Gerçek şu ki Erdoğan’ın halka sunacağı inandırıcı bir politikası yok. AKP içi kriz ve MHP’nin kendine güvenli hali Erdoğan’a hem muhalefet içinden yeni müttefikler bulmak hem de halk desteğini yeniden güçlendirmek için çeşitli hamleler yaptırıyor. Ancak bu hamleler ucuz propagandanın ya da vaatlerin ötesine geçemiyor...
ÇARE BİZDE, ÇARE ÖRGÜTLÜ HALKTA!
Kuşkusuz geçtiğimiz hafta Erdoğan ve ekibinin en beklenti içinde olduğu gündem ABD’deki BM toplantısıydı. Ancak Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyinde inşaat yapma planını anlatması dışında bir sonuç yaratmadı. Trump’la yapmayı umdukları görüşme olmadan geri döndü. Suriye’nin kuzeyinden Kürtleri temizleyip güvenli bölge kurma ve sonra da bu bölgede TOKİ’ye binalar yaptırma projesi Ağustos ayından bu yana “bir gün bile bekleyecek tahammülümüz yok” ajitasyonuyla gündeme getiriliyor. MGK toplantısı sonuçlarından meclis açılışındaki konuşmaya kadar her yerde AKP’nin iç politika malzemesi olarak kullanılan “güvenli bölge” projesinin savaş ve Suriye topraklarının işgali anlamına geldiğini kimsenin unutmaması gerekiyor.
Gerçek şu ki Erdoğan’ın halka sunacağı inandırıcı bir politikası yok. AKP içi kriz ve MHP’nin kendine güvenli hali Erdoğan’a hem muhalefet içinden yeni müttefikler bulmak hem de halk desteğini yeniden güçlendirmek için çeşitli hamleler yaptırıyor. Ancak bu hamleler ucuz propagandanın ya da vaatlerin ötesine geçemiyor. İktidar adeta top çeviriyor.
Meclis açılır açılmaz gündeme gelen yargı paketi, Erdoğan’dan yumuşama bekleyenler için bir kez daha hayal kırıklığı oldu. Yıllardır koruma ordularıyla gezen Erdoğan’ın, market alışverişli reklam filmi yine korumalarının azizliğine uğradı. Halkın sahte halkçılığa ve sahte demokrasiye karnı tok. Bu nedenledir ki AKP’li Faruk Çelik Cumhurbaşkanı seçilme oranı olan %50+1’in Türkiye’yi yoracağını %40’a çekilmesi gerektiğini söylüyor.
Ülkenin bu halinden ana muhalefet partisinin kendine görev çıkardığı söylenebilir. Özellikle büyükşehir belediyelerinin kazanılması, Kürt sorunu konusunda yeni bir rapor hazırlanacağını söylemi ve gerçekleştirdiği Suriye Konferansı CHP’nin bu süreçte kendini öne çıkardığı başlıklar oldu. CHP’nin Suriye konusunda bir konferans yapması, Suriye hükümeti başta olmak üzere bütün “meşru taraflarla” diyalog ve barış çağrısı yapması elbette önemlidir. Ancak konferansa Kürtlerin temsilcilerinin hiçbir şekilde çağrılmaması ve Suriye’nin kuzeyine yönelik bir askeri operasyona açık tutum alınmaması CHP’nin “devletin âli menfaatleri” uğruna daha önce düştüğü hatalardan ders çıkarıp çıkarmadığı konusundaki şüpheleri diri tutuyor. Geçtiğimiz haftalarda büyükşehir belediye başkanlarının Saray’a gidişi ve IMF heyetiyle yapılan görüşme, CHP’nin bir düzen partisi olarak “düzenin sürekliliğini sağlamaya adayım” mesajını güçlendiriyor. CHP, aşırı beklentilere kapılanlara, kendi sınırlarının düzen siyasetinin sınırları olduğunu hatırlatıyor.
