Bir kavram olarak “popülizm”, kullanıcısını uğraştıracak kimi karışıklıkları da beraberinde getirir. Öyle ki, bu kavrama ilişkin olarak yapılabilecek en genel, ancak gene de belirli bir anlam taşıyan tanım bile, özgül bir tarihselliğin ve mekânın izlerini taşıyacaktır. Zaman ve mekân çağrışımı dolaylılaşıp silikleşmiş bir popülizm tanımı yapmak güçtür.
Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz.
Ancak, popülizm kavramının getirdiği güçlükler yukarıda söylenenle sınırlı kalmamaktadır. Kavramın bizim dilimizdeki karşılığı da kimi durumlarda sorunlara yol açabilmektedir. Ne kadar ciddi sorunlar? Örneğin, popülizmin karşılığını “halkçılık”, popülistin karşılığını da “halkçı” olarak verdiğimizde burada bir sorun var mıdır?
İlk bakışta yok gibi görünüyor. Gerçekten de “popülizm” ve “popülist” kavramlarına Türkçede başka karşılıklar bulmak olanaksız gibidir. Gene de fazla rehavete kapılmadan aşağıdaki şu iki “muhayyel” durumu düşünelim:
1970’li yıllardasınız. Diyelim, yanınızda az çok eğitimli bir yabancı, Bülent Ecevit’in konuştuğu bir mitinge katıldınız. Mitinge katılanlar Ecevit’e tezahürat yapıyor: “Halkçı Ecevit!” Yanınızdaki Türkçe bilmeyen yabancı “ne diye bağırıyorlar?” sorusunu yönelttiğinde vereceğiniz yanıt “populist Ecevit” olacaktır. Bunu öğrenen yabancı da kalabalığın bu sloganla Ecevit’e tezahürat mı yaptığı, yoksa ciddi bir eleştiri mi yönelttiği konusunda tereddüde düşecektir.
İkinci örnek: Diyelim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan IMF ile yapılan yeni bir anlaşma sonrasında uygulanacak ekonomik politikaları basın toplantısında açıklıyor. Toplantıda ısrarla şunu vurguluyor: “Bütçe disiplinine, kamu harcamalarına dikkat edeceğiz; seçim de olsa kimse bizden önceki iktidarların popülist politikalara dönüş beklemesin!” Bu sözler üzerine Başbakan’a “yani AKP halkçı politikaları terk mi ediyor?” sorusunu yönelten bir basın mensubu büyük olasılıkla şu yanıtı alacaktır: “Ne münasebet? Biz popülist politikalara karşıyız, yoksa sapına kadar halkçıyız.”
Sanırım, yukarıdaki “muhayyel” örneklerin gerçekçilik sınırlarını iyiden iyiye zorladığını düşünen çıkmayacaktır.
Sonuçta, önce tarihsel şekillenişi ve içeriğiyle, ardından özellikle akademik çevrelerin belirli iktisadi politikalar bağlamında biçtikleri anlamla “popülizm”, halkçı olan, halktan yana veya halkı gözeten her tür duruşu gölgeleyen bir özellik kazanmıştır.
Burada, ciddi bir sorun vardır.
Sorun, kuşkusuz Türkiye’de sosyalist mücadele verenlerin ve sosyalizmi hedefleyenlerin önünde duran bir sorundur. Bu boyutuyla şöyle ortaya konabilir: Bu ülkede sosyalizmin etki alanını genişletme çabası içinde olanlar, ideolojik, siyasal ve kültürel alanlarda halkın daha geniş kesimlerini kucaklamaya yönelik girişimlerinde “popülizm” umacısının koyduğu frenlere mahkûm mu olacaklardır?
Böyle bir mahkûmiyeti peşinen kabul etmenin ikna edici bir mantığı bulunmuyor. Ancak, kimi yersiz kuşku ve tereddütlerin giderilmesi için önce birtakım sorular üzerinde durmak gerekiyor. Bunlar, “popülizmin” tarihsel şekillenişiyle, bu tarihsel şekilleniş ve içeriğin günümüz açısından fazla anlam taşıyıp taşımadığıyla ilgili sorular.
Sıralayalım:
1. Dünya siyasal literatüründe “popülizm” kavramının az çok net bir çerçeve ve içerik kazanması, 19. yüzyılın Çarlık Rusya’sına ait bir olgudur. Rusya’da kapitalizmin gelişmekte olduğunu, modern sınıfların ortaya çıktığını göremeyen veya görmek istemeyen Rus halkçıları (Narodnikler) eşitlikçi bir düzene (hatta sosyalizme) geleneksel kır komünleri temelinde ulaşılabileceğini savunmuşlardır. Lenin, yüzyıl dönemecinde bu kesime karşı kararlı bir mücadele vermiştir.
Soru: 2009 yılının Türkiyesi’nde sosyalist mücadelenin halkçı bir karakter de kazanması, halkçı söylemlere yer vermesi ve halktan yana taleplerde bulunması, onu yüz küsur yıl öncesine taşıyıp Narodniklerin safına mı katar?
2. Latin Amerika’da “popülizm”, kökleri 19. yüzyıla dayanmak üzere 20. yüzyıldan günümüze uzanan ciddi bir ideolojik-siyasal harekettir. Dahası, Latin Amerika popülizmi tabandan gerçek bir halk hareketi olarak filizlenebildiği gibi, bu kıtadaki kimi otoriter-askeri rejimlerle de ilişkilenmiştir. Bu yanıyla Latin Amerika popülizmi kıtadaki işçi sınıfı hareketleri ve partileriyle zaman zaman yakınlaşmış, zaman zaman da rakip konumda bu partilerin önünü kesmeye çalışmıştır.
