Hz.Muhammed Medine’ye geldiği zaman üç grup insanla karşılaştı. Birinci gurup Mekke’den gelen göçmenler (muhacir) ve yerli Medinelilerden (ensar) oluşan Müslümanlardı. Medine’de iki büyük kabile vardı; Evs ve Hazreç. Medineli yerli Müslümanlar daha çok bu kabilelere mensuptular. Hazreçliler Evslilere nazaran daha kalabalıktı.
İkinci grup insanlar yine Evs ve Hazreçlilere mensup yerli putperest ve münafıklardı. Bunlardan kimileri İslam’ı zaman içinde kabul etmiş kimileri de kabul eder görünüp münafıklık yapmışlardı. Örneğin Abdullah bin Ubey Hz. Peygamber Medine’ye gelmeden önce kral olmasına karar verilmiş birisiydi. Hz. Peygamber Medine’ye gelince bu hayali suya düşmüş ve ömrü boyunca Müslüman gözükerek Hz. Peygamber’e kıskançlık hisleri içinde yaşamıştır.
Üçüncü gurup insan da Yahudilerdi. Yahudiler yaklaşık bin yıldır Hicaz bölgesinde ve Medine’de zaten yerleşik durumdaydılar. İ.Ö. 587’de Bahtunnasır Filistin’i işgal edince Yahudilerin bir kısmını Babil’e götürmüş, bir kısım Yahudi de Hicaz’a giderek Medine civarına yerleşmişti. Yine İ.S. 70’de Romalılar Kudüs’ü işgal edince Yahudi kabileleri Hicaz’a kaçıp Medine civarına yerleşmişti. Yahudiler zamanla burada yeni yerleşim birimleri kurmuşlar, köyler inşa etmişlerdi. Zaman içinde bazı Arapların Yahudiliği kabul ettiğini fakat bazı Yahudilerin de Araplaştığını görüyoruz. Yahudiler özellikle ticaret ve sanatta hayli ilerlemişlerdi. O dönemde Medine çevresinde üç Yahudi kabilesi bulunuyordu; Medine’nin şehir merkezinde Beni Kaynuka, Medine banliyösünde Beni Nadir ve Medine’nin varoş bölgelerinde Beni Kurayza kabileleri. Ayrıca Medine’ye nisbeten uzakta Hayber,
Fedek, Vadilkura, Teyma gibi yerlerde Yahudi yerleşim birimleri bulunuyordu.
Hz. Peygamber’in Medine’de bu toplulukları bir araya getirerek bir şehir-devlet çatısı altında birleştirdiğini görüyoruz. “Birliktelik” anlayışı esas alınarak oluşturulan antlaşma metni tarihe “Medine Sözleşmesi” olarak geçmiştir. Hz.Muhammed (s.a.v)’in Müslim ve gayr-i Müslim onsekiz kabileyi sahabeden Enes’in evinde toplayarak bizzat yazdırdığı sözleşme ile ne yapmak istediği doğrusu merak konusudur. Cabiri’ye göre sözleşme esas itibariyle bir savaş sözleşmesidir. Ona göre Medine Sözleşmesi hicretin tabii bir sonucu ve devamıdır. Hicret, Kureyş muşriklerine karşı örgütlü bir savaşı düzenlemek amacıyla yapılmıştır. Medine’ye gelinerek, oradan Mekke’deki düzeni yıpratacak saldırılar düzenlenecektir. Medine bu amaçla bir üs olarak kullanılacaktır. İşte bunun için Hz. Peygamber Medine’deki Yahudilerle antlaşma yaparak arkasını sağlama almak istemiştir…1
Hamidullah ise sözleşmeyle ortaya çıkan olguyu “İlk İslam devleti”, “Yeryüzünde ilk yazılı anayasa”, “Kabile otonomisi”, “Dinamik bir organizasyon”, “Müslüman vatandaşlığı”, “Sosyal mukavele” vb. kavramlarla ifade ederek şöyle demektedir;
