AKP neo-İslamcılığı, kendi siyasal sonunun çoktandır ufukta göründüğü koşullarda, 90’lı yaşlarına varmış eski askerleri hapsederek kendisine ve halen onunla davranan bazı kesimlere ‘moral’ mi vermeye çalışıyor? Bu intikamcı tutuklamalar, 28 Şubat’ın da onun doğrudan bir devam ürünü olarak AKP hegemonyasının da çoktan aşılmış olduğu şartları değiştirme etkisine sahip midir? Hayır. Aksine, bir güç değil, güçsüzlük alametidir. Dayanıksız bir ‘eski usul’ hamlesidir...


Geçtiğimiz hafta, yaşları 73 ile 89 arasında olan 14 emekli askerin, “28 Şubat davası” kapsamında aldıkları cezalar alelacele (1) kesinleştirilerek cezaevine konulmaları, hak ettiği ilgiyi –en azından şimdilik– görmeyen bir gelişme oldu. “28 Şubat”, 12 Eylül’den bugüne gelen ve birçok ekonomik-politik devamlılık içerecek şekilde, Türkiye açısından 40 yıllık bir bütünlük oluşturan tarihsel dönemin önemli kavşaklarından biridir; bugünü de etkileyen pek çok sonuç üretmiştir ve bu sonuçlardan birinin bizzat AKP iktidarı olması hasebiyle bile çok daha geniş bir aktörel çerçeveye sahiptir. Bu yanıyla, çoğu yapısal hastalıklarla mustarip, 80’li yaşların sonundaki eski generallerin hapsedilmesine dönük hamle, bir yandan rövanşist bile olamayacak kadar ilkel bir intikam gösterisi olarak görülmelidir; ama diğer yandan aynı ‘geniş çerçeve’nin bugünkü izdüşümlerine bakarak, güncel siyasal duruma dair bir tartışma için de zemin sunmaktadır. 28 Şubat, kendinden önceki dönemin, kendisini ortaya çıkaran koşulların ve bizzat yol açtığı sonuçlarla birlikte kendinden sonraki sürecin ekonomik-politik ilişki ve çatışmalarına, sınıfsal ve siyasal gerilimlerine içkin bir tarihsel olgudur. Türkiye kapitalizminin çok katmanlı bir restorasyon hamlesinin geçici bir ağırlık merkezi, siyasal bir uğrağıdır. Böyle ele alındığında, bugünkü ‘hapsetme’ hırsının anlamı (ya da anlamsızlığı), güncel açıdan daha belirgin bir tartışma zemini yaratabilir. Dolayısıyla bu yazıda da konumuz esasen ‘bugün’ ve bugüne geleceğiz; ama önce biraz geriye gitmeliyiz.

* * *

9 Ekim 2012… AKP’nin kibir düzeyine varmış bir özgüvene sahip olduğu günler. 2007’de, sonradan e-muhtıra olarak anılacak o tuhaf süreç bir erken seçim zaferiyle terse bükülmüş; 2010’da Cemaat’le birlikte yürütülen kampanyanın ardından anayasa değişikliği yüzde 58 oyla geçmiş; Ergenekon, Balyoz ve birçok başka operasyonlarla siyasal alan düzlenerek ‘devlet gücü’nün sefası sürülmeye başlanmış; nihayet Haziran 2011’de oyların yarısıyla seçim kazanılmış, hemen ardından temmuz ayında da Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve üç kuvvet komutanının istifasıyla tüm alanlarda AKP-Cemaat ortaklığı hegemonik bir güç oluşturmuş. Bu koşullarda, 2010 referandumu sırasında en çok istismar edilen darbeler konusu için oluşturulan komisyonlar, hiçbir zaman tamamına ermeyecek bir ‘hesaplaşma’ için ilgili dönemlerin aktörlerini dinliyor. İşte o 9 Ekim 2012 günü, 28 Şubat döneminde Hak-İş Başkanı olan Salim Uslu, TBMM’deki Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun huzurunda –hatta belki şöyle söylemeli: Komisyon, artık AKP Çankırı milletvekili olan Salim Uslu’nun ‘huzurunda’.

Nitekim Uslu, son derece yüksek bir özgüvenle döneme ilişkin ‘analizlerini’ sıralıyor; kurum ve kişi isimleri vererek itham ediyor; zihnindeki ideolojik çerçeveyi dayatıyor. Öncelikle bir hakikatten, onun belirsiz ve çarpık bir görüntüsünden yola çıkıyor Uslu; 28 Şubat’ın sadece askeri bir süreç olmadığını, bir ‘sınıf hegemonyası’ projesi olduğu hakikatini belli belirsiz aktarıyor, bazı sermaye örgütlerinin, hatta yanlarına Türk-İş ve DİSK gibi emek örgütlerini de çekerek, sürece katıldıklarını hatırlatıyor. Ama (o dönem bir sendika konfederasyonu başkanı olmasına rağmen) kendisi de son noktada bir ‘emek aktörü’ olmadığından, bu hakikati 2012’nin kendine özgü koşullarına ait İslamcı bir ajandayla büküyor sonra.