Altında halk kalıyor
İstanbul depremi büyük bir panik ortamı yarattı. Ve bu uyarıcı depremle birçok unutulmuş gerçeği yeniden hatırladık. 99 yılında on binlerce insanın ölümüne neden olan depremden bu yana İstanbul depremine dair herhangi bir ilerleme olmamış; konutlar denetlenmemiş, tamamen sermayeye devredilen GSM şirketleri deprem anında iletişim hizmeti veremeyecek durumdaymış, afet toplanma alanlarının sayısı 407’den 77’ye düşmüş, deprem için toplanan vergiler deprem hazırlığı için kullanılmamış, halkı büyük İstanbul depremine hazırlamak için hiçbir şey yapılmamış… Yapılmayanları sıralamak çok zor çünkü liste uzayıp gidiyor. Bilim insanlarının genel görüşü bu depremin uyarıcı bir deprem olduğu ve İstanbul’un büyük bir depreme hazır olmadığı. AKP’nin bu konuda gerçek bir hazırlık yapma derdinin olmadığı AFAD Müdürlüğü’ndeki toplantıya İBB Başkanı İmamoğlu’nun çağrılmamasından belli. Oysa deprem halkın gerçek derdi. Deprem öncesi devletin yapması gerekenler, deprem anında yapılacaklar, deprem sonrasında yapılacaklar… Ülkede gerçek bir deprem seferberliği ilan edilmesi ve bunun hem merkezi devlet kurumları hem belediyeler hem de emek, meslek ve halk örgütleriyle beraber yapılması gerekiyor. En tepeden toplumun en küçük nüvesine kadar girecek bir örgütlenmeye ihtiyaç var. Bu noktada elbette halkın çıkarlarından başka çıkar gözetmeyen devrimcilerin alacağı rol önemli olacaktır. 99’dan bu yana toplanan 64 milyar lira deprem vergisinin nereye kullanıldığının hesabını sormak, depremle ilgili bilgilendirme çalışmaları yapmak, halkı örgütlü olmaya çağırmak, muhtarlıkları ve belediyeleri zorlayarak gönüllü ekipleri ve toplanma alanları oluşturmak, deprem anı için bir eylem planı çıkarmak… önümüzdeki dönemin en önemli görevlerinden. Olası İstanbul depreminin sadece İstanbul’u ilgilendirmediğini, bütün ülkenin gündemini belirleyeceğini ve olumlu ya da olumsuz tecrübelerin ülkenin toplumsal-siyasi geleceğini de doğrudan etkileyeceğini akılda tutmak gerekiyor.
Halkın üzerine çöküyorlar. Ekonomide halkın yaşadığı depremin sarsıntıları ise bitmiyor. Sermayeyi korumayı öne alan ekonomik programlar uygulandığı sürece halkın geçim derdi azalmadan devam edecek. Damat Albayrak’ın yeni ekonomi programını açıklamasının hemen ardından elektriğe yeniden zam yapıldı. Son 1 yılda doğalgaza ve elektriğe 10 kez zam yapılırken yalnızca 2 kez indirim yapıldı. Son zamla asgari tüketimi 230 kilovatsaat olan 4 kişilik bir ailenin elektrik faturası 126 liraya çıktı. Bu zamların anlamı enerji şirketlerinin borcunun halka fatura edilmesidir. AKP döneminde enerji sektörünün yüzde 85’i özelleştirildi! Bu şirketler ülkenin doğasını, havasını, suyunu yok ederken, insan sağlığını hiçe sayarken bir yandan da enerji dağıtım hizmetlerini alıp halka elektriği pahalıya sattılar. Buna rağmen elektrik üretim ve dağıtım sektörünün mevcut borç stoku 47 milyar dolar. İşte bu yüzden, enerji şirketleri batmasın diye enerji fiyatlarına zam üstüne zam yapıyorlar. Ve bu şirketlerin başında devletten en çok ihale alan ilk 5 şirket listesine giren Cengiz, Kolin, Limak, Kalyon grupları bulunuyor. Halk, bu şirketlerin borcunu ödemek zorunda değildir ve her haneye ortalama asgari ihtiyacına denk düşen 140 metreküp doğalgazın, 230 kilovatsaat elektriğin parasız verilmesi için mücadele etmeli ve enerji hakkı için örgütlenmelidir. Sadece enerji zamları değil, damat Albayrak’ın açıkladığı ikinci yeni ekonomi programı iktisatçıların deyimiyle imzalanmamış bir IMF programı gibi. Verginin tabana yayılması, ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon yerine beklenen enflasyonun baz alınması, iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi, Varlık Fonu’nun kullanılmaya devam edileceği… Geçtiğimiz günlerde İstanbul Finans Merkezi’nde batmak üzere olan 3 şirket, Ağaoğlu, İntaş ve YDA, Varlık Fonu ile kurtarıldı ve Varlık Fonu tamamen kamu kaynağından oluşuyor. Yani AKP’nin ekonomik programı tamamen şirketlerin borçlarını üstlenip emeğin ücretlerini baskılamak ve zamlarla vergilerle halkın üstüne çökmek üzerine kuruluyor.
