Politikacılar şunu bilirler: Halkınızı, dış kaynaklı tehditlerin varlığına ikna edebilirseniz arkanızda kenetlenmelerini sağlayabilirsiniz. Kitlelerin öfkesi yer değiştirir, dışarıya yönelir. Uzunca bir süredir Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı budur...
ERDOĞAN'IN "MAYMUNA BAK" OYUNU!
Suriye’nin kuzeyinde, ne olduğunu henüz tam olarak bilmediğimiz hedeflere yönelik olarak başlatılan askeri harekâtı, Anayasa gereği meşru kılacak yetkiyi Cumhurbaşkanı’na veren tezkere, TBMM’de AKP, CHP, MHP ve İP oylarıyla kabul edildi. HDP karşı oy kullandı.
“Özlenen tablo” olarak mı görmeliyiz? Yoksa “ana muhalefet, ne yaptığının bir kez daha farkında değil” diye mi?
Tezkerede şöyle deniliyor:
“Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozmaya ve sahada gayrimeşru oldu bittiler oluşturmaya yönelik, milli güvenliğimize tehlike oluşturabilecek her türlü risk, tehdit ve eyleme karşı, uluslararası hukuktan doğan haklarımız doğrultusunda gerekli önlemlerin alınması milli güvenliğimiz açısından hayati önem arz etmektedir.”
Demek ki Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak ve korumak Türkiye Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetlerine düşen bir görevmiş.
İlginç bir durum olduğunu söylemeliyim!
Daha iç savaşın ilk günlerinden itibaren Suriye rejimi, bu toprakları PYD’ye ve onun silahlı örgütü YPG’ye terk ederek, çekilmişti.
Milli güvenliğimize “hayati derecede” zarar verecek olan bu örgüt.
Demek ki o gün Suriye’nin toprak bütünlüğünün bizim için bir önemi yoktu. Şam’da cuma namazı kılmak daha önemliydi!
Şimdi şöyle bir durum var: Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri, başında bir “dünya lideri” de var, silah ihracatı yapacak teknoloji ve kapasitesi olan, NATO’nun en büyük ordularından birine sahip Türkiye’nin milli güvenliğinin “hayati derecede tehlikede” olduğuna inanmamız mı isteniyor?
Kusura bakmayın ama ben inanmam.
Freud, “insan kalabalıklarını tutkuyla bir araya getirmek daima mümkündür. Yeter ki onlara öfkelerini kusabilecekleri başka kalabalıklar gösterin” diye yazmıştı.
Ve ister diktatörlüklerde olsun, isterse bizimki gibi demokrasi mi otoriteryan mı olduğu tam olarak netleşmemiş rejimlerde olsun politikacılar şunu bilirler: Halkınızı, dış kaynaklı tehditlerin varlığına ikna edebilirseniz arkanızda kenetlenmelerini sağlayabilirsiniz.
Kitlelerin öfkesi yer değiştirir, dışarıya yönelir.
Sabahleyin elektrik faturasına çıldıran adam bir de bakarsınız akşam saatlerinde “Vizigotlara ölüm” diye bağırıyor!
Uzunca bir süredir Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de de yapmaya çalıştığı budur. Bunun için toplumu kamplaştırıcı tutum ve söylemlerden vazgeçmediği de bir gerçek.
Georgetown Üniversitesi psikologlarından Dr. Fathali M. Mogadham, “Diktatörlüğün Psikolojisi” isimli kitabında bu taktiğin demokrasilerde seçilmiş liderlerce de kullanıldığına dikkat çekiyor:
“Demokratik yollardan seçilmiş karizmatik bir lider, sahip olduğu desteği arttırmak için ulusun dikkatini dış kaynaklı tehditlere çekecek manevralara giriştiği zaman, demokrasiye yönelik en büyük tehlike baş gösterir ki bu durumdaki bir lider bölücü bir taktik olarak savaş bile çıkarabilir.”
Bir tür “maymuna bak” oyunu yani!
Bir demokraside bu niyeti ortaya çıkarıp, önleme görevi muhalefete düşer.
Ancak bizim muhalefet partilerinin iktidar tarafından bilinçli olarak yükseltilen milliyetçi dalgalar karşısında savrulmaktan kaçınamadıklarını da yaşadık, biliyoruz.
