Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe: Sınıf mücadelesiz ve devrimsiz ‘radikal’lik (1)
Yeni dönemde neoliberal kapitalist politikaların uygulanmasında başı çeken muhafazakârlar, özellikle de Sosyal Demokratlar aşırı sağın yükselişi karşısında büyük güç kaybına uğramışlardır. Böyle bir dönemde Laclau-Mouffe çiftinin ortaya liberal demokrasinin “radikalleşmesi” diye tanımladıkları bir “radikal demokrasi” projesiyle çıkması asla tesadüf değildir. Neoliberalizmin evrensel hegemonyasına karşı sol hegemonya inşa etme vaadiyle geldikleri halde, onları Marksizmin krizine çareyi, neoliberalizmin krizine reçete yazarken yakalarız...
Post-Marksizmin en önemli iki isminden biri Arjantinli kökenli İngiliz akademisyen Ernesto Laclau (1935-2014), diğeri siyaset bilimci Belçikalı eşi Chantal Mouffe’dir. Birlikte yazdıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji (1985), “Marksizmin krizi”ne çözüm iddiası taşıyan post-Marksizmin kurucu metnidir. “Kriz” dedikleri aslında nedir? Üretim ilişkilerinin belirleyiciliği, sınıflar ve sınıf mücadeleleri, işçi sınıfının hegemonyası, devrimin ve sosyalizmin gerekliliği gibi Marksizmin temel ilke ve tezlerinin geçerli olmadıklarıdır. Özetle, Marksizm-Leninizmin öngördüğü şekilde sosyalist bir devrimle kapitalizmi yıkıp, yerine proletarya iktidarı altında sosyalist toplumu kurma modelinin iflas ettiğini söylenmektedir.
Post-Marksizm post-yapısalcılıktır
Laclau ve Mouffe, evlatlığı oldukları “postmodernizmin terimleriyle düşündüklerini” saklamazlar, çünkü teorik cephanelerini ondan alırlar. Marksizmin meşruiyetini sorgulamak ve bunu bir paradigma değişikliğiyle sonlandırmak bakımından Gramsci, Lucaks, Althusser, Bloch gibi “Batı Marksistleri”nden ayrılırlar. Adını tam koymak gerekirse Marksizmden kopmuş ve büsbütün alanı dışına çıkmışlardır. Metodolojik olarak yarı bellerine kadar gömüldükleri post-yapısalcılığa neo-Marksizmden daha yakın dururlar. Freud, Saussure, Foucault, Althusser, Wittgenstein, Derrida ve Lacan, Laclau’nun önde gelen referanslarıdır. Lacancı psikanaliz, Saussurian dilbilimi ve biraz Althusser, çok az Gramsci. Bu bakımdan, post-Marksizm yerine post-yapısalcılık demek belki daha doğru olur. Geçmişlerinde şu veya bu ölçüde Marksizmle bir ilişkisi olmuş post-yapısalcılar, artık ayrı bir konumu temsil ettiklerini saklamamışlardır.
Laclau ve Mouffe, Gramsci’den yararlanır, post-yapısalcı teorisyenlere göndermelerde bulunur. Marx, Engels ve Lenin’e gelince yalnız taşlayacakları zaman anarlar. Çağdaş gelişmeler ve konular ışığında dünyayı yeniden okuma adına, Marksist-Leninist teorinin merkezi kategorilerini yapı söküm masasına yatırmaktaki cüretlerine diyecek yoktur.
Tarihsel ortam
Birinci keman Laclau’nun hayatını komünizme adamış Gramsci’den farkı, gençliğinde karışmış olsa da, yalnız akademi kökenli bir tatlı su entelektüeli olması değildir. Aralarındaki asıl fark saf değiştirmesidir. Post-Marksizm, emperyalist merkezlerin tüm dünyada neoliberal saldırıyı başlattıkları, Soğuk Savaşın sonunu getiren gelişmelerin yaşandığı, aşırı güç kaybına uğrayan dünya devrimci hareketinin geriye doğru savrulduğu bir dönemin ürünüdür. 20. yüzyılın son çeyreğinde peyda olan “küreselleşmecilik” teorileri, dünyanın yeni bir jeopolitik düzene geçtiği, toplum yapılarının değiştiği, geleneksel sınıfların dağıldığı, siyasetin doğasının değiştiği, Marksizmin çok kutuplu politik çatışmaları açıklamakta yetersiz kaldığı gibi görüşler yaymışlardır.
Lenin, her yeni döneme geçişin, her yeni gelişmenin revizyonist teorilere bahane edildiğini söylemişti. Laclau ve Mouffe’a göre İkinci Dünya Savaşından sonra toplumsal ilişkilerin düzeyinde bir dizi değişiklik meydana gelmiş, yeni hegemonik formasyonda emek süreci düzeyinde, devlet biçimi düzeyinde ve egemen kültürel dağıtım tarzı düzeyinde derin dönüşümler gerçekleşmiş, toplum sınıfsal bölünmelerden uzaklaşmış, sömürünün yerini tabiyet ilişkileri almıştır. Post kapitalist dönemde Marksizm bu gelişmelere cevap verecek donanıma sahip değildir.
Yeni dönemde neoliberal kapitalist politikaların uygulanmasında başı çeken muhafazakârlar, özellikle de Sosyal Demokratlar aşırı sağın yükselişi karşısında büyük güç kaybına uğramışlardır. Böyle bir dönemde Laclau-Mouffe çiftinin ortaya liberal demokrasinin “radikalleşmesi” diye tanımladıkları bir “radikal demokrasi” projesiyle çıkması asla tesadüf değildir. Neoliberalizmin evrensel hegemonyasına karşı sol hegemonya inşa etme vaadiyle geldikleri halde, onları Marksizmin krizine çareyi, neoliberalizmin krizine reçete yazarken yakalarız. Sadece finans oligarşisinin değil kitleler gözünde de işlevini yitirmiş eski Sosyal Demokrasinin yerini alacak bir post-Sosyal Demokrasi projesinin ne anlama geldiği açıktır.