Kendinden olmayana, yoksula, kadına, işçiye adalet yok
Erdoğan BM toplantısında “adalet nerede” diye bağırıyor oysa Türkiye’de adalet arayanların sayısı her geçen gün artıyor. Toplumun en az yarısı iktidar tarafından düşmanlaştırılırken, geri kalanlar da biat ettikleri ölçüde sahipleniliyor. Ancak cinsel, ulusal, dinsel, sınıfsal dışlama AKP’nin tarif ettiği yapay sınırların çok ötesine geçiyor.
Kör olmayanın görmesi için HDP önü eylemlerle AKP önü eylem girişimleri arasındaki ayrımcılık bile yeter anlatmaya. Son olarak, işlerine geri dönmek amacıyla AKP önünde “İşçi kıyımları ve duyarsızlık” adıyla oturma eylemi yapmak isteyen 3 işçiye Diyarbakır Valiliği, siyasi parti önünde eylem yapmanın parti faaliyetlerini engelleyeceği için Anayasal suç olduğunu ve kent genelinde 18 Eylül ile 2 Ekim tarihleri arasında her türlü eylem ve etkinliğin valilikçe yasaklandığını gerekçe göstererek izin vermedi. Oysa Diyarbakır’da HDP önünde oturma eylemi devam ediyor.
10 Ekim Ankara Katliamı’nın üzerinden tam 4 yıl geçti. Katliama ilişkin hazırlanan iddianamede IŞİD’in Türkiye sorumlusu olduğu söylenen İlhami Balı’nın kırmızı bültenle arandığı dönemde MİT tarafından Ankara’da bir otelde konaklatıldığı mecliste gündem oldu. Tabii İçişleri Bakanlığı soruları yanıtsız bıraktı. Üstüne 10 Ekim mağdurlarının İçişleri Bakanlığı’na açtığı tazminat davalarında talep edilenin altında miktarlara hükmedilince Bakanlık, avukatlarının vekalet ücretlerini mağdur ailelerden istedi. Bu aymazlığı, saldırganlığı, işbirlikçiliği, katliamı ve ölenleri unutturmamak, hesap sormak için bugüne kadar yapılanlar yeterli değil elbette. Daha çok örgütlenmek daha çok mücadele etmek şart.
Kurdukları sistemin çürümüşlüğü ve adaletsizliği bir kadının ölümüyle yeniden açığa çıktı. AKPli vekil Şirin Ünal’ın evinde intihar ettiği iddia edilen göçmen işçi Nadira Kadirova’nın cenazesi polis tarafından apar topar memleketine gönderildi. Soruşturmayı yürüten savcı, Kadirova’nın Şirin Ünal tarafından taciz edildiği iddiasında bulunan arkadaşına “Siz Nadira Kadirova’yı fuhuşa mı götürüp getiriyormuşsunuz?” diye sordu. Vekil Şirin Ünal konuyla ilgili tek bir kelime etmedi. AKP’li bakanlar ve yöneticiler bu ölüm hiç olmamış gibi davranıyor. Hızlı bir refleks verilmemiş olsa da Nadira’nın ölümü halkın gündemine girmeye başladı. İntihar ya da cinayet her ne olursa olsun Nadira’ya ne olduğunu sormalı, sorumlu olanların hesap vermesini sağlamalı.
Bu yazıya konu olan ya da olamayan sadece son iki haftalık gelişmeler bile egemenlerinin çarkının dönmekte zorlandığını gösteriyor. Erdoğan’ın tek adamlık rejimi halka güven vermiyor. Bu çürüme, faşizm ve sermaye saldırganlığı karşısında halk kendini, haklarını, yarınlarını nasıl savunacak? Sorulması gereken soru ve cevabını yüzyıllardır bildiğimiz gerçek: Tek çare halkın örgütlü gücü. (SENDİKA.ORG) (METNİN ÜST BAŞLIĞI TARAFIMIZDAN KONULMUŞTUR - GAZETE DEMOKRAT)
ÇARE BİZDE, ÇARE ÖRGÜTLÜ HALKTA!