Soru: Türkiye’de inişli çıkışlı tüm uğraklarında Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin önünü kesip onu yalıtmaya çalışan, tarihsel ve kitlesel zemini olan bir “popülist” hareketten söz edilebilir mi?
3. Türkiye’de, adına “popülizm” denmese de “halkçılık”, Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde (20’ler sonu ile 30’lar) “yukarıdan ve dışarıdan gelen” başat ideolojik temalardan biridir. Türkiye’deki bu ilk “halkçılık cereyanı”, Rusya’dakine benzer biçimde, modern sınıf oluşumlarının reddine dayanır. Az çok gelişeni ve henüz gelişmemiş olanları dahil sınıfları bir “halk” potasında eritir. Aynı Rusya’nın Narodniklerinde olduğu gibi en büyük korkusu, ülkenin, Batı Avrupa’da görülenlere benzer keskin sınıf mücadeleleri içinde bitap düşmesi, kaos süreçlerinde çöküntüye uğramasıdır.
Soru: Cumhuriyet’in kendisi, toplumsal sınıfların varlığını reddeden konumunu yaklaşık 60 yıl kadar önce terk etmişken, bugün Türkiye’de bu halkçılık anlayışının sınıfların varlığını reddeden bir zeminden yeniden üretilmesi mümkün müdür? Sosyalist hareketin önünde böyle bir tehlike olduğundan söz edilebilir mi?
4. Başka ülkelerden ve Türkiye’den lafı sözü dinlenir pek çok akademisyene göre “ithal ikameci sanayileşme” gelişmekte olan ülkelerin 70’li yılların sonuna kadar benimsedikleri modeldi. Bu modelde öngörülenler ise şunlardı: İhracattan çok iç pazara dönük yatırım ve üretim hamleleri, tarımın desteklenmesi, özel birikim süreçlerini büsbütün sıkıntıya sokmamak kaydıyla ücret artışları, vergiler ve diğer kamu müdahaleleriyle görece daha adil bir gelir paylaşımı ve eğitim/sağlık/sosyal güvenlik gibi alanlarda “halkı gözeten” yenilikler… Bu doğrultudaki uygulamalara “popülist politikalar” dendi.
Soru: Günümüz Türkiye’sinde sosyalist hareket, sanki başka hiçbir derdi yokmuş gibi tutup bu politikalara “dönüş olasılığını” (!) mı dert etmelidir?
Soruların ardından, konulara biraz daha yakından eğilebiliriz.
Lenin ve halkçılığın eleştirisi
Lenin’in Rus halkçılarına, yani Narodniklere karşı polemikleri tam tamına Ortodoks bir Marksist duruşu yansıtır. Bu duruşun 1897 tarihli en net ve özlü ifadelerinden biri şöyledir:
“Rusya’da gelişmekte olan kapitalizm ancak iki yoldan değerlendirilebilir: bu gelişim ya ilerici ya da gerici sayılır; bunun ya doğru yolda bir adım daha ileri gidiş olduğu düşünülür ya da gerçek doğrultudan bir sapma; gelişmekte olan kapitalizm ya yıktığı küçük üreticiler sınıfının bakış açısından görülür ya da yarattığı bu kez mülksüz üreticilerin bakış açısından. İkisinin ortası yoktur.”1
Alıntıdan hemen önceki bölümde “Ortodoks” sözcüğü rastgele kullanılmamıştır. 19. yüzyıl sonlarında Rusya gibi bir ülkede kapitalizmin gelişmesi Lenin açısından bir “tarihsel ilerleme”dir. Lenin, kapitalizmin yayılması bağlamında ve en azından Avrupa’nın hemen yanı başındaki 19. yüzyıl Rusya’sı söz konusu olduğunda, “ilerlemeci” bir tarih anlayışına sahiptir. Ayrı bir konu olduğundan burada girilmesi gerekmiyor, ama bu söylenene bir ek daha yapmak yerinde olacaktır: Lenin ilerlemeci bir tarih anlayışına sahip olmakla birlikte, bu anlayış eşitsiz gelişmeyi göz ardı eden, kapitalizmin yayıldığı her yerde mantıksal sınırlarına kadar gelişeceğini öngören bir “lineerlik” (doğrusallık) taşımaz.
Uzun sözün kısası, Lenin Rus halkçılarına karşı kapitalist gelişme gerçeğine, bu gelişmenin kaçınılmazlığına vurgu yapıyordu; kırsal komünlere ve köylülüğe yönelen dikkatleri, modern sanayi işletmelerine ve gelişip güçlenmekte olan proletaryaya çekmeye çalışıyordu.
Peki, Rus Narodniklerinin öyküsü ve Lenin’in karşı savları bu kadar mıdır? Eğer gerçekten bu kadarsa, “popülizm” tartışmaları bağlamında tutup Narodniklere ve Lenin’e dönmenin fazla anlamlı olduğu söylenemez. Bugün yeryüzünde “kapitalizm bize hiç bulaşmasın, biz kendi özgün yapımız ve geleneklerimizle sosyalizme yürürüz” diyebilecek herhangi bir topluluk ve coğrafya kalmamıştır. Ayrıca, kapitalizmin, uzandığı yerlere kendi özgül sanayileşmeci dinamikleri ve modern sınıf oluşumlarıyla topyekûn ilerleme getirdiği dönem de artık çok gerilerde kalmıştır.
Özetle, yukarıda anlatılan türde bir “halkçılık” ve hak ettiği “bilimsel” karşı çıkış, bugün dünyanın gündeminde değildir.
Ancak, yukarıda özetlenen Narodnik öyküsü “bu kadar” değildir. Rusya’daki 19. yüzyıl halkçılığının ve Lenin’in bu akıma ilişkin değerlendirmelerinin, kendi dönemine özgü hararetli polemiklerin ötesinde güncelliğe uzanan kimi yönleri de vardır.
