolojik müttefik adaylarından bahsetmenin bir verimi de yok. Türkiye sosyalist hareketi önce bu zeminin ayrıksı ama etkin bir öğesi, bir referans noktası haline gelmeli… Sosyalizminin demokrat sapmalarının ise burjuva liberalizmi tarafından boğulmalarını kaçınılmaz sayıyorum. Açıkçası onların tercih ettikleri alana hegemonya kurmaları olanağı bulunmuyor. Ancak ilericilik üzerinde otoritesini tesis eden sosyalist hareketin iktidar yürüyüşü, liberal solun da parçalanmasını getirecektir.

Kemalizmi, sosyalistlere bu kadar uzun boylu tartıştıran özelliği amorfluğu. Bu amorfluk kemalizmin, felsefi zaafını anlatsa da, Türkiye’de burjuva devrimi felsefi zenginlikten çok başka şeylere, en başta politik manevra yeteneğine ihtiyaç duydu. Burjuva diktatörlüğü bu saptamayı geçerli kılmaya devam ediyor. Amorfluk, terimin ilk çağrıştırdığı fonksiyonla, her kalıba girme ve kuşatma gücüyle de sınırlı kalmıyor. Kemalizm yalnızca pragmatik bir yönetim sistematiği olmakla yetinmiyor ve aynı zamanda siyasal iktidar nosyonuna ilişkin iddialık anlamına geliyor. Bu iddia kemalizmin kapitalizm koşullarında ölmeyecek olan yanıdır.

Türkiye kapitalizmi burjuva sınıfların ortak ülküsüne ulaşamadığı ölçüde, zayıf halka olmaktan çıkıp dünya kapitalizminin eşit ve devrime en fazla, gelişkin/oturmuş kapitalizmler kadar yakın bir üyesi haline gelmedikçe, özetle devrim güncelliğini kaybetmedikçe, kemalizmi de tarihe gömemeyecektir. Her kriz kemalizme davet çıkartmaya devam edecek. Bu davet kah çöküşü engellemek üzere olacak kah yeni bir atılım amacıyla… Kah 12 Eylül’de olduğu gibi devrimci kriz zeminini düzlemek için, kah bugün olduğu gibi dinci gericiliğin ya da faşist karşı-devrimci ağırlıkların defedilmesi misyonuyla…

Amorfluk teslim alma gücüne sahip olabiliyor dedik. İyi de, amorfluk tarafından teslim alınabilenlerin yalnızca güçsüzler olduğunu eklemeye gerek var mı?

(AYDIN GİRİTLİ - GELENEK - Sayı: 57, Haziran 1998)