Kuşkusuz geçtiğimiz hafta Erdoğan ve ekibinin en beklenti içinde olduğu gündem ABD’deki BM toplantısıydı. Ancak Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyinde inşaat yapma planını anlatması dışında bir sonuç yaratmadı. Trump’la yapmayı umdukları görüşme olmadan geri döndü. Suriye’nin kuzeyinden Kürtleri temizleyip güvenli bölge kurma ve sonra da bu bölgede TOKİ’ye binalar yaptırma projesi Ağustos ayından bu yana “bir gün bile bekleyecek tahammülümüz yok” ajitasyonuyla gündeme getiriliyor. MGK toplantısı sonuçlarından meclis açılışındaki konuşmaya kadar her yerde AKP’nin iç politika malzemesi olarak kullanılan “güvenli bölge” projesinin savaş ve Suriye topraklarının işgali anlamına geldiğini kimsenin unutmaması gerekiyor.
Gerçek şu ki Erdoğan’ın halka sunacağı inandırıcı bir politikası yok. AKP içi kriz ve MHP’nin kendine güvenli hali Erdoğan’a hem muhalefet içinden yeni müttefikler bulmak hem de halk desteğini yeniden güçlendirmek için çeşitli hamleler yaptırıyor. Ancak bu hamleler ucuz propagandanın ya da vaatlerin ötesine geçemiyor. İktidar adeta top çeviriyor.
Meclis açılır açılmaz gündeme gelen yargı paketi, Erdoğan’dan yumuşama bekleyenler için bir kez daha hayal kırıklığı oldu. Yıllardır koruma ordularıyla gezen Erdoğan’ın, market alışverişli reklam filmi yine korumalarının azizliğine uğradı. Halkın sahte halkçılığa ve sahte demokrasiye karnı tok. Bu nedenledir ki AKP’li Faruk Çelik Cumhurbaşkanı seçilme oranı olan %50+1’in Türkiye’yi yoracağını %40’a çekilmesi gerektiğini söylüyor.
Ülkenin bu halinden ana muhalefet partisinin kendine görev çıkardığı söylenebilir. Özellikle büyükşehir belediyelerinin kazanılması, Kürt sorunu konusunda yeni bir rapor hazırlanacağını söylemi ve gerçekleştirdiği Suriye Konferansı CHP’nin bu süreçte kendini öne çıkardığı başlıklar oldu. CHP’nin Suriye konusunda bir konferans yapması, Suriye hükümeti başta olmak üzere bütün “meşru taraflarla” diyalog ve barış çağrısı yapması elbette önemlidir. Ancak konferansa Kürtlerin temsilcilerinin hiçbir şekilde çağrılmaması ve Suriye’nin kuzeyine yönelik bir askeri operasyona açık tutum alınmaması CHP’nin “devletin âli menfaatleri” uğruna daha önce düştüğü hatalardan ders çıkarıp çıkarmadığı konusundaki şüpheleri diri tutuyor. Geçtiğimiz haftalarda büyükşehir belediye başkanlarının Saray’a gidişi ve IMF heyetiyle yapılan görüşme, CHP’nin bir düzen partisi olarak “düzenin sürekliliğini sağlamaya adayım” mesajını güçlendiriyor. CHP, aşırı beklentilere kapılanlara, kendi sınırlarının düzen siyasetinin sınırları olduğunu hatırlatıyor.
