Başlıktaki ifadenin, ruh hali dövize endekslenen ülkedeki herkesin aklındaki soru olduğunu iddia etmek mümkün görünüyor. Aynı sorunun herkesi meşgul etmesi, ülke gündemini işgal etmesi, sorunun ifade ettiği bilinmez hakkında önemli bir ipucu veriyor olabilir. Bu gözle biraz değiştirerek tekrar sorabiliriz: Erdoğan, gündemi belirleyen özne konumunda olmayı, bu imkânı elinden kaçıracak gibi göründüğü her seferde yeniden nasıl beceriyor?

Bu soruya cevap aramak için biraz bugüne ve geçmişe birlikte bakmalıyız. Bugünü geçmişe sıkı sıkıya bağlayan bir gerçeklikle karşı karşıyayız: Sadece Erdoğan’ın “yeni Türkiye” söyleminin eskiye atfedilmiş ve artık neredeyse mitolojik hale getirilmiş, kuyruklar, İSKİ skandalı, IMF ve benzeri kötülüklere bağlı olması yüzünden değil, muhalefet söyleminin ve muhalefeti bir şekilde iktidara taşımanın tek imkânı gibi görünen “toplumsal programın” bir restorasyon talebiyle bağlantılı olması sebebiyle de. Bu “toplumsal program” (daha önce yazıda bir iddia ettiğimiz gibi) restorasyonun sadece Erdoğan’ı çağıran (neoliberal) koşullara geri dönme arzusuyla sınırlanmayıp sosyal politika, (güçlendirilmiş) parlamenter demokrasi ve (başta kürt nüfusu ilgilendirecek şekilde) toplumsal barış ve helalleşme talebi etrafında şekillenmesi Erdoğan’ın kamplaştırıcı siyasal hamlelerini büyük oranda geriletmeyi başarmıştı. Liranın değerinin düşmesi ve enflasyonun yükselmesi, Erdoğan’a güveni sarsarak muhalefetin önerdiği bu programın toplumda alıcı bulma imkânını artırdığı gibi, bazı siyasi öznelere de daha “soldan” müdahalelerde bulunma fırsatı veriyordu. Bu atmosferde Erdoğan’ın faiz-döviz arasında kurduğu “ekonomi bilimine” aykırı görünen ilişkide ısrar etmesi ve bürokratları buna uygun tavır almaya zorlaması anlaşılmaz görünüyor, adeta muhalefetin elini kuvvetlendiriyordu. Erdoğan bununla kalmadı, “nass” vurgusuyla faizi düşürmekte kararlı olduğunun altını çizdi. Görece dar bir kesimin ideolojik alanına hitap eder görünen bu inat, muhalefetten tepki gördü elbette.

Ancak Erdoğan’ın son hamlesi döviz kurunun aniden düşmesini sağladı. Temelde TL mevduatını kur karşısında hazineden destekleyerek korumaya dayanan politika, faizi yükseltmeden faiz etkisi yaratmayı sağlıyor. Elbette Erdoğan büyük bir risk alıyor ve kendisine güveni sınıyor. Ama bu cesareti öncelikle kendi geçmişinden, bizzat onu çağıran (neoliberal) koşullara yapılacak bir referanstan alıyor: “Ekonomiyi” yönetme gücünden. İkinci referansı, muhalefetin toplumsal (restorasyon) programının önemli bir açığı oluşturuyor. Erdoğan muhalefet programının bu zafiyetini kendisinin en zayıf olduğu noktayı güçlendirmek için kullanıyor ve “işçi sınıfını” yeniden temsil etme imkânını zorluyor. Bu referanslar dolayısıyla Erdoğan’ın son hamlesinin gücü muhalefet tarafından ciddiye alınmak zorunda. Bu hamlenin -(ekonomik) amacına ulaşmayacak olsa bile- siyasi olarak güçlü olduğunu kabul etmeliyiz.