Şöyle ki:

Uslu, ‘geniş analizi’nin merkezine, 28 Şubat’tan kısa bir süre önce, 4 Şubat 1997’de, Ankara Hilton Otel’de, dönemin koalisyon ortağı Tansu Çiller ile TOBB, TİSK, TESK, Türk-İş, DİSK başkanlarının katıldığı bir toplantıyı koyuyor. Hak-İş başkanı olarak kendisinin de bulunduğu bu toplantıyı, “Hilton Otel’de bir ikna odası kuruldu” diye tarif ediyor ve Çiller’in hükümeti bozmaya davet edildiğini, kendisinin bu ‘telkine’ katılmadığını aktarıyor. TOBB, TİSK, TESK, Türk-İş ve DİSK o dönem birlikte davranmış, hatta İslamcı söylem bunlara “5’li çete” adını takmıştı. Uslu buraya kadar olgu aktarıyor ve doğru olmayan bir şey de söylemiyor. Hatta bu bileşimin tuhaflığına da dikkat çekiyor haklı olarak: 28 Şubat MGK bildirisindeki maddelerden birinin “özelleştirme faaliyetlerinin hızlandırılması” olduğunu hatırlatarak, “TOBB’la DİSK’in yan yana gelme şansı yok. DİSK gibi, Türk-İş gibi özelleştirmeye karşı olduğunu her fırsatta ifade eden bir örgütün o bildiriyi destekleyen açıklama yapıyor olmasını anlamak kolay değil” diyor. Fakat sonra bir adım daha atıyor ve TOBB ile TİSK’i yani işveren örgütlerini ayırıp, TESK, Türk-İş ve DİSK başkanlarının “sosyolojik konumlarından ziyade kültürel kimlikleri” ile davrandıklarını söylüyor! Ne demek bu? Hemen peşinden açıkça söyleyecek ‘İslamcı sendikacı’ Salim Uslu: “Nitekim bu üç zat aynı kültürel kimliğe sahipler, aynı mezhebe sahipler…” (2)

Salim Uslu, emek örgütlerinin özelleştirme vizyonlu 28 Şubat’ı desteklemesinin nedeni olarak “başkanlarının Alevi olmasını” gösteriyor açıkça! Komisyondaki bir milletvekili, “Sanırım öyle demek istemediniz” diyesi oluyor, ama Uslu ısrar ediyor: “Ama üç arkadaşımızın da aynı aidiyete sahip olması basit bir rastlantı değil…”

Bu diyalog, 28 Şubat ve sonrası açısından çok çarpıcı ve doğurgan bir hikâye oluşturmaktadır. İki nokta önemli.

Birinci olarak Uslu, az önce özelleştirme sorunu üzerinden farklı sınıfsal çıkarlara işaret ederek garipsediği davranışın arkasına getirip mezhep aidiyeti koymuştur. Bu yanıyla, 28 Şubat’tan sonra iyiden iyiye yerleşecek olan kültürel kimlikçi, dinci, mezhepçi siyasal ortamın doğal bir ürünü ve unsurudur.

Ve ilkiyle uyumlu da olacak şekilde ikincisi şu: Eski ‘sendikacı’ Salim Uslu bu sözleri söylediği esnada, “babalar gibi satarım” çığlıklarıyla hunharca özelleştirme yapmış ve yapmakta olan AKP’nin bir milletvekili, bir meclis otomatıdır. Kamuya ait en büyük zenginliklerin üç otuz paraya satılmasına sadece tanıklık değil, bir tür ‘aracılık’ etmektedir. Başka sendika ağalarının özelleştirmeci bir bildiriyi desteklemesini “Alevilik” ile açıklamakta beis görmez; ama tarihin en çok özelleştirme yapan iktidarının bir parçası olmaktan da gocunmaz.