Determinizm-indirgemecilik suçlaması
Marksizmi determinist ve indirgemeci bulan Laclau ve Mauffe, asıl radikal çıkışlarını, Marksizmin temel ilke ve kavramlarına Don Kişotça saldırırken yaparlar: Üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki, altyapı ve üstyapı, tarihsel gelişmenin aşamaları, kapitalizm ve sosyalizmde “işçi sınıfının ontolojik merkeziliği”, “sınıf”, “düzey üçlüsü” (ekonomi, politika ve ideoloji), komünizm gibi kavram ve belirlemeleri yanlış bulurlar. Özetle Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de açıkladığı parlak materyalist tarih tanımına ve bunun üzerine yapılandırılmış komünist devrim yolunun üzerine kalın bir çizik atarlar. Kendilerine “post-Marksist” demelerini, Marx’ın çalışmalarının en az yarısının atılması gerektiğini savunmalarıyla açıklarlar.
Hayatları boyunca insanın, toplumun değişmezliğine dayanan özcü felsefi anlayışlarla mücadele eden, kendi materyalist tarih yorumlarını tarihsellik üzerine kuran Marx ve Engels, geleceği elinde tutan proletaryaya Mesihvari kurtarıcılık atfettikleri bahanesiyle özcü ilan edilirler. Hegemonya ve Sosyalist Strateji, politikanın önceden belirlenmiş verilere dayandırılmasını ve işçi sınıfını devrimci özne olarak belirlenmesini teleolojik bulur. İşçi sınıfının ideolojik ve siyasi önderlik misyonunun üretim ilişkilerinde işgal ettiği yerden çıkarılması olsun, politik üstyapının ekonomik temelin bir yansıması olarak görülmesi olsun mekanik determinizm ve ekonomizme, siyasetin belirleyici rolünün kavranamamasına yorulur. Laclau’ya göre bunlar metafizik Batı felsefesinden mirastır. Marx ve Engels eski tarih felsefesini yeni bir kılık altında sürdürmüşlerdir.
Marksizmin tarihinde bu çeşit itirazlar yeni değildir. Felsefi revizyonizm iki şekilde tezahür etmiştir: Bir yanda tarihsel materyalizmi proletarya devriminin teorisi olarak değil, doğa bilimlerindeki bir ekonomi bilimi gibi görüp, devrimi ekonomik yasaların otomatiğine bağlı kendiliğinden gelişecek bir olgu olarak yorumlayan Kautski ve benzerleri. Daha önce de Franz Mehring tarihsel materyalizmi diyalektikten arındırarak “ekonomik determinizm”e indirgediği için, Sorge’ye yazdığı 14 Temmuz 1893 tarihli ünlü mektupta ideolojinin, hukuki, siyasal tasarımların (vb.) iktisadi etkenler üzerindeki karşı etkisini vurgulayan Engels tarafından uyarılmıştı. Eskidiği bahanesiyle ampirizm aşısı yaptıkları tarihsel materyalizmi Batı sosyolojisi düzeyine düşüren Avustro-Marksistler, Narodnizmin öznel idealizmine karşı çıkarken öznel etkenin, bilincin ve eylemin rolünü küçülterek nesnel yasaların rolünü mutlaklaştıran Plehanov ve 1921 yılında yazdığı Sosyoloji Ders Kitabı alt başlıklı Tarihsel Materyalizm kitabında ekonomik determinizme ve evrimciliğe düşen Buharin de aynı yolu izlemişlerdi.
Marksizmin tarihinde bunun tersi bir akım da vardır. Marx ve Engels’in üstyapının altyapı karşısındaki sınırlı özerkliği yönündeki vurgularını yetersiz bulan Bernstein, ideolojinin, siyasetin, ahlakın altyapı karşısında özerk olduğunu ileri sürdü. A. Gramsci, K. Korsch ve G. Lucaks’tan itibaren Batı solunun bütün düşünürleri, Marksizmi politikaya, ideolojiye, kültüre indirgeyen fikirler ortaya attılar. Laclau ve Mouff’un determinizm, indirgemecilik, ekonomizm eleştirileri, daha 1930’larda Karl Korsch tarafından etraflıca ele alınmıştı.
Batı Marksizmi teorisyenleri kendilerine yer açmak için basit bir hileyle, Marx, Engels ve Lenin’i Kautski ve benzerleri ile aynı kefeye koydular. Marx’ın, “Karl Marx’ın Ekonomik Determinizmi” kitabının yazarı damadı Paul Lafargue’ın kendi görüşlerini çarpıtmasına, “Kesin olan bir şey varsa, o da benim bir Marksist olmadığım” diyerek ironik bir tepki gösterdiğini birden unutuverdiler. Marksizm- Leninizmin tarihinin hakiki sosyalistlerden Proudhon’a, Dühring’ten Bakunin’e, Kautski’den Martov’a, Bernstein’den Bogdanov’a kadar mekanik materyalist ve idealist tarih anlayışlarına karşı mücadele içinde geçtiğini görmezden gelmenin kasıtsız olduğu söylenemez.
Batı solunun kendisi çarpıktır
Batı solunun sapkınlıklarını gerekçelendirmek için çubuğu kırıncaya kadar tersine bükmeleri gerekiyordu: Gramsci dikkatini kültüre indirgediği üstyapı üzerinde toplamıştı, Korsch Marksizmin dogmatizmden ve indirgemecilekten kurtarmak isterken bataklığa saplandı, Lukacks Marksist kuramı ideolojiye indirgedi, Marksizmi pozitivizmle özdeşleştiren Frankfurt Okulu psikoloji ve kültürü meşgale edindi, Althusser ve Poulantzas üstyapının görece özerkliğinin teorisini yaptı. Boynuz kulağı geçince Laclau ve Mouffe bunu altyapının varlığını sorgulayacak düzeye vardırdılar. Sınıf kavramıyla birlikte adı var kendi yok bir meslek grubuna indirgediği “işçiler”i, gay ve lezbiyenlerle “eşdeğer” kılmak için böyle yapması gerekiyordu. Marx ve Engels, geleceği elinde tutan proletaryaya Mesihvari kurtarıcılık atfettikleri için özcü ilan edildiler. Oysa Marksizm yorumlarını nicel ve nitel sıçramalarla gelişen toplumların tarihsellikleri üzerine kurmuştur. Asıl özcü olan post-yapısalcılar, tarihsel gelişmenin itici gücünden kopardıkları sınıflar üstü söylem teorisini savunan ve siyaseti liberal demokrasiye sabitleyen post-Marksistlerdir.