Dipnotlar

Yeni Yaşam Dergisi’nin Türkçü yorumun temsilcisi olarak öne çıkıyor. Ancak Kemalizme güneşdil teorisi dönemini hatırlatan referanslarla bir ideolojik omurga kurgulama yolunun henüz pek başlarında oldukları anlaşılıyor: “Türkçülük, Türk ulusçuluğunun daha da kapsayıcı bir söyleyişle, Türk ulusalcılığının özel adıdır. Bizim bu özel adı ısrarla öne çıkarmamızın iki nedeni var. Bunlardan birincisi, Türk ulusçuluğunun Arapçadan bozma ve ne idüğü belirsiz hale getirilmiş olan bir “milliyetçilik” yapıştırması (etiketi) ile Türk özünden uzaklaştırılması yani kendi özüne yabancılaştırılmasıdır. İkincisi de, çok yakın bir süre öncesinde, ulusu, ulusçuluğu, ulus devleti ve hatta Mustafa Kemal Atatürk’ü birden bire (!) bir takım türedilerin “adı olmayan bir ulus ve ulusçuluk” icad (!)etmiş olmalarıdır…” ( Hanifi Altaş; ” Türkçülük; Halkçılıktır” ; Yeni Hayat 42, Nisan 1998; s.3). Bu zorlama teoriciliğin birden fazla eğilime tepki barındırdığı görülüyor. Millet sözcüğünün etimolojik açıdan ümmet ile özdeş olmasına,bunu keşfeden liberal kemalizm eleştirisine,milliyetçiliğin faşizan akımlarla kardeş bir kavram hale gelmesine, ulus formasyonun etnik birleştiriciliğin kürt kimliğinin asimilasyona baş kaldırması karşısında zayıf düşmesine…
“Bizim yiğit halkımızında”, Türkiye topraklarında emperyalizme ve kapitalizme karşı geliştirdiği ‘Cephe’nin ve ‘Güçbirliği’nin orijinal ismi ve cismi, 80 yıldır belli: Başta işçi sınıfımız olmak üzere, halk öncülüğünde KUVAYİ MİLLİYE.” (Nezih Gençler; ‘Emperyalizmin Hedefi: UlusalCemhuriyeti Yıkmak’ ; Kuvayi Milliye Kitap Dizisi: 8, Ocak-Şubat 1998; s.2.)
Kemalizmle şeriat arasındaki uzlaşma eğilimlerini başka türlü yorumlayanlarda var: “Türkiye’de gerilimi arttıran bir de siyasal kemalizm var. Modernleşme süreci ile-ki buna bir tür sivil kemalizmde denilebilir belki- otantik islam ilginç bir şekilde harmanlanıyor ve barışık bir biçimde yaşayabiliyor.” (Ufuk Uras; ’21. Yüzyılın Sosyalizmi, Özgürlükçü Sosyalizm Olacak’ ; Hazırlayanlar: Metin Gülbay-Murat Ören, Geleceğin Solu Solun Geleceği, Alan Yay. İstanbul Kasım 1997 içinde, s.278. ) Kapitalist Türkiye’de gerilimin artmasından rahatsız olduğu anlaşılan bir sol parti yöneticisinin “varlığına” takılmayacağım. ÖDP’yi biliyoruz… Mesele şu ki, kemalizmi ve şeriatçılığı kendi içlerinde siyasal ve sivil bölmelere ayırmak ve tabloyu yeniden çizerek siyasalları resmi ideoloji başlığı altında devletin, sivilleri de özgürlükçülük bayrağı altında toplumun alanına çekmeyi önermek pek öyle büyük bir yaratıcılık değildir. Kemalizmin de şeriatın da depolitize edilmesi için Türkiye’nin sözcüğün derinlemesine anlamıyla batılılaşması gerekiyor. Türkiye gelişmiş kapitalist dünyanın aynı nitelikleri taşıyan ve eşit kabul edilen parçası haline geldiğinde bu mümkün olacaktır… İsteyen burjuva devriminin nihai hedefi desin, isteyen sermaye düzeninin ütopyası, ya da olmayacak dua… Uras’ın bu düşüncesi, kanımca yakın geçmişte gericilikle diyalog kurmaya rıza gösteren kemalistlerin bu sancılı pratiği rasyonalize etme yollarının da ifadesi oluyor.
Söz konusu kan uyuşmazlığının tarihi kökleri var. Türkiye burjuva devriminin nesnelliği liberalizmi dinci gericilikle aynı safta buluşturmaya çok önceleri başladı: “İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 boyunca ve 1909’un ilk aylarında muhalefetin iki türüyle uğraşmak zorunda kaldı: Ahrar Fırkası ve İttihad-ı Muhammedi.” (Melih Pakdemir; Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük 1; Doruk Yay. Ankara Aralık 1997; s.51.) Birincisi Prens Sebahattin’in liberalizmi, ikincisi Nakşibendi Şeyhi Derviş Vahdeti’nin gericiliği…
ÇULHAOĞLU Metin; “Kemalizm Ve Sosyalizm Yıllar Sonra Aynı Kaderi Paylaşıyor”; Levent Cinemre-Ruşen Çakır; Sol Kemalizme Bakıyor içinde s.158; Metis Yay. İstanbul 1991.
SAVRAN Sungur; “Osmanlı’dan Cumhuriyete:Türkiye’de Burjuva Devrimi Sorunu” 11. Tez No:1 içinde, İst. Kasım 1985; s.202.