Uslu’nun çelişkisi gibi görünen şey, 28 Şubat’ın öncesi, sırası ve sonrasını kapsayan hegemonya mücadelelerinin berrak bir görüntüsüdür. Uslu için konu 1997’de de, 2012’de de özelleştirme, sınıf pozisyonu vs. değil; ‘Alevilik’ ve mezhepçiliktir. Değişen, onun durduğu bu ‘siyasal’ pozisyonun evrimi ve buna bağlı olarak semirmiş olan gücüdür. Ama bu evrimi, dolayısıyla eriştiği yeni gücü de ironik şekilde 28 Şubat’a borçludur. Zira 28 Şubat’ın ‘laik’ restorasyonu, Türkiye kapitalizminin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda, İslamcılığın RP-Erbakan çizgisini kırıma uğratmış, böylelikle onun içinden iktisadi olarak neoliberal ilkelerle uyumlu bir ‘yenilikçiler’ kanadı çıkmasına doğrudan etki etmiştir. Neo-İslamcılık ve onun örgütü AKP, bu kırılmanın içinden doğmuştur. Müdahalenin arkasında, RP-Erbakan çizgisinin küresel kapitalizme entegrasyon konusunda müphem ve maceracı eğilimler göstermesinden tedirginlik duyan geniş bir yönetici sınıflar koalisyonu vardır. Başta büyük burjuvazi olmak üzere sermaye sınıfının çeşitli ölçekteki temsilcileri (TÜSİAD, TOBB, TİSK, TESK) ile Batıcı-laik bürokrasinin bu kapsamlı ittifakı, örneğin, “Hıristiyan AB yerine Müslüman D-8” gibi lüzumsuz maceralarla vakit kaybetmek istememektedir. Ordu, zaten RP’nin yükselişine de dayanak olacak şekilde paramparça olmuş bulunan merkez burjuva siyasetin, Mesut Yılmaz ile Çiller’in, Ecevit ile Baykal’ın sorunu çözemediği koşullarda bu koalisyonun bir tür siyasal güç merkezi haline gelmiş, süreci siyaseten yönetmek işi de ona kalmıştır. (Bu noktada, büyük bir sermaye gücü ve kapitalist girişim ağını temsil eden OYAK aracılığıyla bizzat Ordu’nun da kapitalist çıkarlar çerçevesinde davrandığını, sorunun yalnızca ‘siyasal-kültürel’ yanında değil, iktisadi yanında da ‘taraf’ olduğunu vurgulamak gerekir.) Bu yönüyle 28 Şubat, sermaye sınıfının çok geniş bir kesiminin çıkarları ve Türkiye kapitalizmine biçtikleri yön doğrultusunda, esasen İslamcılığı değil, onun içindeki ilkel anti-kapitalist söylem ve eğilimleri tecrit ve tasfiye etmiştir. Bu restorasyon sürecinde de bazı sendika yöneticileri vasıtasıyla emek örgütlerini de, toplumun hatırı sayılır bir kesimini de ‘siyasallaşmış’ gibi görünen bir düzlemde, ‘laiklik’ endişelerini araçsallaştırarak yanına katmayı başarmıştır. Hegemonik etkisi de esasen budur.

* * *

28 Şubat’ın hemen sonrasında, yerli büyük burjuvazi ve iç içe olduğu yabancı sermaye, muhtemelen Ordu’nun birden artan siyasal gücünden de rahatsız olarak rejimde bazı liberal reformlar istedi. Bu ‘reformlar’, zaten kamu maliyesinden bankacılık sistemine dek, 90’ların çöken ekonomik modeli yerine 28 Şubat’ın da katkısıyla girişilen restorasyonun amaçlarıydı. Büyük sermayenin bu talepleriyle ekonominin girdiği yeni krizler ve ardından deprem şoku çakıştı. Ordu’nun neredeyse bir siyasal parti gibi davranarak başlattığı süreç Erbakan RP’sini küçültmüş, kapatmış; ama merkezde bir ‘yeni yıldız’ da yaratamamıştı. Yaşlı ve yorgun Ecevit’in katı milliyetçiliği ile MHP’nin taşra ülkücülüğü liberal Mesut Yılmaz’la uygun bir terkip haline getirilememiş, hem koalisyon içi çekişme ve çatışmalar hem de artan toplumsal sorunlar yeni bir hegemonik müdahale ihtiyacını doğurmuştu. Burjuvazi, ‘Derviş programı’ ekseninde sürecek kapitalist yolla uyumlu bir yeni siyasal süreç için AKP ile böylelikle uzlaştı. AKP, 28 Şubat burjuva hegemonya projesi tarafından ‘hizaya getirilmiş’ İslamcı siyasal parti olarak, biraz da olası liberal rakiplerinin, 12 Eylül’den beri süren siyasal gericilik basıncı karşısında un ufak olmasıyla ihaleyi kazandı. Vaktiyle laik generallerin etrafında kümelenmiş gibi görünen sermaye grupları (TÜSİAD, TOBB, TİSK…) bu kez hızla AKP’nin yeni hegemonya projesinin etrafında, ona biçim de verecek şekilde yer aldı. Başta 2002-2007 arası ‘altın dönem’ olmak üzere büyük oranda 2013’e kadar bütünlüklü bir ilişki olarak sürdü bu. 2013’ten itibaren, AKP’nin, yabancı sermaye girişlerine bağımlı, inşaat, enerji turizm gibi sektörlere dayalı ekonomik modelinin açıkları önemli sorunlar yaratmaya başladıkça gevşemeye, bugün itibariyle ise çözülmeye başladı.