Tarihteki her öğenin iktisadi ilişkilerle açıklanabileceğini öne sürerek ideoloji, ahlak ve sanat gibi maddi olmayan üretimlerin alt yapının düz bir yansıması olduğunu iddia eden pozitivist “Marksist”lerden söz ettik. Üstyapı ya da politika ve ideoloji ekonomik sürecin elbette basit ve edilgen bir takipçisi ve kopyası olarak görülemez, sadece etkin değil bazı dönemeçlerde belirleyici olabilen bir etkiye ve kısmi özerkliğe sahiptir. Yanlış olan neo-Marksistlerin bunu siyasi ve ideolojik alanın esas, altyapının ikincil olduğu noktasına vardırmalarıdır.
Marksizmin ekonomik etkenlerle ideoloji ve siyaset arasındaki ilişkiyi tek yanlı bir yansıma ilişkisi olarak anladığını iddia edip, sonra da bunu doğru kabul ederek, ona karşı hücuma geçen Laclau, Mouffe ve onun gibiler, bunu tam tersine çevirerek kendilerini meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Bu eskici pazarında bile müşteri bulamayacak eski bir oportünist hiledir. Materyalist tarih anlayışı ekonomik temelin üstyapısal öğeler karşısındaki önceliğini savunur, ama orada durmaz, bunlar arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimleri de gösterir. İnsan toplumunun evriminde, sosyoekonomik formasyonların ortaya çıkışlarını, her aşamanın ekonomik, politik, hukuki ve ideolojik yönleri arasındaki ilişkisel bütünlüğü ve bunların aşağıdan yukarıya doğru gelişmelerini açıklama kapasitesine sahip olan tek tarih anlayışıdır. O yüzden, onu felsefeye, iktisada, sosyolojiye, ideolojiye, kültüre, psikolojiye indirgeyerek bütünlüğünü bozmaya çalışanlar hep başarısız olmuşlardır.
Söylem
Yapı mı/özne mi tartışması Laclau’da “yapılar”ın yerini söylemsel “özne”lerin, “özne”lerin yerini söylemsel alanda kurulan “özne konumları”nın almasıyla yeni bir kırılmaya uğrar. Söylem teorisi, dilsel yapı ile toplumsal yapı arasında bir benzeşme olduğu anlayışına dayanır
Laclau, ekonomik alanla ilişkisizmiş gibi davrandığı siyaseti söylemsel bir oluşum olarak tanımlar. Siyasi gerçekliği, semboller ve dilden oluşan “söylemsel” bir olgu olarak görür. Ona göre “yapı”, “toplumsal bütünlük”, “özne” diye bir şey yoktur; söylemsel olarak kurulan alanlar, söylem tarafından kurulan “özne konumları” vardır. Laclau’nun Saussure, Lacan ve Foucault’dan ödünç aldığı kavramlar aracılığıyla kurduğu metodolojisinin özü, söylemin bir anlamlılık alanı, anlamların üretildiği bir alan olduğu tezidir. Söylem dünya görüşü kadar, aktörlerin kendilerini de ürettikleri bir alandır. Dolayısıyla, sosyal etkileşimlerin değişen bir anlam kazandığı sistemlerdir.
Derrida dilin dışında bir gerçeklik olduğuna aldırış etmez. Laclau toplumsal olan her şeyin toplum içindeki özneler aracılığıyla söylemsel olarak kurulduğunu söylerken, Derrida’nın “Toplum’ geçerli bir söylem nesnesi değildir”, “Metin dışında hiçbir şey yoktur” gibi idealist varsayımlarından hareket eder. Sürekli değişim geçiren toplum, nesnel bir varlık olarak kabul edilemez. Toplumsal alan bütünsel bir analiz alanı olamayacağından modellemeleri de yapılamaz. Tahakküm ve eşitsizlik ilişkilerinin köklerini ortaya çıkaracak tarihsel, sosyoekonomik çözümlemelere ilgi duymaması bu yüzdendir. Toplumsal sınıfları çıkış noktası yapan Marksizmi indirgemeci bulduğu için maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi konusuna kayıtsız kalır.
Marksizm siyasetin, fikirlerin, bilincin tarihte aktif bir rol oynadığını reddetmez, sadece bunun üretim ilişkilerinin getirdiği sınırlarla koşullu olduğuna işaret eder. Toplumsal maddi gerçeklik ideolojik-siyasi ilişkilerin dışında değildir, bunlar birbirleri ile bağlantılı ve karşılıklı etkileşim içinde olan etkenlerdir. İnsan bilinci maddenin ürünüdür, sosyal bilinci belirleyen sosyal varlıktır. Sadece siyaset ve kültür değil, dil de maddi gerçekliğe tabidir. Fikirler maddi dünyanın nesne ve süreçlerinden bağımsız, zihnin kendi kendine icat ettiği şeyler değildir. Laclau ve Mouffe, gerçekliğin söylemsel düzeyde kurulabileceğini iddia etmekle materyalizmle yollarını ayırdıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar. Bu yüzden, herhangi bir maddi referansa gerek görmedikleri fikirlere ve dile, kendi başına buyruk, keyfi bir rol tanımaktadırlar.
Laclau teorisini toplumsal ilişkilerin çözümlenmesi için “eklemleyici pratikten kaynaklanan yapılandırılmış bütünlük” anlamına gelen “söylem”, “söylemsel olarak eklemlenemeyen herhangi bir farklılık” diye tanımladığı, katılımcıların olumsuz ve pozitif olmayışı “öğe”, “öğeler arasında eklemleyici bir pratiğin sonucu olarak kimlikleri değişecek şekilde bir ilişki kuran herhangi bir pratik” dediği “eklemlenme” ve “bir söylem içinde eklemlemiş farklı konumlar”ı ifade eden “moment” olmak üzere dört terim kullanır.