Altında halk kalıyor
İstanbul depremi büyük bir panik ortamı yarattı. Ve bu uyarıcı depremle birçok unutulmuş gerçeği yeniden hatırladık. 99 yılında on binlerce insanın ölümüne neden olan depremden bu yana İstanbul depremine dair herhangi bir ilerleme olmamış; konutlar denetlenmemiş, tamamen sermayeye devredilen GSM şirketleri deprem anında iletişim hizmeti veremeyecek durumdaymış, afet toplanma alanlarının sayısı 407’den 77’ye düşmüş, deprem için toplanan vergiler deprem hazırlığı için kullanılmamış, halkı büyük İstanbul depremine hazırlamak için hiçbir şey yapılmamış… Yapılmayanları sıralamak çok zor çünkü liste uzayıp gidiyor. Bilim insanlarının genel görüşü bu depremin uyarıcı bir deprem olduğu ve İstanbul’un büyük bir depreme hazır olmadığı. AKP’nin bu konuda gerçek bir hazırlık yapma derdinin olmadığı AFAD Müdürlüğü’ndeki toplantıya İBB Başkanı İmamoğlu’nun çağrılmamasından belli. Oysa deprem halkın gerçek derdi. Deprem öncesi devletin yapması gerekenler, deprem anında yapılacaklar, deprem sonrasında yapılacaklar… Ülkede gerçek bir deprem seferberliği ilan edilmesi ve bunun hem merkezi devlet kurumları hem belediyeler hem de emek, meslek ve halk örgütleriyle beraber yapılması gerekiyor. En tepeden toplumun en küçük nüvesine kadar girecek bir örgütlenmeye ihtiyaç var. Bu noktada elbette halkın çıkarlarından başka çıkar gözetmeyen devrimcilerin alacağı rol önemli olacaktır. 99’dan bu yana toplanan 64 milyar lira deprem vergisinin nereye kullanıldığının hesabını sormak, depremle ilgili bilgilendirme çalışmaları yapmak, halkı örgütlü olmaya çağırmak, muhtarlıkları ve belediyeleri zorlayarak gönüllü ekipleri ve toplanma alanları oluşturmak, deprem anı için bir eylem planı çıkarmak… önümüzdeki dönemin en önemli görevlerinden. Olası İstanbul depreminin sadece İstanbul’u ilgilendirmediğini, bütün ülkenin gündemini belirleyeceğini ve olumlu ya da olumsuz tecrübelerin ülkenin toplumsal-siyasi geleceğini de doğrudan etkileyeceğini akılda tutmak gerekiyor.
Halkın üzerine çöküyorlar. Ekonomide halkın yaşadığı depremin sarsıntıları ise bitmiyor. Sermayeyi korumayı öne alan ekonomik programlar uygulandığı sürece halkın geçim derdi azalmadan devam edecek. Damat Albayrak’ın yeni ekonomi programını açıklamasının hemen ardından elektriğe yeniden zam yapıldı. Son 1 yılda doğalgaza ve elektriğe 10 kez zam yapılırken yalnızca 2 kez indirim yapıldı. Son zamla asgari tüketimi 230 kilovatsaat olan 4 kişilik bir ailenin elektrik faturası 126 liraya çıktı. Bu zamların anlamı enerji şirketlerinin borcunun halka fatura edilmesidir. AKP döneminde enerji sektörünün yüzde 85’i özelleştirildi! Bu şirketler ülkenin doğasını, havasını, suyunu yok ederken, insan sağlığını hiçe sayarken bir yandan da enerji dağıtım hizmetlerini alıp halka elektriği pahalıya sattılar. Buna rağmen elektrik üretim ve dağıtım sektörünün mevcut borç stoku 47 milyar dolar. İşte bu yüzden, enerji şirketleri batmasın diye enerji fiyatlarına zam üstüne zam yapıyorlar. Ve bu şirketlerin başında devletten en çok ihale alan ilk 5 şirket listesine giren Cengiz, Kolin, Limak, Kalyon grupları bulunuyor. Halk, bu şirketlerin borcunu ödemek zorunda değildir ve her haneye ortalama asgari ihtiyacına denk düşen 140 metreküp doğalgazın, 230 kilovatsaat elektriğin parasız verilmesi için mücadele etmeli ve enerji hakkı için örgütlenmelidir. Sadece enerji zamları değil, damat Albayrak’ın açıkladığı ikinci yeni ekonomi programı iktisatçıların deyimiyle imzalanmamış bir IMF programı gibi. Verginin tabana yayılması, ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon yerine beklenen enflasyonun baz alınması, iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi, Varlık Fonu’nun kullanılmaya devam edileceği… Geçtiğimiz günlerde İstanbul Finans Merkezi’nde batmak üzere olan 3 şirket, Ağaoğlu, İntaş ve YDA, Varlık Fonu ile kurtarıldı ve Varlık Fonu tamamen kamu kaynağından oluşuyor. Yani AKP’nin ekonomik programı tamamen şirketlerin borçlarını üstlenip emeğin ücretlerini baskılamak ve zamlarla vergilerle halkın üstüne çökmek üzerine kuruluyor.