“Bu sözleşmeyle kabile denen sosyal yapı, artık hiçbir şekilde doğum veya kalıtım esasına dayalı akrabalararası ve dışa kapalı mahiyette bırakılmayarak yepyeni bir ideolojiye bağlanıyordu. Bu yeni kabile anlayışına göre sosyal bünye tamamen ferdin rıza ve iradesine dayalı dinamik bir organizasyon haline inkılab ettirilmekteydi. Mesela görüyoruz ki Medine’ye gelenler arasında sadece Mekkeliler değil fakat örneğin Habeşistan’dan gelenler de bulunuyordu. Bunlar Medinelilerle birlikte yeni bir kabile anlayışı için kaynaştırılmıştı. Tam bir benzetişle ifade edecek olursak bu küçük fideden İslam milliyeti (ümmet) diğer bir ifadeyle Müslüman vatandaşlığı ağacı yetiştirilmiştir. Böylece diğer toplumlarda mevcut ırk, deri rengi, dil ve doğum yeri birliği gibi değiştirilmesi mümkün olmayan ve insan irade ve seçimi dışında kalan bir takım mefhumlar yerine ümmet anlayışına dayalı sosyal mukavele esası getirilmiştir…”2
Hüseyin Atay da benzer bir şekilde şu yorumu yapmaktadır;
“Birkaç maddesini buraya aldığımız Medine’de Hz.Muhammed (s.a.v)’in yaptığı bu antlaşmada hem toplumun güvenine, hem de devlet esaslarında insan haklarının temellerine rastlanır. Yahudilere verilen haklar Müslümanlarınkine eşittir. Burada bir azınlık gurup olarak görülen Yahudilere tarih boyunca ilk kez temel hakların verildiği görülmektedir…”3
Bize göre Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinden sonra tekrar Medine’ye dönmesi ve Medine’de sürekli kalarak orayı kendisine yurt edinmesi, dahası orada vefat edip, mezarının bile orada bulunması gösteriyor ki Medine geçici bir üs, Medine Sözleşmesi de geçici bir antlaşma değildi. Yahudilerin tek yanlı ihaneti neticesinde yürürlükten kendiliğinden kalkmıştı. Aslında Hz.Muhammed (s.a.v)’in, Hilfu’l-Fudul yıllarından beri zihninde şekillenen, daha sonra Kur’an ayetleriyle de yönlendirilen bir sosyo-politik düzenin örneğini insanlık alemine göstermek amacında olduğunu görüyoruz. Bütün ömrü boyunca Hz.Muhammed’in zihninde “tevhid ve adalet” fikrinin yer ettiği gayet açıktır. Onun nihai amacının “adalete dayalı bir dünya düzeni” kurmak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun nasıl olabileceğinin küçük bir örneğini gösterebilmek amacıyla Medine’deki şartları uygun bulmuş, Medine’yi “bu amaçla” üs olarak kullanmayı denemiştir. Bir şehir-devleti çatısı altında şehirde yaşayan farklı insan topluluklarını “birliktelik”4 anlayışı çerçevesinde birleştirmiştir…
Toplam 47 madde olan Medine Sözleşmesi kabileler ve dinler arası “ortak siyasi birliktelik deklarasyonu” görünümündedir. Bu haliyle de dünyada bir ilktir.
Sözleşmenin ilk maddesi metne kimlerin imza koyduğunu açıkca beyan ediyor. Buna göre imzacılar 1- Peygamber Muhemmed 2- Mekkeli ve Medineli Müsmlümanlar 3- Bunlara tabi olanlar 4- Bunlara sonradan katılanlar 5- Bunlarla Medine’yi ortaklaşa savunanlardır. Burada dikkat çeken husus bütün bu tarafların birer “özne” olarak sözleşmeye dahil edilmeleridir. Öyle ki Hz.Muhammed (s.a.v), kendisine inanan Mekkeli ve Medineli Müslümanlarla da birer maddeyle anlaşmaktadır. Sözleşmede tüm guruplar ortak bir Yesriblilik (Medinelilik) bilinci etrafında birleştirilmektedir. Sözleşmeye katılanlar kendi kabile yapılarında ve dinlerinde serbest olmakla beraber Medine’nin ortaklaşa savunulmasında (cihad) birlik olacaklardır. Buradaki cihad İslam dininin yayılması amacıyla yapılan kutsal savaş değil, ortak savunma ve haksızlıklara karşı beraberce mücadele anlamındadır ki Kur’an’ın kastettiği asıl anlam da bu olmalıdır.