Hegemonya
Laclau ve Mauffe, politikayı “eklemlenme” olarak kavramalarını, Gramsci’nin tarihsel blok kavramından türetirler. “Tarihsel blok” bileşenlerinin birbirlerine bağlanmalarının organik ve ilişkisel bir bütün olduğu görüşünden yola çıkarlar ve hegemonyayı sınıf aidiyeti olmayan öğelerin eklemlenmesine (“sınıf belirleme olmaksızın hegemonya”) indirgerler. Böylelikle merkezinde işçi sınıfının olmadığı, başı sonu, önü arkası belli olmayan şekilsiz bir yapılanma tasarlanır. Oysa hegemonya anlayışının merkezine işçi sınıfını koyan Gramsci, hiç olmazsa Marksizm-Leninizmin temel belirlemelerinden biri olan işçi sınıfı ve burjuvazi dışında ara sınıfların hegemon olamayacakları düşüncesine bağlı kalmıştı.
Hegemonya bir eklemlenme sürecidir, farklı tikellikler birbirleriyle eklemlendikleri momentte oluşur. Laclau ve Mouffe, hegemonya oluşumunun sistem içi ve kapitalizmi olumlayıcı yönlerini gizlemek için anlaşılması güç, dolaylı, soyut kelime oyunlarına başvururlar. Hegemonik bileşenler arasında “öncülük”, “artçılık”, “yedeklik”, “kuruculuk”, “sabitlik” gözetilmez. Çoğulculuk anlamına gelmek üzere “kolektif irade” tabiri yeterli bulunur. Çoğulculuk heterojenliktir, yani çok farklı kimliklerin, toplumsal hareketlerin birliktelikleridir. Eklemlenme, sürekli akan, sabit olmayan, açık uçlu bir süreçtir. Maksat Marksist-Leninist öncülük ve ittifaklar anlayışını dıştalamak, anlaşılır olmamak, gerçek anlamları maskelenmiş sözcüklerle gizlemektir. Olmadığı bir şeyi var göstermek için başına “radikal” sıfatı eklense de amaç burjuva çoğulculuğunu aklamak olduğundan çıplak kralın yok giysisi gibidir. Radikal demokrasi projesi radikalliğini nihai hedefinin uzun menzilliliğinden, programının içeriğinden, mücadele yöntemlerinin keskinliğinden almaz. Çok merkezliliğinin, farklı ve değişik oluşumları birbirine bağlamasının onu radikal kıldığı varsayılır.
Toplumun sabitliği olmayan, kararsız birtakım kimliklerden oluştuğu düşünüldüğü için, gerçek karakterlerini eşdeğerlilik kazanacakları hegemonik formasyon içinde alacakları söylenir. Eklemlenme süreci klasik bir sınıf ittifakları çerçevesinde gelişen bir hegemon blok şeklinde değil, toplumsal formasyonda gelişen farklı ve çeşitli mücadele ve hareketlerin birleşmeleri olarak resmedilir. Bu çok merkezli, açık uçlu, tarihsel değişkenlik gösteren bir oluşumdur. Ama bu ilişkisel sistem kararsız ve değişken olduğundan toplumsal kimliklerin anlamı da sürekli ertelenmelere maruz kalır.
Böylelikle post-Marksizmin ontolojik merkeziliğine dayandırıldığı gerekçesiyle reddedilen proletaryanın hegemonya anlayışının yerine, “bir sınıf”ın kendi konseptini başkalarına kabul ettirmeye çalışmadığı, farklı görüşleri, aralarındaki antagonizmaları etkisizleştirecek bir eklemlenmeye tabi tuttukları popülizm geçirilir. Hegemonya, sosyal ilişkilerden koparılmış söylem egemenliğine ulaşmak anlaşılır. Bunu kuranın kim olduğuna, hangi araçların kullanıldığına ve nasıl yönetildiğine, hegemonik hasımların buna nasıl tavır koyduğuna dair bir şey söylenmez. Devlet diye bir şey yokmuş gibi davranılır.
Lenin hegemonyadan işçi sınıfının tarihsel müttefikleriyle ilişkisini, ittifak geliştirdiği sınıf ve tabakaları yönetmesini anlar. Hegemonya stratejisi düşman sınıflarla dost sınıflar arasındaki çatışmaya dayanır. Laclau ise önderliği ve sınıf çatışmasını kabul etmez, toplumsal öznelerin sürece farklılıklarıyla katılmalarını yeterli bulur. Temel hedef, çatışmaların giderilerek homojenlik kazanılması, farklılıkların uzlaşma yoluyla temsilinin sağlanmasıdır. Etnik hareket, ekolojik direniş, feminist eylemler, insan hakları mücadelesi politik pratiğin içinde doğarlar ve diğer mücadele ve taleplerle eklemlendiklerinde hegemonik bir karakter kazanırlar. Tılsım baştan verilmiş imtiyaza dayanmamakta ve devrimi hedef almamaktadır.
Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe: Sınıf mücadelesiz ve devrimsiz ‘radikal’lik (2)
Post-Marksizm dünyada ve Türkiye’de çok sayıda sol parti, grup, yazar ve akademisyen tarafından kabul görüyor. Açıktan ve bütünsel olarak Laclauist-Mauffist çizgiyi benimseyenlerin sayısı belki o kadar fazla değil ama kimlik politikalarını ve sol popülist stratejiyi solun içinde bulunduğu açmazdan çıkaracak çare olarak gören çok sayıda Türk, Kürt solcu parti, grup, site, yazar, entelektüel var...
Sınıfların varlığının ve sınıf mücadelesinin inkârı
Laclau ve Mouffe, Marx ve Engels’in teorilerini hem 19. yüzyılın Avrupa deneyimiyle sınırlı olduğu hem de yanlış öncüllerden hareket ettiği gerekçesiyle eksik ve yanlış bulurlar. Artık geleceğe ekonomik yasalar ve ayrıcalıklı sınıflar gözüyle bakılmamasını, yeni gelişmelere cevap üretememe halinden çıkılmasını, “sınıf”, “proletarya” gibi özcü ve indirgemeci söylemlerin terk edilmesini öğütlerler. Küreselleşmiş bir dünyada “evrensel sınıf” rolü oynayacak bir proletarya olmadığı, sosyal mücadeleler yerel hale geldikçe yeni toplumsal protesto biçimleri ortaya çıktığı için her şeyi yeni baştan kurgulamanın zamanı gelmiştir.