Rus Narodnikleri, ülkelerindeki aydınlanmacı geleneğin sahiplenicileri olduklarını savunmuşlardır. Geleneğin başlıca temsilcileri arasında Çernişevskiy ve Herzen de yer almaktadır. İlginç olan, daha sonraki Bolşevik-Komünist literatürün bu geleneği ve temsilcilerini “devrimci demokrat” olarak nitelemesidir. Rus aydınlanmasının bu “devrimci demokrat” öncüleri dünyaya bakış olarak maddeci, ancak geleceğe dönük özlemleri açısından “ütopyacı” sosyalistlerdir.
O zaman soru şu oluyor: Diyelim, kapitalizmin gelişmekte olduğunu reddeden ve sosyalizmin nüvesini köy komünlerinde arayan halkçılık devrini çoktan doldurmuştur; peki aynı şey devrimci demokrat konumun yataklık edeceği yeni halkçılık türevleri veya halkçı duyarlılıklardan şekillenen devrimci demokrat duruşlar için de söylenebilir mi?
Soru buysa, halkçılığın kapitalizm karşısındaki konumunu bir kez daha Lenin’e dönerek anımsayalım. Lenin’e göre halkçı, ortada sömürü diye bir olgu olduğunu, sömürü ile siyaset arasındaki karşılıklı etkileşimi görür. Ancak, hem sömürünün kendisini hem de sömürü ile siyaset arasındaki ilişkiyi, özel bir üretim ilişkileri sistemine (kapitalizme) oturtamaz. Bu sistemin nesnel gelişme yasalarını kavrayamaz.2
Dikkat edilirse, burada artık kapitalizmin “gelişimini” kabul veya reddetmenin ötesinde, bu üretim tarzına özgü sömürü mekanizmalarının nasıl kavranacağı, neyle ilişkilendirileceği meselesi gündemdedir. İşte bu gündem, bugün de kapanmış değildir. Ortada bir “sömürü” olduğunu sezenlerin, bu sömürünün tam tamına nereden kaynaklandığının bilincine varmaları, sosyalist mücadelenin hiç kapanmayacak gündemidir.
Halkçılığın temelinde küçük üreticiliğin (daha genel anlamda küçük burjuvazinin) olduğu varsayımından hareketle bir ek daha yapılabilir: Küçük burjuvaziyi bütünüyle ortadan kaldıran, küçük ölçekli üretimi en azından değişen alanlarda yeniden ve yeniden üretmeksizin kendini sürekli kılabilen bir kapitalizm, bugün geldiği aşamada bile kolay kolay düşünülemez.
Bu durumda, a) genel anlamda devrimci demokratlığın 19. yüzyıl Rus halkçılığına sınırlı kalmayan bir tarihsel kategori olduğu, b) devrimci demokrat konumla “halkçı” denebilecek ideolojik-siyasal yönelimlerin yeni bileşimlerde buluşabileceği ve c) kapitalizmin öngörülebilir herhangi bir aşamasında küçük burjuvaziyi ortadan kaldıramayacağı düşünüldüğünde, bütün bunlardan ne sonuç çıkıyor?
Mantıksal sonuç şudur: Düşünsel bir sisteme oturup ideoloji haline gelmesinden, siyasal bir çizgi olarak süreçlere ağırlığını koymasından bağımsız olarak, bu dünyada (ve elbette Türkiye’de de) halkçı ve devrimci demokrat nüveler hep var olacaktır. Bu potansiyelin ideoloji ve siyaset düzlemlerine ulaşması, kuşkusuz zamansal ve mekânsal etmenlere bağlı bir konudur.
İşin bam teli ise, işçi sınıfı hareketinin, Marksistlerin ve ideolojik-siyasal çizgilerinin, potansiyel veya reel, böyle bir oluşumla nasıl ilişkileneceğidir.
Marksizm-halkçılık ilişkisi
19. yüzyıl Rusya’sını bir yana bırakırsak, Marksizm’in “halkçılık” başlığı altında toplanabilecek ideolojik-siyasal akım ve hareketlerle ilişkisi, çok büyük ölçüde 20. yüzyıla ve emperyalist metropoller dışında kalan ülkelere özgü bir sorunsaldır. Marx’ın kendisi, 19. yüzyıl ortalarında Avrupa’da bir yanıyla “halkçı” da denebilecek, devrimci demokrat, küçük üretici eksenli, ütopik birtakım akımlarla hesaplaşmak durumunda kalmıştır. Ancak, bu akımlar özellikle 1848 sonrasında güç yitirmiş, 19. yüzyılın son çeyreğinde ise Marksizm Avrupa işçi sınıfı hareketinde genellikle başat konuma gelmiştir.
Bu durumda eğer Marksizm-halkçılık ilişkisinde ilginin odaklanacağı asıl sahne azgelişmiş ülkelerse, söz konusu ülkenin sınıfsal yapısı ve emperyalizmin hegemonya biçimleri gibi etmenler dikkate alınmalıdır. Dahası, iki akımın zamandaşlık ilişkisi de önemli bir belirleyici olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuncusu konusunda daha açık olarak şu noktaya işaret edilebilir: Bu ülkelerin bir bölümünde halkçılık Marksizm’i tarihsel olarak öncelerken, diğerlerinde bu iki akımın doğuşu ve gelişimi aşağı yukarı zamandaştır. Örneğin Türkiye ve Çin, halkçı akımların Marksizm’in düşünsel-siyasal yaşamda belirli bir yer tutmasını öncelediği ülkelerdir. Buna karşılık Balkan ülkelerinin birçoğunda iki akımın aşağı yukarı zamandaş oldukları görülmektedir.