AHMAD Feros; İttihat ve Terakki 1908-1914 ; Kaynak Yay. İst. 1984 s.259.
KAYPAKKAYA İbrahim; Seçme Yazılar, Cihan yay. 1978; ss.140-141
ÇULHAOĞLU M.; Bir Mirasın Güncelliği Tarih Türkiye Sosyalizm Gelenek yay. istanbul Mart 1988; ss.124-5
ANAP ve DTP için kısa ve güncel yorumlar için bak. Aydemir Güler; “Jakobenizmin Güncelliği” (Sosyalist İktidar gazetesi no:142, 20.03.1998, s.11 ya da Asker Partisi Ne İstiyor [A.Güler ve Kemal Okuyan] içinde ss.162-164) ve “Bunları mı Ciddiye Alalım” (Sosyalist İktidar no:144 03.04.1998, s.11)
Restorasyonun haftalık haber-yorum dergisi olarak birkaç ay önce yayına sokulan Strateji, Deniz Baykal’ın eline asla açık çek verilmediğini, tersine çek defterinin iptali için nezaman istense yeterli gerekçe bulunabileceğini ilan ediyor. Strateji’ye göre Çiller’i ABD vatandaşlığıyla eleştiren Baykal’ın kızı Aslı doğustan Amerikan vatandaşıdır. Baykal “Sosyal-demokrat Özal’dır”, 1960’lardan beri Amerikancı, hatta Amerika’nın adamıdır, din istismarcılarını partisine doldurmuştur, liberaldir… (“Amerikalı Kızın Babası”, Strateji no:11 02.04.1998; ss.26-27)
YILDIZ Ahmet; “27 Mayıs Devrimi ve Askersel Darbeler”; Darbeler “Demirkırat”lar ve 27 Mayıs (Hazırlayan: Sadık Göksu; Anahtar kitaplar içinde, s.50
AHMAD; age, s.269
AHMAD; age, s.259
Kemalizmin planlı kalkınmaya ve kamuculuğa yönelik eğilimi, ideolojik bir bağlanmadan değil, dönemin uluslararası kapitalist işbölümü tarafından dayatılan seçeneğin dışındaki tek yol olmasından kaynaklanır. Uluslararası işbölümünün dayatacağı biçim, Türkiye’yi gelişmiş kapitalizmin hammadde deposu bir tarım ülkesi olmaya mahkum ederdi. Bu, yapısal sorunlara bulunan tarihsel yanıtla, batıcı çare ile uyumsuzdur.
AKAT Asaf Savaş; “1923-50 Arası Sağ Bir Diktatörlüktür” Cinemre-Çakır age içinde, s.85
Kıvılcımlı Cemal Gürselle görüşmek için çok çaba gösteriyor. Vatan Partisi’nin Genel Başkanı, Türkiye’nin en eski Marksistlerinden inançlı devrimci Doktor Hikmet, “aga”nın kapısında saatlerce bekletiliyor. Aslında ağır bir hakaret olan bu tavrı, Kıvılcımlı “MBK’nde rezonans görmedik” diyerek sineye çekecektir. Başka Marksistler de Doktor’u bu mecrada yalnız bırakmıyorlar. 27 Mayısçılıkta geri durmamalarına karşılık Abidin Nesimi ve Mihri Belli 27 Mayıs sonrasında yazılarından dolayı hapse giriyorlar. Aybar, Gürsel’e bir mektup yazarak sosyalist parti kurulabilmesine imkan verilmesi dahil öneri ve taleplerini iletiyor. Mektubunu takiben hakkında bir vesileyle dava açılıyor… (Bak. Sadık Göksu (hazırlayan); Darbeler, “Demirkırat”lar ve 27 Mayıs, Anahtar kitaplar içinde Cemal Beyhan, “Sosyalistler 27 Mayısla Başlayan Devrim Eylemine Koşuyor” ss.231-257)
TUNCAY Mete; “Mustafa Suphi Öldürülmeseydi Muhtemelen Bakan Olurdu”; Cinemre-Çakır, age içinde, s.14
TUNCAY M.; agm, s.22
KÖKER Levent; “Sol, Çağdaşlaşma Adına Kemalizm’i Hep Olumladı”; Cinemre-Çakır, age içinde, ss.41-42
AKAT; agm s.89
İNSEL Ahmet; “Sosyalist Olduğum için Anti-Kemalistim”; Cinemre-Çakır, age içinde, s.196 
İNSEL; agm, s.193
ÇUBUKÇU Aydın ; “Türk Solu Kendi Kimliğiyle Kemalizm’le Asla Hesaplaşmadı”; Cinemre-Çakır, age içinde, s.217
Yeri gelmişken yukarıda bol bol alıntı yaptığım derlemede yer verilen sol yorumcuların bir kitaba haksızlık yaptıklarını da belirtmek istiyorum. Yalçın Küçük’ün 1970’lerin sonlarına dek gelen Türkiye Üzerine Tezler’i ( Türkiye Üzerine Tezler 1908-1978 1. Kitap; Tekin Yay. İst. 1978 ve 2. Kitap 1979) Solda kemalizmin kavranışında bir eşiktir. Bu çalışma, kemalizmi burjuva devrim süreci çerçevesine, ancak anti-emperyalizm ve jakobenizm başlıklarındaki abartılı yorumları tasviye ederek yerleştiren oldukça sağlıklı bir kemalizm eleştirisidir.
KÜÇÜK Yalçın; “Birlik Programı”, Hepİleri Sayı; 12, Mart 1998, s.20
PEKDEMİR Melih; Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük 2, Doruk Yay.Ankara, Aralık 1997, s.191.
Daha yeni Daha eski