Sözleşmenin sonraki maddelerinde, ilk maddede özet olarak verilen tarafların kimler olduğu ayrıntılı bir şekilde isim isim zikrediliyor; Muminler, Beni Kureyş, Beni Avf, Beni Neccar, Beni Haris, Beni Saide, Beni Cuşem, Beni Amr ibni Avf, Beni Nebit, Beni Evs, Beni Avf Yahudileri, Beni Neccar Yahudileri, Beni Cuşem Yahudileri, Beni Evs Yahudileri, Beni Evs Yahudileri, Beni Salebe Yahudileri, Cefne ailesi, Beni Şuteybe Yahudileri… Sözleşmede toplam onsekiz topluluk ismi geçiyor ve her biri için tek tek “Adalete ve marufa göre hareket edilecektir”, “Bunlar mu’minlerle birlikte ayrı birer ümmettirler” tekrarı yapılıyor…
Sözleşmede tüm bu toplulukların ortak değerler etrafında birleştirildiğini görüyoruz; “adalet (hak-hukuk), maruf (iyilik), himaye (koruma), eman (güvenlik), dif’a (savunma), sulh (barış), zulüm (haksızlık), bağy (zorbalık) ve dinuhum ve dinehum (dinde serbestlik)” kelimeleri sözleşmenin temel kavramlarıdır. Özellikle 47 maddelik sözleşmede en çok “adalet” kelimesinin geçiyor olması oldukça dikkat çekicidir. Buradan anlaşılıyor ki Hz. Peygamber Hilfu’l-Fudul metninde de geçen hak ve adalet kavramlarına sahici anlamda sahip çıkmakta ve bulduğu ilk fırsatta hayata geçirmeye çalışmaktadır. Onun düşündüğü sosyo-politik düzenin bugünkü anlamda adalet, iyilik, barış, özgürlük, güvenlik ve savunmayı esas alan, her tür haksızlık, zorbalık ve saldırganlığa karşı erdem ve dürüstlüğü yücelten bir “adalet devleti” olduğu apaçık ortadadır.
Öyle görünüyor ki Hz. Peygamber’in Medine’de yapmaya çalıştığı, kabile esasına dayalı toplumsal yapının içerisinden yukarıdaki ahlak ve adalet değerlerine dayalı bir buhir-devlet yapısı çıkarma girişimidir. Zira Hz. Peygamber Medine’ye gelinceye kadar şehirde bir merkezi otorite yoktu. Feodal kabileler kendi yaşlı şehy ve kabile büyüklerine itaat ediyor, kimse kimseyi dinlemiyordu. Eğer bir anlaşmazlık çıkarsa da bu genellikle kılıçla çözülüyordu. Medine kabile otonomisinden şehir-devlet aşamasına geçme ihtiyacı içindeydi. Bu kabileleri barış içerisinde bir arada tutacak adil bir otorite ihtiyacı artık iyice hissediliyordu. Öte yandan Cabiri’nin dediği gibi Hz.Muhammed, Mekke’deki düşmanlarına karşı üs olarak kullanabileceği güvenli bir merkez arayışındaydı. Keza düşündüğü siyasi-ahlaki değerlere dayalı toplum düzeninin ete kemiğe bürünmeye yani “yurtlanmaya” ihtiyacı vardı. Bütün bunların birleşmesiyle kendisini Medine’de bir şehir-devletin başında buldu. Böylece tarihin akışı içerisinde daha önce görülmedik bir şekilde, doğru namına ne kalmışsa hepsini sürdürerek, çağının totaliter kalıpları içerisinden Fazlurrahman’ın dediği gibi “ahlakilik temelinde gelişen siyasi-sosyal bir hamle” ile özgürlükçü bir devlet çıkardı.