Ayrıntılar bir yana, bu coğrafyalarda Marksizm-halkçılık ilişkisinin “zıtlaşma”, “ittifak” ve “hegemonya” olmak üzere üç zeminde somutlaştığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz, bu zeminler sabit ve geçişimsiz değildir. Örneğin zıtlaşma ittifaka dönüşebildiği gibi, “hegemonya” da el değiştirebilmektedir. Hegemonyadan kastedilen, iki akımdan birinin diğeri üzerinde başatlık kazanması, onu ortadan kaldırmasa bile hareket alanını sınırlandırmasıdır.
İlişkinin hangi zeminde şekilleneceği ve seyredeceği konusunda, özel ülke referansında bulunmadan kimi genellemelere gitmek mümkün müdür?
Pek mümkün görünmüyor. Geleneksel halk hareketleri, kapitalizmin gelişme düzeyi, sınıf oluşumları, emperyalizme ilişkilenme biçimi ve nihayet halkçılıkla Marksizm’in tarihsel olarak sahneye çıkış sıraları gibi etmenler, özel ülke, en azından sınırları belirli bir coğrafya referansını gerektirmektedir. Sözgelimi, “içinde bulunulan kapitalist gelişme aşamasından bağımsız olarak, işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesi yapmayı amaçlar biçimde örgütlenmesini ve mobilizasyonunu engellemek”, Latin Amerika’daki popülist hareketlerin ortak yanlarından biri olarak gösterilmektedir.3 Bolivya referanslı bir başka çalışmada ise, bu ülkedeki ulusalcı-popülist hareketin halktan yana kimi önemli reformların ardından, 1950’li yıllarda bu kez ABD’nin ve IMF’nin desteğinde işçi sınıfına yüz çevirip gerici bir yörüngeye oturduğundan söz edilmektedir.4
Dikkat edilirse, yukarıdaki örneklerde “kapitalist gelişme aşaması”, popülist hareketin aynı zamanda “ulusalcı” yan taşıması, “yerli halk” hareketliliği ve “emperyalizmle ilişkilenme” gibi, dünya ölçeğinde genellemelere gitmeyi güçleştirici özel parametreler söz konusudur. Genellemeye elverişli tek nokta ise şudur: Adına ister “üçüncü dünya”, ister “azgelişmiş ülkeler”, ister “periferi” densin, geniş bir coğrafya söz konusu olduğunda işçi sınıfı hareketinin ve Marksizm’in “popülizmin” türevleriyle karşılaşması, ilişkilenmesi, “ittifak kurması” ve yerine göre de hesaplaşması, bir kaçınılmazlıktır.
“Malum parantez”: Marksizm-ideoloji-sosyalizm geçişi
Paranteze “malum” denmesinin nedeni, yazarın sıkça yinelediği özel bir vurgusuyla ilişkilidir: Bir öğreti, bir düşünce sistemi olarak Marksizm’in işçi sınıfı dahil olmak üzere geniş halk yığınlarına ulaşması, onun öğretilmesiyle, yaygınlaştırılmasıyla ve eksiksiz fazlasız tam tamına “Marksizm” olarak kitlelerce anlaşılıp benimsenmesiyle gerçekleşebilecek bir iş değildir.
Geniş kesimlerce kavranıp benimsenebilecek olan, sosyalizmdir. Sosyalizm ise, Marksist çözümlemeler, doğrular ve ilkeler merkezde yer almak üzere, tarihsel ve mekânsal koşullar, mevcut ideolojik sistemler ve yaygın ideolojik motifler gözetilerek inşa edilmiş bir ideolojik bütünlüktür. Burada, Marksizm’in kendisinin ideolojileştirilmesi, bu anlamda “başkalaştırılması” değil, çevresine iç bütünlüğü ve tutarlılığı olan bir “ideoloji ağı” örülmesi öngörülmektedir.
Böyle bir kurgunun “teoride yeri” var mıdır?
Kuşkusuz, bu şekliyle yoktur. Gene de, Marx’ın hayli sık alıntılanan bir ifadesi aktarılabilir ve buradan hareketle kimi adımlar atılabilir:
“Eleştiri silahı, hiç kuşkusuz silahlarla eleştirinin yerini alamaz; maddi bir gücün, gene maddi bir güçle alaşağı edilmesi gerekir; ancak teori de, yığınları kavrar kavramaz maddi bir güç haline gelir. Teori, insana ilişkin olduğunu ortaya koyduğu zaman yığınları kavrayabilir ve insana ilişkin olduğunu da radikalliğiyle sergiler.” 5
Yukarıda, yığınların “teoriyi anlamasından” değil, tersine teorinin yığınları kavramasından söz edildiği açıktır. Başka bir deyişle, teori yığınlara uzanacak, onlara değecek, hitap edecek ve böylece “kavrayacaktır.” Dahası, yığınları kavrayabilmesi için, teori “insana ilişkin” ve “radikal” olduğunu ortaya koymalıdır. O halde, burada kastedilen, yığınları kavrayacağından ve böylece maddi bir güç haline geleceğinden söz edilen “teori” ne ola ki? Henüz 1844 yılında olduğumuza göre, bunun örneğin “değerin emek teorisi” veya “artı değer teorisi” olamayacağı açıktır.
Marx’ın sözlerinin görece serbest yorumuyla tartışılması gereken önemli nokta ise şudur: Teori, yığınları kavradığında ve böylece maddi bir güç haline geldiğinde hep aynı teori olarak mı kalır? Biraz daha ince eleyip sık dokursak soru şöyle de ortaya konabilir: Teori, yığınları kavrayabileceği uğrağa, saf teori olarak, yanına başka hiçbir “refakatçi” almadan, kendisini “maddi güç” haline getirecek ek donanım olmadan mı ulaşır?