İyi Parti’yi geçiyorum, ideolojik olarak bu tür durumlarda itiraz etmesi zaten mümkün değil.
CHP’ye gelince: Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu diyor ki “İçimiz yana yana evet diyoruz.”
İçiniz yanıyorsa, bu maceranın zararlı olacağını düşünüyor olmalısınız, o halde niye evet diyorsunuz?
Şöyle devam ediyor:
“Askerlerimizi korumamız lazım. O nedenle bu tezkereye askerlerin hatırı için, oraya oğlunu gönderen askerlerin annelerinin hatırı için, o çocukların burnu kanamasın diye, içimiz yana yana evet diyeceğiz.”
İlginç bir mantık: Askerlerimizin burnu kanamasın ve anneleri ağlamasın diye askerlerimizi elde silah, savaşa gönderiyoruz!
Orası piknik yeri değil Kemal Bey, savaş alanı, bilmiyorum farkında mısınız?
Recep Tayyip Erdoğan, ekonomik olarak iflas ettirdiği bir ülkeyi biraz daha rahatlayarak yönetebilsin diye “evet” diyorsunuz, ben size söylemiş olayım.
“Evet” diyorsunuz çünkü bir politikanız yok.
Onun için sarkaç bir “dokunulmazlıkları kaldırmaya” gidiyor, oradan dönüp “HDP ile ittifak arayışına” geliyor.
Arada da Erdoğan’ın gazına gelecek kitlelerden çekinip “içiniz yanarak evet” diyorsunuz.
Kusura bakmayın ama liderlik, bazen yanlışların karşısında gerekirse tek başına durmayı da gerektirir.
Gazi Meclis’in ruhu muazzep oldu
Irak ve Suriye’ye asker gönderme yetkisini Cumhurbaşkanı’na veren tezkere doğru dürüst tartışılmadı bile.
Cumhurbaşkanı’na verilen yetkinin sınırlarını merak eden olmadı mesela.
Suriye’nin kuzeyine yönelik askeri harekatın hangi noktada hedefe ulaşmış sayılacağı ile ilgili bir bilgisi olan var mı?
Genel tanımlarla, muğlak ifadelerle verilmiş bir yetki bu ve TBMM’de muhalefet milliyetçi rüzgâr korkusuyla bunları bile öğrenmek istemedi.
Bizim TBMM, Gazi Meclis olarak bilinir.
Bu unvan Meclis’in adının önüne haybeye yazılmış değildir.
Kurtuluş Savaşı’nı yöneten ve ona hem içeride hem dışarıda meşruiyet sağlayan bu Meclis'tir; onun için Gazi’dir.
Savaşın en kritik günlerinde, top sesleri Ankara’dan duyulurken bile savaşın gidişatı ile ilgili ciddi tartışmaların yapıldığı, komutanların becerisinin sorgulandığı bir Meclis’tir.
Ve o Meclis’in günümüzdeki seçilmişleri, Türkiye’yi Orta Doğu’da bir batağa sürükleyecek tezkere için parmak kaldırırlarken “şu planları bize bir anlatın, ne kadar ileriye gideceğiz, hangi aşamada asker görevini yapmış sayılacak, o noktaya gelince geri dönecekler mi, planlanan kalış süresi nedir” gibi en temel soruları bile merak etmiyor!
Kimisi içi yanarak, kimisi Reis korkusundan, kimisi hamasetle kendinden geçip parmak kaldırıyor.
Ve öfke kontrolü konusunda sıkıntıları olduğunu bildiğimiz bir tek kişiyi yetkilendiriyor.
Galiba “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” sözü böyle durumları tanımlamak için söylenmiş!
Binali Bey, aklımdasın!
AKP Milletvekili Binali Yıldırım’a sorduğum soruları her hafta hatırlatacağımı söylemiştim ama görüyorsunuz gündem yoğun.
Onun için soruları uzun uzun tekrar yazmıyorum.
Binali Bey de, sizler de gayet iyi biliyorsunuz neyi sorduğumu:
Dar gelirli bir memur ailesinin çocukları, milyonlarca dolarlık gemi işletmeciliği işini nasıl kurup, yönetebildiler?