Ve devam ederler: Parçalanmış, bir kısmı ajanlaşmış ya da lümpenleşmiş, artık ekonominin sınırında yaşayan kimlik değiştirmiş marjinal bir sosyal gruba “işçi sınıfı” payesi verilemez. Mevcut kimliklerden herhangi birinden başka bir şey olmayan “işçiler”i, toplumu sosyalizme taşıyacak hegemon bir sınıf olarak görmek için bir neden yoktur. Yapısal dönüşüm geçirerek yeni bir aşamaya geçmiş post-kapitalist çağda, sömürü ilişkileri artık geride kalmıştır. Laclau bunu “sermaye” sınıfı ile “ücretli emek” arasındaki ilişkinin uzlaşırlığının kanıtı sayar.
Kapitalist-emperyalist dünyada birçok değişiklik meydana geldiği, bunların sınıfların durumunu ve ilişkilerini etkilediği doğrudur. Neoliberalizm döneminde emperyalizmin ekonomisinde, üretimin örgütlenmesinde, finansal sermayenin ve işçi sınıfının yapılanmasında, özellikle otomasyon ve iletişim teknolojilerinde (vb.) birçok yeni gelişme olmuştur. Ancak bunlar irdelendiklerinde sömürünün azalmadığı tam tersine arttığı, sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşamadığı tam tersine derinleşip keskinleştiği, işçi sınıfının küçülmediği tam tersine köylülükten, kent orta tabakalarından, dünyanın fakir ülkelerinden yeni katılımlarla büyüdüğü görülüyor. Emperyalizmin neoliberal döneminde yalnız kapitalist sınıf ile proletarya ve ezen emperyalistlerle ezilen halklar arasındaki uçurum büyümekle kalmamış, sömürüye dayalı son sosyoekonomik sistem olan kapitalizm sınırlarını zorladıkça eşitsizlikler ve kötülükler korkunç derecede büyümüştür. Bunları anlamanın yolu idealist “söylem analizi”nden değil, bilimsel/materyalist sınıf analizinden geçiyor.
Modern toplumda sınıfların ve sınıf mücadelelerinin varlığını reddedenlerle ilk defa karşılaşılmıyor. Revizyonizmle sınıf mücadeleleri tarihlerinin kıyaslamalı bir okuması aradaki her şeyi ortaya koyuyor.
K. Marx, 5 Mart 1852 tarihli J. Weidemeyer’e yazdığı mektupta sınıfların ve sınıf mücadelelerinin varlığını kendisinin keşfetmediğinin altını çizer. “Sınıf” terimi 18. Yüzyıldan beri kullanılıyordu. Restarasyon dönemi tarihçileri Fransız Devrimini incelerken Thierry, Mignet ve Guziot’un sınıf mücadeleleri hakkındaki eksik ama faydalı bilgiler keşfetmişlerdi. Marx, söz konusu mektupta, kendi katkısını üç maddede özetler: (1) Sınıfların varlığı, sadece, üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarıyla bağlıdır, (2) sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür, (3) bizatihi bu diktatörlük, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten ibarettir.
Bunlar aynı zamanda bir Marksistle Marksist olmayanı ayırt etmenin de kıstaslarıdır. Bu bakımdan, Laclau ve Mouffe “post”larına süs gibi iliştirdikleri “Marksist” ibaresini bile hak etmezler.
Hani A diyen B’de der diye eski bir laf vardır. Bunun gibi sınıfı reddeden sınıf mücadelesini reddeder, sınıf mücadelesini reddeden devrimi ve proletarya iktidarını reddeder, proletarya iktidarını reddeden sosyalizmi ve sınıfsız toplum idealini reddeder.
Kimlikçilik uzlaşmacılıktır
Laclau, post-kapitalizmin karmaşık toplum yapısını açıklamaya ve yeni toplumsal hareketleri kucaklamaya yetmediği bahanesiyle, Marksistlerin toplumsal ilişkileri sınıf mücadelesi ve temelinde yatan antagonizmalar üzerinden okumalarını demode bulur. Gerekçesi emek-sermaye çelişkisi ve proletaryanın hegemonyası üzerinden geliştirilen siyaset anlayışının, sınıf diliyle formüle edilemeyen bir dizi demokratik talebi dışta bıraktığıdır. İddiaya göre yeni talepler sınıf mücadelesi söz dağarcığında yer almazlar, çünkü geleneksel muhalefet anlayışıyla bağdaşmazlar. Oysa solun dikkatini toplaması gereken esas alan ekonomik temelde karşılıkları olmadığı halde, bir dizi demokratik taleple siyasete müdahil olan ideolojik-politik oluşumlar, bireysel gruplar, kimlikler, yerel topluluklardır. Hiç olmamış ya da parçalanarak buhar olmuş sınıflar yerine, kültürel, etnik, cinsel, dinsel kimlikleri, yani çevrecileri, azınlıkları, cemaatleri, feministleri, LGBT’leri, barış ve insan hakları hareketlerini (vs.) esas almak gerekir.
Kimse yalana başvurmadan Marksist geleneğin ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelelerine kayıtsız kaldığını iddia edemez. Irka, cinsiyete, etnisiteye dair eşitsizlik ve baskı ilişkileri hiçbir zaman görmezden gelinmedi. Marx, Engels, Lenin, Stalin ve diğer önde gelen Marksistlerin başta tarım ve köylülük meselesi olmak üzere, ulusal sorun ve sömürgeler sorunu, ezilen cins olarak kadınların durumu, sömürgeciliğin ve faşizmin ayrılmaz bir parçası olan ırkçılık, (vb.) üzerine yazılmış kütüphaneler dolusu külliyatları ve bu doğrultuda yürüttükleri mücadeleleri inkâr etmek mümkün değildir. Devrimci parti ve hareketler ırkçılığa, savaşa ve faşizme karşı demokratik haklar ve barış uğruna, kadınların kurtuluşu için mücadele etmekle yetinmediler, buna sebep olan sosyal sistemi yarattığı bütün eşitsizliklerle birlikte nihai olarak ortadan kaldırmanın mücadelesini verdiler. Geçmişte sesine fazla kulak verilmemiş feminizm veya zaman geçtikçe yakıcı bir hal kazanan çevrecilik gibi konulara ilişkin güncel literatür ve mücadeleler ait oldukları sorunların daha iyi tanınmaları yönünde yararlı ve uyarıcı bir işlev görüyorlar. Ne var ki Marksistler bunlara yine de sınıf bakış açısıyla yaklaşacaklar ve burjuva kadınla emekçi kadının, siyahi kapitalistle siyahi işçinin aynı “kimlik” içinde eritilmelerine karşı çıkacaklardır. Yoksa ufukları mevcut sistem içi düzenlemelerle sınırlı yeni toplumsal hareketlerden bir farkları kalmaz. Sınıf siyaseti kapitalizmin her türlü eşitsizlik ve kötülüklerini sorgulama yeteneğindeki yegâne yoldur.