Bu soruya kişisel olarak verebileceğim yanıt birkaç etaplıdır: 1) yığınları “kavrayacak” olan teori Marksizm’in kendisi değildir; 2) yığınları kavrayacak olan teori, merkezinde Marksizm’in yer aldığı, ülke koşullarından hareketle temel taşları yerli yerine konmuş bir devrim teorisidir; 3) bu devrim teorisinin, özel bir ideolojik çeperi, savunma-saldırı hatları olması mutlak bir zorunluluktur ve 4) az öncekilerden (2) ile (3) birlikte, belirli bir ülke için öngörülen, savunulan ve mücadelesi verilen sosyalizmi temsil eder.
Yukarıda, “ülke koşullarından hareketle” denilmekte, “ideolojik çeperden”, “savunma-saldırı hatlarından” söz edilmektedir. Eğer bütün bunlar bembeyaz boş bir kâğıt üzerine yazılmayacaksa, o zaman “teorinin” ülkedeki verili ideolojilerle ve halk katındaki ideolojik motiflerle bir ilişkilenme, etkileşim ve karşılaşma içine girmesi gerekir. Dahası, kendi dışınızdaki ideolojilerin karşısına saf teoriyi çıkaramazsınız. “İlişkilenme”, “etkileşim” ve “hesaplaşma” deniliyorsa, bütün bunlar başkalarıyla “tokuşma” gücü olan sağlam bir ideolojik yapılanmayı gerektirir.
Artık konunun özüne gelebiliriz.
Birincisi: Yığınları kavrayabilecek bir sosyalizm, az çok sistemli hale getirilmiş düşünceler olarak rakip ideolojilerle tam tamına aynı dili konuşmasa bile aynı sorun alanlarına giriş yapabilecek, onlarla dolaylı değil doğrudan hesaplaşabilecek bir içerik zenginliği taşımalıdır. İkincisi: Yığınları kavrayabilecek bir sosyalizm, insanlığın tarihsel kazanımlarının biriktirdiği, verili durumda yığınların bağlamsız ve bütünlükten kopuk öğeler olarak yöneldikleri ideolojik motifleri kendi içine alıp dönüştürebilme açısından da zengin bir içeriğe sahip olmalıdır.
Buradan bir adım daha ileri atarsak: Halkçılık, ister sistematik bir düşünce anlamında ideoloji, ister yığınların sahiplendikleri uçuşkan ideolojik motifler toplamı olsun, sosyalizmin düzlem ortaklığı bulması ve içine nüfuz etmesi gereken en yakın halkadır.
Kuşkusuz “riskler” de vardır. “Popülizm” nasıl “popüler”, yani “halka ait” olandan türemişse, demagoji de (“demos”) gene halktan, halka ait sayılandan türemiştir. “Riskler” ise, halka ve halka ait değerlere nüfuz edeceğim diye “kaba ve basitleştirici ajitasyona”(demagoji) yönelmekle veya “sosyalist düşünceleri popüler (popülist) kabuller ve varsayımlara tabi kılmakla” ilişkilidir.6
Gene de, söylenmesi gereken şudur: Eğer ideolojinin ekseninde Marksizm’in hassas ayıklayıcılığı duruyorsa ve günümüz dünyasında sosyalizm bu haldeyse, “risk var” diye belirli alanlardan uzak durmanın hiçbir anlamı olamaz.
Sonra, bu “risklerin” ne ağırlıkta olduğunu görmek için, biraz daha özele, Türkiye’ye dönmenin zamanıdır.
Türkiye’de “halkçı damar”
Bu alt başlığın (ve giderek yazının) temel savını gelinen bu noktada peşinen özetlemekte herhangi bir sakınca bulunmuyor. Sav şudur: 20. yüzyılın başından günümüze uzanmak üzere Türkiye’de halkçılık, ülkedeki ideolojik-siyasal süreçlere damgasını belirgin biçimde vuran başlıca akımlardan biri olagelmiştir. Bu anlamda, Türkiye’de “halkçı damar” vardır.
Yukarıdaki sav, ilk bakışta birtakım soru işaretlerine ve tereddütlere yol açabilecek bir genellemedir. Elbette inceltilmesi, açımlanması gerekmektedir. Bunlar yapıldığında, Türkiye’de halkçılık akımının son derece ilginç, hatta “kendine özgü” bir seyir izlediği ortaya çıkacaktır. Şimdilik, 1908’den günümüze, tam tamına yüz yıllık bir sürecin halkçılık bağlamındaki ana hatlarını, bu arada dönemlere ilişkin başlıca vurguları sıralayalım:
1. Osmanlı’nın son döneminde bir ideoloji olarak halkçılık ülkeye en başta Çarlık Rusya’sı kanalından ve oradaki Narodnik hareketin etkisinde kalmış kişiler aracılığıyla girmiştir.7 Küçümsenemeyecek bir düşünsel hareketlilik yaratmıştır.
2. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1917 Devrimi’nin ve ülkenin içinde bulunduğu güç durumun da etkileriyle orta sınıflardan başlayarak daha alt kesimlere uzanmaya başlayan halkçılık, merkez (Ankara’daki yönetim) açısından işlevli olduğu sürece kontrol altında tutulmuş, 1925’te ise (Takriri Sükûn) bastırılmıştır.