Binali Bey, kusura bakmayın, bu kez kısa oldu. Baki selam!
ERDOĞAN'IN "MAYMUNA BAK" OYUNU!
Suriye’nin kuzeyinde, ne olduğunu henüz tam olarak bilmediğimiz hedeflere yönelik olarak başlatılan askeri harekâtı, Anayasa gereği meşru kılacak yetkiyi Cumhurbaşkanı’na veren tezkere, TBMM’de AKP, CHP, MHP ve İP oylarıyla kabul edildi. HDP karşı oy kullandı.
“Özlenen tablo” olarak mı görmeliyiz? Yoksa “ana muhalefet, ne yaptığının bir kez daha farkında değil” diye mi?
Tezkerede şöyle deniliyor:
“Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozmaya ve sahada gayrimeşru oldu bittiler oluşturmaya yönelik, milli güvenliğimize tehlike oluşturabilecek her türlü risk, tehdit ve eyleme karşı, uluslararası hukuktan doğan haklarımız doğrultusunda gerekli önlemlerin alınması milli güvenliğimiz açısından hayati önem arz etmektedir.”
Demek ki Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak ve korumak Türkiye Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetlerine düşen bir görevmiş.
İlginç bir durum olduğunu söylemeliyim!
Daha iç savaşın ilk günlerinden itibaren Suriye rejimi, bu toprakları PYD’ye ve onun silahlı örgütü YPG’ye terk ederek, çekilmişti.
Milli güvenliğimize “hayati derecede” zarar verecek olan bu örgüt.
Demek ki o gün Suriye’nin toprak bütünlüğünün bizim için bir önemi yoktu. Şam’da cuma namazı kılmak daha önemliydi!
Şimdi şöyle bir durum var: Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri, başında bir “dünya lideri” de var, silah ihracatı yapacak teknoloji ve kapasitesi olan, NATO’nun en büyük ordularından birine sahip Türkiye’nin milli güvenliğinin “hayati derecede tehlikede” olduğuna inanmamız mı isteniyor?
Kusura bakmayın ama ben inanmam.
Freud, “insan kalabalıklarını tutkuyla bir araya getirmek daima mümkündür. Yeter ki onlara öfkelerini kusabilecekleri başka kalabalıklar gösterin” diye yazmıştı.
Ve ister diktatörlüklerde olsun, isterse bizimki gibi demokrasi mi otoriteryan mı olduğu tam olarak netleşmemiş rejimlerde olsun politikacılar şunu bilirler: Halkınızı, dış kaynaklı tehditlerin varlığına ikna edebilirseniz arkanızda kenetlenmelerini sağlayabilirsiniz.
Kitlelerin öfkesi yer değiştirir, dışarıya yönelir.
Sabahleyin elektrik faturasına çıldıran adam bir de bakarsınız akşam saatlerinde “Vizigotlara ölüm” diye bağırıyor!
Uzunca bir süredir Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de de yapmaya çalıştığı budur. Bunun için toplumu kamplaştırıcı tutum ve söylemlerden vazgeçmediği de bir gerçek.
Georgetown Üniversitesi psikologlarından Dr. Fathali M. Mogadham, “Diktatörlüğün Psikolojisi” isimli kitabında bu taktiğin demokrasilerde seçilmiş liderlerce de kullanıldığına dikkat çekiyor:
“Demokratik yollardan seçilmiş karizmatik bir lider, sahip olduğu desteği arttırmak için ulusun dikkatini dış kaynaklı tehditlere çekecek manevralara giriştiği zaman, demokrasiye yönelik en büyük tehlike baş gösterir ki bu durumdaki bir lider bölücü bir taktik olarak savaş bile çıkarabilir.”
Bir tür “maymuna bak” oyunu yani!
Bir demokraside bu niyeti ortaya çıkarıp, önleme görevi muhalefete düşer.
Ancak bizim muhalefet partilerinin iktidar tarafından bilinçli olarak yükseltilen milliyetçi dalgalar karşısında savrulmaktan kaçınamadıklarını da yaşadık, biliyoruz.