Kendinden olmayana, yoksula, kadına, işçiye adalet yok
Erdoğan BM toplantısında “adalet nerede” diye bağırıyor oysa Türkiye’de adalet arayanların sayısı her geçen gün artıyor. Toplumun en az yarısı iktidar tarafından düşmanlaştırılırken, geri kalanlar da biat ettikleri ölçüde sahipleniliyor. Ancak cinsel, ulusal, dinsel, sınıfsal dışlama AKP’nin tarif ettiği yapay sınırların çok ötesine geçiyor.
Kör olmayanın görmesi için HDP önü eylemlerle AKP önü eylem girişimleri arasındaki ayrımcılık bile yeter anlatmaya. Son olarak, işlerine geri dönmek amacıyla AKP önünde “İşçi kıyımları ve duyarsızlık” adıyla oturma eylemi yapmak isteyen 3 işçiye Diyarbakır Valiliği, siyasi parti önünde eylem yapmanın parti faaliyetlerini engelleyeceği için Anayasal suç olduğunu ve kent genelinde 18 Eylül ile 2 Ekim tarihleri arasında her türlü eylem ve etkinliğin valilikçe yasaklandığını gerekçe göstererek izin vermedi. Oysa Diyarbakır’da HDP önünde oturma eylemi devam ediyor.
10 Ekim Ankara Katliamı’nın üzerinden tam 4 yıl geçti. Katliama ilişkin hazırlanan iddianamede IŞİD’in Türkiye sorumlusu olduğu söylenen İlhami Balı’nın kırmızı bültenle arandığı dönemde MİT tarafından Ankara’da bir otelde konaklatıldığı mecliste gündem oldu. Tabii İçişleri Bakanlığı soruları yanıtsız bıraktı. Üstüne 10 Ekim mağdurlarının İçişleri Bakanlığı’na açtığı tazminat davalarında talep edilenin altında miktarlara hükmedilince Bakanlık, avukatlarının vekalet ücretlerini mağdur ailelerden istedi. Bu aymazlığı, saldırganlığı, işbirlikçiliği, katliamı ve ölenleri unutturmamak, hesap sormak için bugüne kadar yapılanlar yeterli değil elbette. Daha çok örgütlenmek daha çok mücadele etmek şart.
Kurdukları sistemin çürümüşlüğü ve adaletsizliği bir kadının ölümüyle yeniden açığa çıktı. AKPli vekil Şirin Ünal’ın evinde intihar ettiği iddia edilen göçmen işçi Nadira Kadirova’nın cenazesi polis tarafından apar topar memleketine gönderildi. Soruşturmayı yürüten savcı, Kadirova’nın Şirin Ünal tarafından taciz edildiği iddiasında bulunan arkadaşına “Siz Nadira Kadirova’yı fuhuşa mı götürüp getiriyormuşsunuz?” diye sordu. Vekil Şirin Ünal konuyla ilgili tek bir kelime etmedi. AKP’li bakanlar ve yöneticiler bu ölüm hiç olmamış gibi davranıyor. Hızlı bir refleks verilmemiş olsa da Nadira’nın ölümü halkın gündemine girmeye başladı. İntihar ya da cinayet her ne olursa olsun Nadira’ya ne olduğunu sormalı, sorumlu olanların hesap vermesini sağlamalı.
Bu yazıya konu olan ya da olamayan sadece son iki haftalık gelişmeler bile egemenlerinin çarkının dönmekte zorlandığını gösteriyor. Erdoğan’ın tek adamlık rejimi halka güven vermiyor. Bu çürüme, faşizm ve sermaye saldırganlığı karşısında halk kendini, haklarını, yarınlarını nasıl savunacak? Sorulması gereken soru ve cevabını yüzyıllardır bildiğimiz gerçek: Tek çare halkın örgütlü gücü. (SENDİKA.ORG) (METNİN ÜST BAŞLIĞI TARAFIMIZDAN KONULMUŞTUR - GAZETE DEMOKRAT)