3. Türkiye’de komünist hareket, halkçı akımlarla iç içe, yan yana ve karşılıklı etkileşim içinde doğmuştur. Ancak Rusya’dan farklı olarak, halkçılıkla Marksizm’in ülkedeki şekillenişi arasında yeterli bir “gestasyon” (hazım) dönemi yaşanmadığından ve ülkede Marksizm güçlü bir teorik arka plana sahip olmadığından, Marksizm halkçılığın çeşitli versiyonlarına kan kaybetmek durumunda kalmıştır.
4. Yandaşları ve tabanı bir yana, halkçılığın işlevli bir ideolojik yapı olabileceği görülünce, 1930’larda bu ideoloji merkezce “resmileştirilmiş”, bu resmileştirmeye dönemin etkisiyle ayrıca korporatist bir çeşni katılmıştır.8 1930’ların “resmi” halkçılığı, henüz inşaat halindeki bir yapıyı (yığınlarla buluşabilen halkçılık) istimlâk etmiş, arsaya kendi yapısını kondurmuştur.
5. 1946’dan sonra Demokrat Parti (DP) halkçı tepkileri maniple ederek yükselmiş, halkçılığı “seçkinler-halk” çelişkisine indirgeyerek günümüz AKP’sine kadar uzanan bir eksen kaydırmasının mimarı olmuştur.
6. 1961 sonrası Türkiye İşçi Partisi (TİP), aslında Marksizm’in değil, tarihsel olarak birikmiş ve DP’nin düş kırıklığına uğrattığı halkçı tepkiler üzerinden yükselmiştir. Gene 1961 sonrasında, daha doğrusu 60’ların sonu ile 70’lerde, düzen partilerinin tam massedemediği halkçı birikim ve tepkiler, TİP’in yanı sıra “devrimci demokrat” kanallara da yönelmiştir.
7. 1960ların son bölümünden 1980’e kadar olan dönemde, Marksizm’in daha fazla içselleştirilmesiyle birlikte ülkedeki sosyalist birikimin bir kolu geleneksel Marksist-Komünist yapılanmalara yönelmiş ve bu anlamda halkçı damarla arasına mesafe koymuştur. Halkçı birikim ve tepki ise bu kez Ecevit CHP’si ve genel olarak devrimci demokrat akımlar olmak üzere iki kanala yönelmiştir.
8. 1980’den günümüze kadar olan dönemde ise, sosyalizm ile halkçı damar arasındaki ilişkiler büyük ölçüde kopmuş, halkçı birikim ve tepkiler ANAP’tan başlayarak AKP’ye uzanan bir çizgide düzen partilerinin manipülasyonuna ve istismarına daha açık hale gelmiştir.
* * *
Yukarıdaki özetlemeye iki tepki/eleştiri yöneltilebilir. Birincisi, bu anlatımda Marksizm’in ve sosyalizmin silik kalması, ikisinin de genel olarak “halkçı” akımın arkasında ikincil plana yerleştirilmesi. İkincisi, benzer biçimde, emekçi sınıflara veya biraz daha dar anlamda modern sanayi proletaryasına bu tarihsel akış içinde özel bir yer verilmemesi.
Bu eleştirilerin (ki gelecektir!) kuşkusuz bir temeli ve rasyonalitesi vardır. Yabana atmak mümkün değildir. Verebileceğim yanıt ise, biri “yöntemsel” diğeri kimi özel vurgular olmak üzere ikilidir.
Türkiye’de Marksizm’in ve sosyalist hareketin tarihi kendi başına, kendi “içsel” dinamikleriyle ve kuşatıcı genel ortamlardan soyutlanarak ele alındığında, ortaya kaçınılmaz olarak düalist (ikili) bir kurgu çıkmaktadır. Böylece, bu ikili kurgunun bir tarafında (Marksizm ve sosyalist hareket) yaşanan süreçler, iniş çıkışlar ve dalgalanmalar, yapının diğer tarafına pek bakılmadan, kendi iç mantığıyla ve bir de komünist hareketin dünya-tarihsel deneyimlerine atıfla açıklanmaktadır. Kanımca, bu hayli kısır ve giderek yanıltıcı olabilecek bir yöntemsel yaklaşımdır. O kadar ki, yöntemin getirdiği kısırlık, olup biten ne varsa hemen hepsinin “döneklik”, “sapma”, “karşı tarafa geçme”, “ihanet”, “likidatörlük”, “ajanlık”, “soluğu tüketme”, “korkup bırakma” gibi aşırı içrek terimlerle açıklanmasına kadar varmaktadır. Bu da, aşırı öznelci, kendi içinde dönüp duran bir yaklaşımdır.
Kuşkusuz, yukarıda sıralanan negatif atıfların hepsi gerçek de olabilir. Ancak, gerçek olsa bile, bunlar açıklayıcılar değil, açıklanması gerekenin sonuçlarıdır. Açıklanması gereken ise, Marksizm’in ve sosyalist hareketin içinde bulunduğu hangi, ne tür bir ortamın yukarıda sözü edilen sonuçlara yol açtığıdır.
Eğer bu söylenen ikna edici bulunduysa, bu arada hareketin “kendi içi” dışında onu çevreleyen genel ortama ve koşullara da bakmak gerekiyorsa, o zaman karşımıza bir başka soru çıkıyor: Bu genel ortam ve koşullar hangi ölçekte tanımlanmalıdır?
Dünyanın ve Türkiye’nin genel durumu?
Kuşkusuz, bu olmalıdır. Ancak, “dünyanın ve Türkiye’nin genel durumu” ile sınırları belirli bir alanda yaşanan süreçler arasındaki mesafeyi kısaltan, daha doğrusu bu iki ölçeği birbirine yaklaştıran bir “aracıya” veya “halkaya” da gerek vardır. Söylediğim, Türkiye özelinde (başka ülkelerde başka aracılar bulunabilir) halkçılığın böyle bir halka işlevi görebileceğidir.