“Ekonomiden” daha güçlü

Erdoğan’ın faiz-döviz formülüne muhalefet bir doğa kanunu çiğneniyormuş gibi tepki verdi. Nitekim, dövizin Erdoğan’ın her açıklamasında yükselmesi bu kanunun yerinde durduğunu işaret ediyordu. Erdoğan ise bu yükselişi dış güçlere bağlıyordu. Bu süreçte muhalefet, anlamsız bir inat içinde gibi görünen ve bir sözüyle TL karşısında dövizi yükselten Erdoğan’ın tutarlılığını tespit edemezse, bugün bir sözüyle dövizi düşürmesi karşısında ancak sözleri arasında tutarsızlık arayışına girerek onun söylemini tekrar tekrar doğrulamak durumunda kalabilir. “Şimdiye kadar neredeydi” demek veya “nass’a aykırı” olduğunu söylemek Erdoğan’ın söylemsel evreninde boğulmakla sonuçlanır.

Bu tutarlılık, en başta Erdoğan’ın “ekonomiyi” bilimsel bir etkinliğin icrası olarak tanımlamaması, aktörler arasında sürekli bir mücadele olarak görmesi noktasında aranmalı. Erdoğan’ın “ekonomiyi” dış güçler/CHP ve “şahsı” arasında oynanan bir oyun olarak tarif etmesi, kendisini bu oyunda süper güçlü bir oyuncu olarak göstermesini de sağlıyor. Geçmişte “ekonomiyi” doğa kanunlarıyla kendiliğinden işleyen bir süreç gibi ele alan Kemal Derviş politikalarına karşı nasıl işçiyi bonapartist denilebilecek bir edayla temsil ettiyse, nasıl ekonomi, sağlık, eğitim gibi “”piyasayla” bağlantılı bakanlıklara ve merkez bankasına liyakatten çok sadakat bekleyerek kendi seçtiği kişileri yerleştirdiyse, şimdi de TÜİK’in sadece “şahsına” hesap verdiği, doktorlara verilecek ücretlerden asgari ücrete kadar kimin ne alacağını kendisi söyleyen, hazinenin parasını dövizi dizginlemek için rahatlıkla kullanan, faizi keyfiyetle kendisi tespit eden Erdoğan “ekonomiden” daha güçlü olduğu mesajını veriyor. TÜSİAD’a “bizimle mücadele edemezsiniz” dedikten hemen sonra yaptığı bu hamle, bu (ekonomik değil) siyasi oyunda gücünü göstermesinin bir yolu oldu.

Muhalefet bu hamleyi ciddiye almalı, seçmenin bu mesajı gerektiği gibi alacağından şüphe etmemelidir. Erdoğan elbette bu belirsizliklerle dolu durumu yaratmakta en fazla payı olan figürlerden biridir. Ama tek figür kendisi değil ve bunu her seferinde göstermekten imtina etmiyor. TÜSİAD’la birlikte “dış güçlerin” ve CHP’nin/muhalefetin uyarıları her seferinde Erdoğan’ı inatçı bir rakip oyuncu olarak sahaya davet etmekten fazla bir işe yaramıyor. Fakirleşen nüfus belirsizliğin “ekonominin” kendisinde içsel olarak var olduğunun farkındadır ve bu hamle “ekonomi bilimi” açısından başarısız olsa ve fakirleşme sürse bile, seçmen bir kez daha Erdoğan’ın kendisinden yana olma ihtimali olan bir süper oyuncu olmasına fırsat vermekten çekinmeyebilir.

Restorasyonda “sınıf” çatlağı

Bir kez daha söyleyelim: Erdoğan’ın “bütün düğmelere bastığı” düşünülürken gittikçe güçlenen muhalefetin restorasyon programı esasen “ekonomi” açısından önemli bir zafiyet içindeydi. Bu zafiyet, “ekonominin” kötüye gittiği düşünüldüğünde önemsiz görünüyordu. Ancak Erdoğan, yarattığı belirsizlik içinde bu açığı gördü ve “ipleri eline alma” hamlesiyle değerlendirdi.

Belirsizlik ortadan kalkmadı. Erdoğan’ın hamlesinin dövizi sabit tutmaya yetip yetmeyeceği, enflasyonun ne olacağı, hazinenin para basmak zorunda kalıp kalmayacağı ve olumlu bir hava oluşursa seçimin bu havaya yetişip yetişmeyeceği belli değil. Ancak her durumda, kendi kendine bırakıldığında belli kesimler için hep kötüye ve belirsizliğe doğru giden “ekonomiye” süper güçlü bir kişinin müdahale edebileceği düşüncesi umut verici. Erdoğan, lider karizmasını ve mesiyanik gücünü esasında bu sınıfsal çatışmada gösteriyor. Gündemi sürekli belirleyebilmesinin (ve şahsi geleceği açısından gündemi belirlemeye aşırı bağımlı olmasının) sırrı burada yatıyor.