Ya antagonizm ya da barış içinde yarış
Laclau ve Mouffe’un marifetleri, yeni toplumsal hareketleri, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin yerine ikame etmekle sınırlı değildir. Marksist-Leninist sınıf analizi ve hegemonya anlayışı atılırken, onlarla birlikte temel taşları “uzlaşmaz karşıtlık” kavramı da atılır. Apaçık ki antagonizma kavramsallaştırması Marksizme yan çizmede uğranılmadan geçilemeyecek bir uğraktır. Söylem analizinde ve hegemonya stratejisinde antagonizm, sınıf çatışması yerine, agonizm, uzlaşma terimleri kullanılır. İlginç olan ilham kaynağının Nazizmin teorisyenlerinden Carl Schmitt olmasıdır.
“Biz” ve “onlar” ayrımından yola çıkan Schmitt, siyasetin her zaman düşmanlıklar, daha doğrusu dostlar ve düşmanlar arasındaki antagonist karşıtlıklar tarafından şekillendirildiğini savunur. Homejenliğin sağlanması için heterojenliğin imha edilmesini (bunu komünizmin ve rakip ideolojilerin, ari olmayan ırkların imhası anlayın siz) gerekli görür. Laclau ve Mouffe ise tersine toplumsal antagonizmaların uzlaştırılması ve bir tarafın öteki tarafı tasfiye etmemesi gerektiğini düşünürler. Çünkü çoğulcu demokrasilerde çatışmaların ortak bir fikir birliği içerisinde çözülebileceğine (Schmitt gibi faşistlerin kendilerini imhaya yönelmeleri karşısında ne yapacaklarına dair bir görüş belirtmezler) inanırlar. “Biz” ve “onlar” ayrımında ikincileri düşman olarak değil meşru rakip olarak görmek gerekir. Onun için radikal ve yıkıcı bulunan “antagonizm” kavramı atılır, yerine “agonizm” (dönüştürmek/agon: Antik Yunan komedyasında düşünceleri birbirine karşıt olan iki oyun kişisinin tartışmaya girdiği bölüm), rakip kavramları geçirilir. “Düşman”ı tasfiye etmek, rakiple yarışmak gerekir. Bunun gizli anlamı barış içinde yarıştır.
Köle sahipleri ve köleler, feodal beyler ve serfler, burjuvalar ve proleterler, karşılık geldikleri sosyoekonomik formasyonların temel sınıflarıdır. Bunlar antagonist sınıflardır; aralarındaki çelişki ait oldukları üretim tarzının temel çelişkisidir. Bu çelişkiler eski sistem aşılıp, yeni politik, iktisadi, ideolojik ve kültürel ilişkiler hâkim kılındığında çözülmüş olacaktır. ‘Antagonizm’ atılıp ‘agon’ getirilince uzlaşmaz zıtlıklar ortadan kalkmazlar. Antagonizmalar, mevcut devletin içinde değil, sömürülen temel sınıf kendi iktidarını ve düzenini kurduğunda çözülürler. Agonizm durumunda ise rakip meşru görülecek ve sorunlar aynı sistem içinde çözülmek istenecektir. Egemen olsun olmasın hegemonya kurma yeteneğinde olan sınıflar sözünü ettiğimiz temel sınıflardır. Kapitalist toplumda hegemonya mücadelesi iki temel sınıf arasında geçer: Ya burjuvazi toplumu zor ve rıza yöntemleriyle kendi egemenliği altında tutacaktır, ya da dost sınıf ve tabakaları etrafında birleştiren proletarya burjuva egemenliğini yıkacaktır. Mücadelenin kaderini belirleyecek olan orta tabakaları, ulusal ve kültürel hareketleri kimin kazanacağıdır. Tekil eylem alanlarında ortaya çıkan feminizm, çevrecilik, barış hareketi gibi mücadeleler ne kadar bir araya gelirlerse gelsinler hegemonik bir yapılanma oluşturamazlar. Kendi aralarında bir birlik kursalar da kapitalizmin dışına çıkamazlar.
Yeni köye eski adet: “Halk”, “insanlar”
Post-Marksizm aslında Marx-öncesi sosyalistlerin ve tarihçilerin, Batı sosyolojisinin sınırlı ve bulanık bakış açılarını yansıtan sınıflar üstü “ulus”, “halk”, “topluluk”, “yurttaş” “insanlar”, “farklılık” gibi genellemelerine bir geri dönüştür. Bu terimlerin izi kovalandığında altından Comte, Weber, Durkheim çıkar.
Laclau ve Mouffe, popüler kimlik merkezli bütünlükçü bir solu savunurlar. Projeleri bir cümleyle özetlenebilir: Özne “insanlar”, süreç “demokratik devrim“, hedef “radikal demokrasi” Bütün ufukları bu kadardır.
Laclau, 2005’te yazdığı Populist Sebep’de radikal demokrasinin öznesinin “insanlar” olduğunu vurgulamıştır. Artık var olmayan işçi sınıfına takılıp kalmayı bırakıp, “elitik oligarşi”nin karşısına söylemsel bir politik yapı olan “insanlar”la çıkmak, “bir halk ‘inşa etmek’” gerektiğini söyler. “Sınıflar” ölçütü terkedilmeli, hedefe “talepler”, “denklik zinciri” ve “insanlar” konmalıdır. Ne var ki bunlar hiç de yeni söylenmiş şeyler değil, klasik burjuva devrimleri ve eski tip popülizm sözlüğünden ödünç alınmış malum kavramlardır.