Eğer konu örneğin “sapma” veya “döneklikse”, isteyen Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör’den M. Ali Aybar’a, oradan TBKP’nin kimi yöneticilerine uzanan çizgiyi sırasıyla şu bağlamlarda test edebilir: Halkçılığın, sınıf mücadelelerini önlemeye yönelik korporatist yorumu; halkçılığı “ceberut devlet-horlanan halk” çelişkisine oturtan yorum ve “elitler-halk” zıtlaşmasından hareket eden bir duruş… Dahası, 1946’dan sonra kimi sosyalistlerin Demokrat Parti’ye yönelmesi, milli demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmaları, Mahir Çayan’ın “suni denge” saptaması, ÖDP’nin bir dönemki “halk sarmaşığı” girişimi ve Türkiye solunda “hareket” formuna oturan akımların ortaya çıkması gibi olgular da, “halkçı” yönelimlerin azından bir referans noktası sayılmasıyla daha fazla anlamlandırılabilecektir.
“İşçi sınıfı” meselesine gelince; Türkiye’de tam karşılığıyla işçi sınıfının, ideolojik-kültürel yönelimleriyle değil, ama tanımlanıp teşhis edilebilir bir toplumsal güç olarak kendini en geniş anlamıyla “halk” kategorisinden bir ölçüde ayrıştırabildiği tek dönem 1970’lerin ikinci yarısıdır.
Toparlama ve sonuç
İster “sistemleştirilmiş ideoloji”, ister yığınların yöneldikleri “ideolojik motifler” kertesinde tanımlansın, halkçılığın özünü şöyle ifade etmek mümkündür: Kapitalist sömürüye ve eşitsizliklere karşı geliştirilen yarı içgüdüsel, naif tepkiler/korkular ve “çare” adına maddi temelden yoksun aranışlara yönelme.
Latin Amerika’yı dışarıda tutarsak, dünyanın birçok ülkesinde, bu arada Türkiye’de, “sistemleştirilmiş ideoloji” olarak halkçılığın devri kapanmış görünmektedir. 70’lerde yükselişe geçen Ecevit hareketi (ünlü “mavi dalga”) Türkiye’de ideolojik sistem kertesine taşınmış düzenle bağlantılı halkçılığın en son örneğidir. Son 30 yıldır düzen içi “halkçılık”, salt “seçkinler-halk çelişkisi” retoriğine bel bağlayan demagojik bir siyasal manipülasyondan ibarettir.
O halde, Türkiye’de “sistemleştirilmiş ideoloji” kertesinde, düzenin siyasal partilerini besleyen ve onları harekete geçiren bir “halkçı damar” artık kalmamıştır. Yeniden ortaya çıkması da mümkün değildir.
Ancak, mesele burada bitmemektedir. Çünkü “halkçı damarın” bir başka beslenme kanalı daha vardır. Yurtseverlik, kamu yararı, kamu hizmeti, eşitlikçilik, vatandaş olarak eşit muamele göreme, adalet, hakkaniyet, dayanışma, paylaşma vb. motiflerin günümüzdeki tüm olumsuzluklara karşın kapitalist bir toplumda yeniden ve yeniden üretilmemesi mümkün değildir.
Türkiye’de bu anlamda “halkçı damar” vardır ve bu damarın kuruması mümkün değildir.
Hayli dolaylılaşmış ve içgüdüsel de olsa, yukarıda sıralanan, bir bölümü uzak geçmişten bugünlere intikal eden motiflerin hepsi, günümüz kapitalizmine karşı tepki/korku karışımı bir duyguyla yeniden şekillenmiştir. Aydınlar ve belirli bir siyasal görüşün militanları için düşünsel-teorik birikimin kümülâtif bir karakteri vardır. Daha ileriye, geçmişte birikmiş olanın (müktesebat) üzerinden yürünür. Halk (işçi sınıfı dahil) içinse böyle bir müktesebat söz konusu değildir. Naif ve sistemsiz, bütünlük dışı motiflerin tarihin bir döneminde belirli bir ideolojik bütünlük içinde toparlanıp sonuç alıcı bir müdahale kertesine taşınmış olması, halkın da daha sonra bu “müktesebat” üzerinden yürümesini sağlamaz. Her dönemde, her uğrakta, yeniden kurmak, yeniden toparlamak ve yeniden massetmek gerekir. En açığı şudur: Bilinçsiz, bağlamsız ve naif anti-kapitalist tepkilerin ideolojiye ve sosyalizme taşınması, hep “yeniden ve yeniden” yapılması gereken bir iştir.
Eğer elimizde bu anlamda bir “halkçı damar” varsa, sıradaki soru “kimin yapacağı”, bu damarı kimin işleyeceği sorusudur.
Bu soru, can alıcı bir başka soruyu daha gündeme getirmektedir: “Halkçı damarın” işlenmesi, yeniden şekillenecek bir halkçı ideolojiye ve onun “devrimci demokrat” hareketine mi bırakılacaktır, yoksa sosyalist hareket bu tür bir “alan paylaşımına” itibar etmeden mevcut damarın işlenmesine kendisi mi soyunacaktır?