İyi Parti’yi geçiyorum, ideolojik olarak bu tür durumlarda itiraz etmesi zaten mümkün değil.
CHP’ye gelince: Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu diyor ki “İçimiz yana yana evet diyoruz.”
İçiniz yanıyorsa, bu maceranın zararlı olacağını düşünüyor olmalısınız, o halde niye evet diyorsunuz?
Şöyle devam ediyor:
“Askerlerimizi korumamız lazım. O nedenle bu tezkereye askerlerin hatırı için, oraya oğlunu gönderen askerlerin annelerinin hatırı için, o çocukların burnu kanamasın diye, içimiz yana yana evet diyeceğiz.”
İlginç bir mantık: Askerlerimizin burnu kanamasın ve anneleri ağlamasın diye askerlerimizi elde silah, savaşa gönderiyoruz!
Orası piknik yeri değil Kemal Bey, savaş alanı, bilmiyorum farkında mısınız?
Recep Tayyip Erdoğan, ekonomik olarak iflas ettirdiği bir ülkeyi biraz daha rahatlayarak yönetebilsin diye “evet” diyorsunuz, ben size söylemiş olayım.
“Evet” diyorsunuz çünkü bir politikanız yok.
Onun için sarkaç bir “dokunulmazlıkları kaldırmaya” gidiyor, oradan dönüp “HDP ile ittifak arayışına” geliyor.
Arada da Erdoğan’ın gazına gelecek kitlelerden çekinip “içiniz yanarak evet” diyorsunuz.
Kusura bakmayın ama liderlik, bazen yanlışların karşısında gerekirse tek başına durmayı da gerektirir.
Gazi Meclis’in ruhu muazzep oldu
Irak ve Suriye’ye asker gönderme yetkisini Cumhurbaşkanı’na veren tezkere doğru dürüst tartışılmadı bile.
Cumhurbaşkanı’na verilen yetkinin sınırlarını merak eden olmadı mesela.
Suriye’nin kuzeyine yönelik askeri harekatın hangi noktada hedefe ulaşmış sayılacağı ile ilgili bir bilgisi olan var mı?
Genel tanımlarla, muğlak ifadelerle verilmiş bir yetki bu ve TBMM’de muhalefet milliyetçi rüzgâr korkusuyla bunları bile öğrenmek istemedi.
Bizim TBMM, Gazi Meclis olarak bilinir.
Bu unvan Meclis’in adının önüne haybeye yazılmış değildir.
Kurtuluş Savaşı’nı yöneten ve ona hem içeride hem dışarıda meşruiyet sağlayan bu Meclis'tir; onun için Gazi’dir.
Savaşın en kritik günlerinde, top sesleri Ankara’dan duyulurken bile savaşın gidişatı ile ilgili ciddi tartışmaların yapıldığı, komutanların becerisinin sorgulandığı bir Meclis’tir.
Ve o Meclis’in günümüzdeki seçilmişleri, Türkiye’yi Orta Doğu’da bir batağa sürükleyecek tezkere için parmak kaldırırlarken “şu planları bize bir anlatın, ne kadar ileriye gideceğiz, hangi aşamada asker görevini yapmış sayılacak, o noktaya gelince geri dönecekler mi, planlanan kalış süresi nedir” gibi en temel soruları bile merak etmiyor!
Kimisi içi yanarak, kimisi Reis korkusundan, kimisi hamasetle kendinden geçip parmak kaldırıyor.
Ve öfke kontrolü konusunda sıkıntıları olduğunu bildiğimiz bir tek kişiyi yetkilendiriyor.
Galiba “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” sözü böyle durumları tanımlamak için söylenmiş!
Binali Bey, aklımdasın!
AKP Milletvekili Binali Yıldırım’a sorduğum soruları her hafta hatırlatacağımı söylemiştim ama görüyorsunuz gündem yoğun.
Onun için soruları uzun uzun tekrar yazmıyorum.
Binali Bey de, sizler de gayet iyi biliyorsunuz neyi sorduğumu:
Dar gelirli bir memur ailesinin çocukları, milyonlarca dolarlık gemi işletmeciliği işini nasıl kurup, yönetebildiler?
Binali Bey, kusura bakmayın, bu kez kısa oldu. Baki selam!