Muhalefetin artık bu “ekonomik” çatlağı boyayarak kapatması pek mümkün görünmüyor. Toplumsal programın bu boyutta geliştirilmesi zorunlu. Aynı zamanda, gücünü bir miktar sermaye içindeki çatışmalarda taraf olmaktan alan muhalefet kanadı için çok zor bir görev bu.

Sınıflı “kucaklama”

Erdoğan’ın asgari ücret ve gelir vergisi dilimlerine dair düzenlemeleri, bir zamanların memur ücretlerine zamla anılan Erbakanlı yönetimine öykünüyor. Elbette belirsizlik atmosferinde bu hamlenin başarısı tartışılabilir, ama bunun da “ekonomik” değil siyasi bir hamle olduğunun ve seçmenin de böyle anlayacağının hesaba katılması gereklidir. Millet ittifakı, HDP ve tüm sol partiler dahil bütün muhalefetin buna karşı üreteceği cevap eski tuzaklara takılma ve kendi içine kapanma riskleri taşıyor. Ancak buradan bir çıkış yolu aramak da mümkün olabilir: Kamplaşmanın tümüyle sona erdirilmesi.

Erdoğan korumakta zorlandığı kamplaşmanın cinsiyet ayağını İstanbul Sözleşmesi hamlesiyle konsolide etmeyi denedi, erkekler ve erkek söylemiyle ittifakını yenileyip bunun altını çizdi. Şimdi ise “deniz kıyılarında oturan, boğazda viski içen, doktor-öğretmen-akademisyen olan CHP’liler” amiyane metaforuyla özetlenebilecek “sınıf benzeri” bir eksende yaratılan politik kamplaşmayı, müslüman-faizci ayrımıyla yeniden kurmayı deniyor.

Helalleşme söylemi, Erdoğan’ın toplumu iki kampa bölerek kazanma stratejisine güçlü bir darbe vuruyor, buna karşı muhalefetin kucaklaşma ve kamplaşmayı bitirme stratejisini kuvvetlendiriyordu. Kadın hareketinin gücüyle İstanbul Sözleşmesi de kamplaşmanın cinsiyete dayalı ayağını etkili bir şekilde sarstı. Ancak mühendisleri, hukukçuları ve diğer profesyonelleri devlet şiddetine açık hale getiren, öğretmen düşmanlığıyla, eğitim ve üniversite düşmanlığıyla beslenen, hizmet alanla verenin arasını açarak doktorlara şiddetle ete kemiğe bürünen politikalar gibi başka türden kamplaşmalar bu türden bir kucaklaşmayı gerektirmiyor ve “programa” açıktan dahil edilemiyordu. Bütün muhalefetin önündeki yeni görev, bu bağlamda bir toplumsal barışı da sağlamayı gerektiriyor. Bu göreve kendini sosyal medyada “orta sınıf kötüleme” törenleriyle ortaya koyan, profesyonellerle hizmet ve üretim personeli arasındaki çatışmaları “sınıf çatışması” olarak tarif etmeye meyilli olan, mağduriyet yarıştırarak meslek grupları arasındaki çatışmaları körükleyen “sol sapma” ile mücadele etmek de ister istemez dahil olacak gibi görünüyor.

Erdoğan, son hamleyle sermaye ve emek arasındaki çatışmayı kendi iktidarı lehine büküyor. Bunda da “ekonomiyi” -gerçek adıyla söylersek kapitalist bölüşüm, üretim ve emek yönetimi sistemini- kendisinin sermayenin bir kesimiyle, işçi sınıfıyla, erkeklikle ve çoğunluğun ideolojileriyle ittifak kurarak güçlü olabileceği bir aktörler arası mücadele alanı olarak tanımlayarak başarılı oluyor. Onun yıkıcı iktidarını değiştirmenin yolu bir kez daha ve hiç olmadığı kadar kuvvetle bu ittifakları tanıyarak kamplaşmaları çözmek ve sınıf mücadelesini serbest bırakmaktan geçiyor. (Kaynak: EYLEM AKÇAY - elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com)

Daha yeni Daha eski