Ama artık o Batı’ya karşı kullanılmayan “yerli” bir yüzdü. Ve daha da kötüsü, bir siyasi rejimin devamlılığını sağlamak adına sporu, Fenerbahçe kulübünü kullanmaya kalkarsa ülkenin hiç ummadığa şekilde bölünmesine katkı sağlayacaktı...
Mesut Özil Alman milli futbol takımında oynamayı seçtiği gün, itiraf edilmeli ki futboldan anlayan herkes onun adına sevinmiştir. Böylesine değerli bir futbol yıldızı ancak onu tamamlayabilecek nitelikteki takım arkadaşlarıyla gerçek performansını sergileyebilecektir. Nitekim, daha 22 yaşındayken takımıyla yer aldığı ilk turnuvada dünya şampiyonu olur.
Real Madrid’in teknik direktörlüğünü yapmakta olan Zinedine Zidane, oyun stili klonlanmışçasına kendisini andıran Özil’i o yıl Real Madrid’e aldırır. Real Madrid, kral 13. Alfonso’nun ona bahşettiği(!) kraliyet yani Real adının dışında, yıllar içinde transfer edeceği yıldızlarla neredeyse dünyamızdan sıyrılıp, Galaktika ünvanını da kazanacak bir takımdır.
Takımın tarihindeki en ilginç yıldız transferi Alfredo di Stefano olmuştur. “Sihirbaz” lakaplı Arjantinli futbolcunun tam Barselona ile anlaşmak üzereyken Real Madrid’e gelmesi büyük ses getirir. Dedikodular, bir Real Madrid taraftarı olduğu söylenen diktatör Franko’nun bu transferde parmağı olduğu yönündedir. Daha da fenası, iki büyük Barselona yıldızı Laszlo Kubala ve Josep Samitier’in çift yönlü oynayarak bu transferi gerçekleştirdiği söylentisidir. İki futbolcu eskisi faşist generalin isteğine uyarak di Stefano’yu ikna etmişlerdir.
Özil Türk milli takımının formasını seçmese de, sergilediği şiir gibi oyunuyla ülke insanını gururlandırmaktadır. Gol sevinci sırasında arkadaşlarına sarılırken daima yüzünü darbelerden koruyan naif gencin, hakeme kızdığında Türkçe küfür ediyor olması da ulusça ayrı bir övünç kaynağı sayılmıştır!
Dünyanın belki de en iyi gol pası vereni yani asistanının aynı paslaşmayı, alış verişi futbol dışı ilişkilerinde sağlayamadığı başka yaşamlara kayışından anlaşılabiliyordu. Yoğun gelen başarı ve ünün yükünü takım arkadaşlarıyla paylaşarak sindirmek yerine, muhtemelen çok dar bir çevre içinde karşılaması onu eksikli kılmış olmalıydı.
Alman milli takımıyla yaşadığı başarısızlıkların sorgulanmasını ve sonrasında yöneltilen suçlamaları, o zamana değin hiç dillendirmediği ırkçılık yönü ile ele alıp yanıtladı. Takımı Arsenal ile de sorunlar yaşıyordu. Kendini onarmak yerine, genç yaşlarda ulaştığı başarıların “müdanasızlığıyla” gerçeklerden kaçarak sanal dünyaya, bilgisayar oyunlarına sığınmayı yeğliyecekti.
Futbol dünyası, dünyanın en yetenekli futbolcularından birinin oturarak haftalık 350 bin İngiliz Sterlin’i almasını konuşurken, Türkiye’deki bağlantıları bir başka konu için devreye girmiş olmalıydı. AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Türkiye’deki seçimler öncesi İngiltere’de birlikte poz verecekti. İkisi de kendilerini kötü Batı’nın mağdurları saymaktaydılar. Birisi ülkenin reisi, diğeri ise bizzat o kültürün içinde yetişmiş bir sporcuydu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı’nın yetiştirdiği böylesine ünlü Türk asıllı bir futbolcuyu Batı ile ilişkisini onarma adına kullanmayacaktı. Aksine, üstünden mağduriyet politikasını sürdürüp, içerisi adına düşmanlık üreteceği bir propaganda yüzü olarak Mesut Özil seçilmiş olmalıydı. Özil haksızlığa, ırkçı saldırganlığa uğramış bir dünya yıldızıdı. Ona bir baba gibi sahip çıkmanın tam zamanıydı. Hemen çoluk çocuğa karışıp “köklerine”, ait olduğu topraklara dönmesi de öğütlenmiş olmalıydı.
Ancak burada bir sorun vardı: Özil amcasının ısrarı üzerine kökü Zonguldak’a gidip geldikten sonra, çok da matah duygular içinde olmadığını bir röportajda belirtmişti. Yani ona Türkiye özlemi çektirecek kökleşmiş nedenler yok gibi görünüyordu.
Her derdin çaresi vardı. Özil’e aradığı kök toprağın içinde değil, havada bulunacaktı! Türkiye’deki dostları ona Tuba Ağacı sunuyordu. Kuran-ı Kerim’de Tuba şöyle geçmekteydi: “İman edip güzel amel edenler için Tuba ve dönüp gidilecek güzel yurt vardır.” Cennet vatan artık onu beklemekteydi.
Bu köklere dönüş operasyonunda fedakarlık da vardı. Alacaklarından ülkesi ve çok sevdiğini söylediği takımı Fenerbahçe adına belli oranlarda vazgeçmişti. Sırada, hiç bilmediği söylendiği aidiyet duygusunu somutlaştırma işi vardır. Köken aldığı, aslında onun için çok da anlam ifade etmediğini itiraf ettiği Zonguldak ilinin 67’si, Fenerbahçe’deki forma numarası olarak müjdeleniyordu.
Özellikle Arsenalliler onu “adanmışlık” ve “kararlılık” göstermediği için suçlamaktaydılar. Özil yeni nesil yani daha genç antrenörlerinin son ikisiyle de kavgalı ayrılmıştır. O zaman soru şuydu: Özil ile Fenerbahçe futbol takımı arasında bir aidiyet bağı oluşacak mıydı? Özil kendisini takımına adayacak mıydı?
Yoksa o son yıllardaki konformist alışkanlığını sürdürüp maçı idare ederken, ülkeyi yöneten siyasal İslam’a en azından bir ahde vefa olarak en sıkıştığı anda kucak açacak, onların “yüzü” olacak mıydı? Özil Erdoğan ile buluşması eleştirildiğinde, “Pek çok kültürde siyasi lider kişiden ayrı düşünülemez” demişti. Sorun tam da buradaydı. Batı Türkiye’yi Erdoğan ile özdeşleştiriyor ve ona ilişkin olumsuz düşüncelerini kendisi de dahil olmak üzere her Türkiye vatandaşına yansıtıyorlardı. Bunu biliyor idiyse kararını vermiş olmalıydı. Ama artık o Batı’ya karşı kullanılmayan “yerli” bir yüzdü. Ve daha da kötüsü, bir siyasi rejimin devamlılığını sağlamak adına sporu, Fenerbahçe kulübünü kullanmaya kalkarsa ülkenin hiç ummadığa şekilde bölünmesine katkı sağlayacaktı... (FEYZİ HEPŞENKAL - CUMHURİYET)