Post-Marksizmin politik içeriğini sosyal güçler dengesini halk lehine değiştirecek seçim odaklı strateji oluşturur. Laclau, “hegemonya”yı bazen halkın bilincini değiştirme yeteneği, bazen “tarihsel blok” , bazen halkın “bir siyasal özne olarak kurulması”, bazen anti-ırkçı, ekolojik vb. heterojen demokratik taleplerin karizmatik bir lider etrafında bir eşdeğerlilik ve farklılıklar zinciri içinde birleştirilmesi diye tanımlar. Toplumsal sorun kaynaklı birikmiş, çözülememiş “popüler demokratik mücadeleler”in, ortak bir tema etrafında birleştirilmesinin neoliberal hegemonyayı sarsacağını umarlar. Post-Marksist söylemi benimsemiş Podemos, hedef kitlesini “yurttaşlar” ve “insanlar” olarak belirlemiştir. Buna kapitalistler, karşıdevrimciler, liberal/muhafazakâr politikacılar dahildir.
Eski bir tarihe sahip radikal ve liberal popülizm, diğer adıyla “halkçılık” tarihsel olarak sınıf farklılıklarının henüz billurlaşmadığı kapitalizme geçiş dönemine ait bir olgudur. Lenin’in gençlik yılları Rus popülistleriyle mücadele içinde geçmiştir. “Halk” sosyoekonomik sistemlere, tarihsel dönemlere göre birçok anlam taşıyabilen muğlak bir kavramdır. Öneminden dolayı sosyalist inşanın başında bir kez daha uyarıda bulunmayı gerekli bulmuştur:
“Marks ve Engels, sınıfların farkını unutan ve basitçe üreticilerden, halktan ya da emekçilerden söz eden kişilerle acımasızca mücadele ettiler. Marks ve Engels’in eserlerini bir ölçüde tanıyanlar, bütün bu eserlerde, basitçe üreticilerden, halktan, emekçilerden söz edenlerle sürekli alay edildiğini unutamaz. Genelde emekçi ya da genelde çalışan yoktur, bilakis ya tüm psikolojisi ve tüm yaşam alışkanlıkları kapitalistçe olan –ve başka türlü de olamayacak olan- üretim araçlarına sahip küçük mülk sahipleri, ya da tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçi vardır, kapitalistlerle antagonizma içinde, zıtlık içinde, onlarla mücadele içinde bulunan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.” (Lenin, RKP(B), X. Parti Kongresi’)
Laclauist post-Marksizmin işaret levhası ileriyi değil geriyi gösterir: Temel çelişki emek ile sermaye arasında değil, “insanlar”/(”halk”) ile elit tabakadan oluşmuş “oligarşi” arasındadır. Ne kadar “halk” derse densin radikal demokrasi projesi, halkı rahatlatacak asgari bir programa bile sahip değildir.
Post-sol popülizm
Post-Marksist söyleme popülizmin parladığı son yıllarda dahil edilen yüz elli yaşını tamamlamış sol popülizm, güncel siyasete taşınmıştır. Yalnız eski popülizmin sol kanadı zamanına göre ihtilalciydi, neo-sol popülizm Narodniklerin değil liberal halkçılığın bayrağını taşıyor.
Laclau, popülizmi, bir ideoloji değil farklı ideolojik içeriklerin eklemlendiği politik kimlikler oluşturma yöntemi diye tanımlar. Bazen de “konjonktüre bağlı siyasi bir hareketi örgütleme stratejisi” veya “politikayı inşa etmenin bir yolu” (Popülist Sebep) diye tarif eder. Popülist Akıl Üzerine’de (2002) popülist politikanın uygulanabilirliğini halk ile mevcut iktidar arasında toplumsal siyasal bir yarılmanın varlığına bağlar. Böyle bir durumda toplumsal sorunlardan kaynaklanan çelişki ve rahatsızlıkları dile getiren “ortak bir tema” etrafında iktidar blokuna karşı popülist bir blok oluşturmak mümkün olur. Sağ ve sol popülizmlerin varlıkları ve yükselişleri böyle bir zeminde hayat bulur.
Post-Marksist popülizm sol siyasi yelpaze içindeki yerini kendi ağzından şöyle tarif eder: Solunda komünistlerin de içlerinde oldukları radikal devrimci sol, sağında merkez sol sosyal demokrasi, ortada “radikal demokrasi” Laclau, Hegemonya ve Sosyalist Strateji’ye 2000 yılında yazdığı önsözde, radikal demokrasi projesinin düşmanının liberal demokrasi olmadığını da belirtir. Chantal Mouffe ise röportajlarında liberal demokrasiyi yok etmekten değil genişletmekten yana olduklarını, değişimi parlamenter sistem dışında düşünmediklerini, “solun görevinin bu nedenle liberal-demokratik söylemi kınamak değil, onu derinleştirmek ve genişletmek” olduğunu söyler. Onlara göre sisteme devrimci bir şekilde meydan okumadan da bir şeyleri değiştirmek, neoliberal küreselleşmeye alternatif oluşturmak mümkündür.
Bir çerçeve çizmek gerekirse, sol popülizm, barışçıl yol izleyen, seçimleri ve parlamentoyu esas alan, ulus-devlet merkezli, “vatansever”, karma ekonomiye (kapitalist) dayanan bir düzen tasarımıdır. Dolayısıyla Laclau-Mouffe çifti, eski sosyal demokrasiye yeni bir şey katmazlar. Sadece işçi sınıfının değil burjuvazinin gözünde de itibar kaybetmiş sosyal demokrasiyi, eşeğini boyayan Kayserili misali, post-Marksist bir cilayla yeniden parlatırlar.