Yukarıdaki soru da, yazının en başındaki sorulardan ikincisine yeniden dönmeyi gerektirmektedir. Soruyu anımsayalım: “Türkiye’de inişli çıkışlı tüm uğraklarında Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin önünü kesip onu yalıtmaya çalışan, tarihsel ve kitlesel zemini olan bir “popülist” hareketten söz edilebilir mi?” Baştaki dört soru arasında, bugün için görece anlam taşıyan, üzerinde daha fazla düşünülmesi gereken tek soru budur. Soru cümlesindeki bütün nitelemeleri aynen yansıtmasa bile, Türkiye’de Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin önünü kesmeye çalışan “halkçı” yaklaşımlar olmuştur. Ne var ki, özel olarak bu niyeti taşıyan “halkçı” hareketlerin hepsi düzen kaynaklı veya düzenle bağlantılıdır. Bu, belirtilmesi gereken ilk nokta; ikinci nokta ise bir tekrar olacak: Bundan böyle Türkiye’de, özel olarak sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin önünü kesmeye yönelmiş, düzen kaynaklı, ideolojik temeli olan ve şöyle veya böyle halkçı denebilecek bir akımın ortaya çıkması mümkün görünmemektedir.
Geriye dönersek, Türkiye’de “halkçı damarın” özellikle belirli kabarma dönemlerinde, düzen dışı, devrimci demokrat hareketler tarafından işlenmesi teorik olarak mümkündür. Önemli olan, mümkün ile muhtemel arasındaki ayrımı görebilmektir. Sosyalist hareketin, “halkçı damarın işlenmesi başkalarının ihtisas alanına girer, ben kendi alanımdaki işlere bakarım” demesi durumunda, mümkün olan aynı zamanda muhtemel de olabilecektir.
İyi de, ortada “halkçı damar başkaları tarafından işlenir” diye bir kural mı vardır? Sosyalist hareket bu alanda eksikli, özürlü ve iktidarsız mıdır? Kendi yapılanması bu işe elvermeyecek kadar katı ve esnemez midir? Damarı işlemesine imkân sağlayacak ideolojik kurgular onu tahtından mı indirecektir?9
Bunlar, üzerinde durup düşünmek gereken sorulardır.
Ancak, bir nokta çok açıktır: İster sosyalist hareketin kendisi tarafından yapılsın, ister “alanın uzmanlarına” bırakılsın, halkçı damarın işlenerek buradan da güç alan bir hareket yaratılması, bugünkü düzenin en önemli payandalarından birini altından çekip alacaktır.
Daha açığı şu: Halkçı damarın düzen tarafından en fazla manipüle edilen, “seçkinler-halk çelişkisi” şeklindeki çarpıtılmış türevi etkisiz kılındığında, sosyalist hareketin önündeki en önemli kapalı kapılardan biri açılmış olacaktır.
Dipnotlar
V.I. Lenin, “The Heritage We Renounce”, Selected Works I, Moskova 1977, s.89.
V.I. Lenin, Halkçılığın İktisadi Muhtevası, çeviren: Şerif Hulusi, Payel Yayınları 1970, s. 142.
Galip L. Yalman, “Popülizm”, “Bürokratik-Otoriter Devlet” ve Türkiye”, 11 Tez, no. 1, 1986, s.23.
Webber, Jeffrey R., “Duraklayan Radikal Geçiş: Evo Morales, Yerli Popülizmi ve Bolivya’da Gericiliğin ve Umudun Güçleri”, Çeviren: Burak Gürel, Latin Amerika’yı Anlamak içinde, Derleyen: Aylin Topal, Yordam Yayınları, İstanbul, 2007, s. 73.
Marx, Karl, “Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Law” , Collected Works, Moskova, 1975, cilt. 3, s. 182. Bir ek: Türkiye’de, özellikle 70’li yıllarda, bu ifade kaynak gösterilmeksizin daha çok “teori yığınlar tarafından kavrandığında maddi bir güç haline gelir” şeklinde yanlış kullanılmıştır.
Raymond Williams, Anahtar Sözcükler, Çeviren: Savaş Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 287.
Bu konuda bkz. Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Çeviren: Fatmagül Berktay, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986, İkinci Baskı, s. 220. Ayrıca bkz. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri-Yusuf Akçura, Çeviren: Alev Er, Yurt Yayınları, 1986, s. 53, 91.
1930’ların yukarıdan dayatan/sınırlandıran korporatist halkçılığı ayrıca incelenmeye değer bir konudur. Örneğin bu dönemde “eğitim materyali” olarak kullanılan yayınlardan birinde halkçılığın herhangi bir sınıfa değil doğrudan halka dayandığı söylendikten sonra, “sınıfların kendi çıkarlarını düşünen” toplumsal kategoriler oldukları, halkın ise böyle “bencil” özellikler taşımayacağı eklenmektedir (bkz. Halil Nimetullah, Halkçılık ve Cumhuriyet ve Türk Halkçılığı ve Cumhuriyeti, Orhaniye Matbaası, 1930, s.19). Dönemin aynı zamanda “edebi” duyarlılık da taşıyan, “sol kültürü” daha gelişkin bir başka yazarı Sadri Etem (Ertem) ise korporatist halkçılığı şöyle anlatmaktadır: “Türkiye işbölümü itibarıyla birbirini tamamlayan zümrelerden mürekkeptir. Bu zümreler arasında tabakalar farkı yoktur (…) İşlerin birbirini tamamlaması, cihazların bir bedeni tamamlaması gibi, içtimai uzviyette bir ahenk vücuda getirmesi emeldir.”, Sadri Etem, Türk İnkılâbının Karakterleri, Maarif Vekâleti Yayını, Ankara, 1933, s. 91.
Çok güçlü bir işçi sınıfı hareketinin, halkçı motifleri bir mıknatıs gibi kendine çekmesi, bu motiflere egemen olarak onları kendi ideolojik bütünlüğüne taşıması elbette mümkündür ve aynı zamanda “istenir” bir durumdur. Gelgelelim, işçi sınıfın bugünkü siyasal, ideolojik ve kültürel konumu düşünüldüğünde, “çok güçlü bir sınıf hareketi” için bile bir kez daha halkçı motiflerle uğraşmak ve bunları yoğurmak gerekeceği unutulmamalıdır.