Bu anlamıyla Medine Sözleşmesi feodal çağın karanlıkları içinden bir güneş gibi doğarak gelecek kuşakları aydınlatan, çağının çok ilerisinde bir devlet anlayışının siyasi belgesidir. İ.Ö. 350’lerde Atina’da Eflatun ve Aristo’nun böylesi yazılı anayasaya benzer bir metin kaleme aldıklarını daha önce görmüştük. Fakat onlarınki Medine Sözleşmesi ile kıyaslanmayacak kadar geridedir. Totaliter, eşitsizlikçi, insafsız bir çok yönleri vardır. Üstelik hayata geçirilmiş de değildir. Birer ütopya olarak kalmıştır. Hz. Peygamber’in Medine Sözleşmesi ise özgürlük ve adalet ruhuyla hazırlanmış üstelik yürürlüğü konarak uygulanmıştır. Yahudilerin antlaşmayı tek taraflı bozmaları sonucu yürürlükten kalkması sözleşmenin de artık geçersiz olduğu ve bir daha örnek alınamayacağı anlamına gelmez. Zaten sonraki yıllarda inen Kur’an ayetleri ve Veda Hutbesi’nin muhtevası sözleşmede yer alan temel anlayışı sürdürmektedir. Hilfu’l-Fudul’den, Kur’an’ın hak ve adalet ayetlerine, Medine Sözleşmesi’nden Veda Hutbesi’ne kadar bir sürekliliğin olduğunu görüyoruz. Bu açıdan Hz. Peygamber’in siyasi muhayyilesi esas itibariyle hiç değişmemiştir. 63 yıllık ömrünü bir bütün olarak değerlendirdiğimizde bunu açıkca görmek mümkündür…
Demek ki bu haliyle Medine Sözleşmesinin çağımızda adil, eşit, özgür birlikteliklerin esas alındığı demokratik toplum çabalarına ilham kaynağı olması mümkündür. Başta Kürt sorunu olmak üzere, tüm Mezepotamya -Akdeniz havzası halklarının Medine Sözleşmesi temelinde konfedaratif birlik oluşturmaları, topluluklarının kendi din, dil, kültür, hukuk, özerk idari yapılarını korurlarken, özgür ve eşit birlikteliklerini tesis etmeleri, sınırların kaldırılarak halkların kendi özgür havzalarında yşmlarını sürdürmeleri mümkündür. Buna sosyo-politik birliktelik anlamında “ümmet” denebilceği gibi, demokratik konfederalizm denmesi de mümkündür.
Medine Sözleşmesi bütün bunlara ilham kaynağı olabilecek çoğulcu perspektife sahip olup, araştırılmayı, incelenmeyi ve yeniden yorumlanmayı beklemektedir. (İHSAN ELİAÇIK - ADİL MEDYA)
1 Cabiri; İslam’da Siyasi Akıl, s. 187
2 Muhammed Hamidullah; İslam Peygamberi, c. 2, s. 188-189
3 Hüseyin Atay; İslam’ın Siyasi Oluşumu, s. 116
4 Sosyo-politik birliktelik, aslında ontolojik birliktelik anlayışının bir yansımasıdır. Buna göre alem tasavvuru “varlığın birlikteliği” diyebileceğimiz bir anlayışa dayandırılır. Bütün varlıklar özgür ve özerk ben idrakine sahiptir. Aslolan bu varlıkların alemin oluşum sürecine “özne” olarak katılımıdır. Hiçbir varlık nesneleştirilmemelidir. Bu nedenle alemde aslolan A. Suruş’un tabiriyle asalet-kesret, Molla Sadra’nın tabirleriyle cevher-i harekettir. Yani çokluk ve çokluğun dinamik ilişkisi neticesinde sürekli değişmesi ve yenilenmesidir. Varlıkları bir arada tutan kozmik ve sosyolojik adalet ilkeleri ise bu “birlikteliğin” çimentosu ve harcıdır. Hz.Muhammed (s.a.v)’in, Hilfu’l-Fudul, Kur’an’ın hak ve adalet ayetleri, Medine Sözleşmesi ve Veda Hutbesi’nde ortaya koyduğu anlayış bence tanrı ile alemi bu şekilde “birliktelik” açısından algılayan bir ontolojik tasavvura dayanmaktaydı. (Bkz. İhsan Eliaçık; Yeniden İslam, Süreklilik ve Yenilik” başlıklı makale)