Öte yandan Laclau ve Mouffe sol popülizm adına, sağı da içine alan popülizmin genel ilkelerine bağlı kalırlar. Bunların başında karizmatik liderleri ve entelektüelleri öne çıkarmaları gelir. “Güçlü lider”in sembol haline gelerek bir çekim merkezi olabileceğine inanılır ve “sağ popülizm”in “Führer ilkesi”nden devralınan karizma sahibi “otoriter lider” anlayışı sol popülizme transfer edilir. Böylelikle hiyerarşik, otoriter ve ikameci diye üzerine çizik atılan Marksist partinin yerini, “güçlü lider” imajına sahip “birey” alır. “İnsanlar”ı etkilemek ve arkasından sürüklemek için popülist liderlere gereksinim duyulması esasında bir zaaf belirtisidir. Marksizm’de yeri olmayan bu kavramın esin kaynağı “sürü” (kitle) psikolojisi ve içgüdüsel yöneliş mantığı söyleminin kurucusu Freud’dur. Laclau, temsil etme-edilme çerçevesine yerleştirdiği “lider”i, “insanlar”dan biri, “eşitlerin birincisi” diye tanımlar. Emek Cephesine önderliğini kabul ettirmiş proletaryaya reva görülmeyen “halk iradesi”ni temsil yetkisi bir kalemde “tek adam”a havale ediliverir.
Reformizm eski bir çıkmaz sokaktır
Dikkati çeken diğer bir şey de “radikal demokrasi”, “demokratik devrim”, “sosyalizm” gibi kavramların çok sık kullanılmasıdır. Gelgelelim bunların içini dolduracak tatmin edici ne bir strateji ne de bir program söz konusudur. Aslında Mouffe 2018 Eylül’ünde Michael Calderbank ile yaptığı söyleşide her şeyi açıkça söylüyor: “Sol popülizm kesinlikle radikal bir reformizm stratejisidir. Sol popülist bir stratejinin amacı seçimleri kazanarak iktidara gelmektir. Mevcut kurumlarla ilişki kurma ve devleti dönüştürme olasılığına inanıyorum. Bunun en uygun strateji olduğunu düşünüyorum, çünkü neoliberal hegemonyadan kopmanın ve demokrasinin radikalleşmesini amaçlayan farklı bir hegemonya oluşturmanın yolu budur.”
Reformizm reformizmdir, radikali-ılımlısı aynı kapıya çıkar. Mouffe’un dürüstçe itiraf etmesine bir diyeceğimiz olmaz, yalnız tarihsel deneyimlerden hareketle şunu hatırlatmak isteriz: Sol popülist strateji izleyerek iktidara gelinmez değil gelinir. Ama ekonomik ve siyasi iktidarın asıl sahibi sırtlanlar beyaz eldivenleri kullanarak devleti dönüştürmenize seyirci kalmazlar, hiçbir zaman da kalmadılar. Devlet her seçim kazananın istediği gibi dönüştürebileceği veya neoliberal hegemonyadan koparabileceği sınıf dışı bir enstrüman değildir. Kaldı ki sol popülist diye adlandırılan partilerin iktidara geldiklerinde neoliberalizme kolay adapte olmak, serbest piyasa ekonomisini kabullenmek gibi kötü bir huyları var.
Laclau, Avrupa’da Podemes (İspanya), Syriza (Yunanistan) ve diğerlerini, Latin Amerika’da Lula da Silva (1998, Brezilya), Néstor Kirchner (2003, Arjantin), Evo Morales (2005, Bolivya), Rafael Correa (2006, Ekvador) ve tabi hepsinden ileri gidebilen Chavez (Venezüella) gibi ilerici hükümetleri kendisini doğrulayan modeller olarak gördü ve bu sol popülist yönetimlerle görüş alışverişinde bulundu.
Syriza üzerinde fazla durmak gerekmiyor; AB’nin, başta Alman emperyalizminin dayatmalarını kabul etti. Kemer sıktırdığı Yunan halkını değil Yunan burjuvazisini kurtardığı için seçimleri kaybetti. İçlerinde en ileri gidebileni Chavez oldu, ama onun iktidarında da dış ve iç kapitalist sömürü devam ettiği, emekçilerin sömürülmesine son verilmediği için sürekli patinaj yapmak zorunda kaldı.
Amerikan emperyalizminin arka bahçesindeki ilerici hükümetleri devirmek için çevirdiği dolapları anlatmanın yeri burası değil. Kesin olan bir şey varsa o da sol popülist partilerin izledikleri yolun faşist-gerici iktidarlar ve arkalarındaki emperyalistlerle mücadelede örnek alınacak bir model olmadığıdır. Marksist Allende’nin yapamadığını post-Marksistler hiç yapamazlar. Eduardo Galeano’nun aşırı sağ diktatörlüklerden sonra kurulan sol-sosyal demokrat hükümetler hakkındaki benzetmesini bir kez daha hatırlamakta yarar var: İktidar keman gibidir, sol elle tutulur, sağ elle çalınır.
Burjuva devletin ve kapitalist sistemin tasfiye edilmesi gerektiğini hatırlatan bu örnekler de gösteriyor ki, post-Marksistlerin ve sol popülistlerin üzerinde durma gereği duymadıkları emperyalizm, faşizm, devlet, ordu, polis, gizli servisler, NATO, İMF, darbe gibi konular üzerinde epey çalışmaları gerekiyor. Çünkü sınav zamanında soruların çoğu buralardan gelmektedir.
Sonuç
Post-Marksizm dünyada ve Türkiye’de çok sayıda sol parti, grup, yazar ve akademisyen tarafından kabul görüyor. Açıktan ve bütünsel olarak Laclauist-Mauffist çizgiyi benimseyenlerin sayısı belki o kadar fazla değil ama kimlik politikalarını ve sol popülist stratejiyi solun içinde bulunduğu açmazdan çıkaracak çare olarak gören çok sayıda Türk, Kürt solcu parti, grup, site, yazar, entelektüel (vs.) var. Özellikle post-Marksist tezleri geleneksel çizgilerine monte edenler görünenden kat kat daha fazla. 12 Eylül mağlubiyeti ve arkasından gelen 1990 dünya karşı devrim dalgası sonrasında radikal devrimci soldan boşalan yerler sivil toplumcuların istilası altındadır.
Yeni bir silkiniş dönemi diğerleriyle birlikte bu prangalardan da kurtulmakla olacaktır. (YAŞAR AYAŞLI - SENDİKA.ORG)