Sorunun iktisadi yanını, bu çok uzayan yazı yerine bir sonrakine bırakarak söylersek, AKP iktidarının ve özel olarak da Erdoğan ‘şahsının’ Türkiye kapitalizmi için sağladığı hegemonik gücün tükendiğine ilişkin işaretler artık herkesin görebileceği şekilde açığa çıkmış durumda. Neo-İslamcılık, iktisadi yapının ihtiyaç duyduğu güçlü kültürel-ideolojik şemsiyeyi açamıyor artık. Tıpkı 2007’lere, 2012’lere gelindiğinde artık ‘laik’-milliyetçiliğin açamadığı gibi. Bu koşullarda bir yandan görece ‘seküler’ bir yeni milliyetçiliğin, başta göçmen karşıtlığı olmak üzere çeşitli hammaddeden beslenerek başını çıkardığı; diğer yandan neo-İslamcılığın içinden hizipleşmiş daha ‘batılı’, ‘liberal’ kliklerin bunlarla etkileşim içinde olduğu bir yeni mayalanma çıkıyor ortaya, AKP-Erdoğan sonrası sahne düzeni için kostümler giyiliyor. Daha somut söylemek gerekirse; bir tarafta, “Hudut namustur” vs. üzerinden, esasen lümpen bir göçmen karşıtlığından beslenen, CHP-ulusalcılardan İYİP’e, ‘öfkeli genç Türkler’ gibi tek ayağı açık ırkçılıkta duran zamane heveslilerine uzanan bir milliyetçilik var; hatta bu milliyetçilik ‘sol’dan, vaktiyle ‘sol’a bulaşmış bazı kişilerden kendisine yandaş devşirebiliyor. Diğer yanda Deva’da, muhtemelen AKP’nin çözülmesine koşut olarak daha belirgin şekilde ortaya çıkacak yeni tip ‘dindar ama seküler’ kümelenmelerde ucu görünen bir tür ‘yeni liberal-muhafazakârlık’ sesini yükseltiyor. Bunun ‘devlet’ içinde de bir karşılığı olduğu açık. Hatta biraz zorlamayla, Sedat Peker’in, esasen bir iç çatışmayı seslendirmekle birlikte, bir yandan da tüm bu siyasal desenin hem imalatında hem de montajında rol sahibi olduğu söylenebilir.

AKP neo-İslamcılığı, kendi siyasal sonunun çoktandır ufukta göründüğü bu koşullarda, 90’lı yaşlarına varmış eski askerleri hapsederek kendisine ve halen onunla davranan bazı kesimlere ‘moral’ mi vermeye çalışıyor? ‘Güç hâlâ bizde’ algısına başkasından çok kendileri için mi ihtiyaç duyuyorlar? Bu intikamcı tutuklamalar, 28 Şubat’ın da onun doğrudan bir devam ürünü olarak AKP hegemonyasının da çoktan aşılmış olduğu şartları değiştirme etkisine sahip midir? Konuya devam etmek üzere kestirme cevabı verelim: Hayır. Aksine, bir güç değil, güçsüzlük alametidir. Dayanıksız bir ‘eski usul’ hamlesidir.

Devam edeceğiz…

(1) Bu alelacele tutum açısından, tutuklanan emekli askerlerden Çetin Doğan’ın avukatı Hüseyin Ersöz’ün, Nevşin Mengü ile katıldığı video yayında aktardıkları dayanak gösterilebilir. Ersöz, bu denli ‘kabarık’ bir dosyada, normal koşullarda iki yıldan önce karar çıkmayan Yargıtay 16. Dairesi’nin üç ay gibi kısa bir sürede müebbet hapis cezalarını kesinleştirmesine dikkat çekiyor. (Ersöz’ün hukuki sürece ilişkin değerlendirmeleri bu yayının 11 ila 24. dakikalarında yer alıyor.)

(2) Salim Uslu’nun Meclis Araştırma Komisyonu’ndaki sözlerinin tamamı şu tutanaktan okunabilir. (HAKKI ÖZDAL - GAZETE DUVAR)

Daha yeni Daha eski