DERTLER, TASALAR, TUFALAR
Bir süre önce, yine HDP cephesinde büyükşehir modern yaşam solcularının hoşuna gitmeyen bir şeyler yaşanırken şöyle bir sosyal medya mesajına denk geldim (mealen): “Ya biz niye uğraşıyoruz ki bu HDP ile falan? Kuralım kendi partimizi, girelim seçime” vs… Bu muhteşem öneriyi ortaya atan kişinin başka mesajlarına baktım, hiç de kötü niyetli biri değildi. Hattâ safiyâne tepkileri vardı. Ve aklına geleni bütün iyi niyetiyle söylüyordu. Kürtlerin siyasî temsilcileriyle kader birliği etme fikrine yerli-millî geleneksel ırkçılık yüzünden mi ısınamıyordu, yoksa dünya başımıza yıkılırken âdetâ yıkımın şiddetini ve tahripkârlığını artırmak üzere tertip ettiğimiz iç konuşma âyinlerinden mi -haklı olarak- bunalmıştı, belki de sırf cehalet ve şuursuzluktu, çözemedim. Zaten esas mevzumuz bu kimsenin niyeti şusu busu değil. Herhangi bir insanın, hele memleket meseleleriyle, siyasetiyle ilgili tasası, hak-adalet derdi olan, belli ki yaşananları izleyen, üstüne düşünen bir insanın şu söylediğinin olabilirliğine inanması!
Korkmayın, değerli okurlar, size bunun olamayacağını anlatmaya kalkmayacağım. Belki son zamanda TİP’in gördüğü teveccühün kamaştırdığı gözleri azıcık olsun açabilmek için araya ufak bir uyarı sıkıştırabilirim, o kadar. CHP’nin, -aman, dağlara taşlara!- sol sayıldığı Bizbizebenzeriz ortamımızda, sahici solun oy gücü maalesef yok. Çünkü seçim, seçme, oy kullanma süreçlerinin kişisel mekanizmaları, çoğumuzun sandığı üzre, bizim koyduğumuz ölçütlere göre, bizim önerdiğimiz yaklaşımların geçerli olduğu tarzda işlemiyor. Seçmen topluluklarının davranışlarını çoğu zaman, özellikle eşitsizlikleri, haksızlıkları, zulümleri birincil mesele sayanların öncelikleri belirlemiyor. Seçmen bireylerden değil topluluklardan sözetmemiz bile başlıbaşına ölçü verici. Zira topluluk halinde davranılırken de bireysel ölçütler eriyor, yamuluyor, her türlü ölçüt değişime uğruyor. Bütün bunlar bizim fiile değil faile odaklanma kültürümüzle -evet, bu artık fikir, yaklaşım, ideoloji falan değil, basbayağı kültür- biraraya geldiğinde hem “kemik” seçmen grupları hem de bireylerin tercihlerini ancak kendilerini ait hissettikleri toplulukla birlikte değiştirebildiği, aksi davranışın, alışılmadık, bilinmedik niteliğiyle yabancılaşmaya, tedirginliğe sebep olduğu bir kabileler buluşması ortaya çıkıyor. E, haliyle bu da daha çok kabileler kapışması kimliğine bürünüveriyor.
Uyarıma sol kültürümüzü sarıp sarmalayıp felç eden virüslerden birini eklemeliyim: Haklıyız, doğruyuz, ama halk anlamıyor. Niye anlamıyor? Nazik olanlarımız, buna “biz anlatmayı becerememişiz” cevabı veriyor; daha açık sözlü olanlarımız, halkın kandırıldığı için anlamadığını ifade ediyor. Kandıran da, mâlûm, emperyalizm. Sırf onunla mesele ikna edici şekilde hallolmadığı için tabiî bir de içerideki işbirlikçileri var. Hep beraber kandırıyorlar. Bizzat kendi çıkarlarının aksi yönünde hareket etmesi sağlanabilen, kolayca kandırılabilen bu kitle, peki, sağlığına nasıl kavuşacak? Üstelik dünyayı da değiştirecek, beklentilerimize göre? Anlayabildiğim kadarıyla, genel kabul gören kanı uyarınca, bu o kadar da zor iş değil, zira sadece bizim peşimize takılıp dediklerimizi yapması yetecek. Fakat niyeyse yapmıyor işte… Herhalde “gerici” olduğundan.
Meselenin “gerçekleri görmek”ten ibaret olmadığını her kuşakta yeniden keşfetmemizin gerekmesi işleri -ve büyüyüp olgunlaşmamızı- geciktiriyor. Yoksa başlıca derdi başkalarının gözlerini açmak olan bizlerin de, acaba, gözlerimizi açmamız gerekiyor olabilir mi? Ya da, ne bileyim, en azından başka yöne bakmak? Ya da baktığımız yerde şuna değil buna odaklanmayı denemek..? Öğrenebilir miyiz? Neden öğrenemeyelim? Azmimiz ve cesaretimiz maşallah hiç az değil. Özellikle kendimize -“hareketimiz”e- yakın rakipleri tasfiye etmek, binamızı üzerine kurduğumuz çarpıtılmış gerçekliği teşhir edenleri lanetlemek için harcadığımız enerjiyi etrafımızdaki büyük dünyayı anlamaya hasredersek neden beceremeyelim? Üstelik o büyük dünyanın yanıbaşımızdaki görece tanıdık bildik kısmından işe başlayabiliriz ve bu zaten başlıbaşına dönüştürücü işlem yerine geçer. Meselâ “gerici” lafının bunu misliyle hak eden siyasetçi için söylendiğinde anamızın ak sütü gibi helâl olduğunu, ama milyonlarca seçmen için edildiğinde onlardan önce bizim karakterimizin karanlığına ışık tuttuğunu öğrenebilsek önemli bir “level” geçmiş, öncekinde kaybettiğimiz “can”ları geri kazanmış olmaz mıydık?
(Gerçekleri gösterirsek herkesin dediğimize geleceği yollu yanılsamanın tedavisi için, Kazım Kızıl’ın -aynı zamanda belgesel sinemanın ne mühim, ne şahane bir şey olduğunu bir defa daha kanıtlayan- şu etkileyici filmindeki orman işçilerine kulak vermenizi tavsiye ederim: “Yavşağın biri çıktı, yerleşik hayata geçelim dedi!” Gerçeğin ta dibini görmüş emekçinin bilgeliği, samimi olarak kulak verecek büyükşehir solcusuna kendisinin temel eksiğini gösterebilir. Ve emekçinin bilgeliği hayatının bütününü kapsamaz; bu da ayrı mevzu.)
Zurnanın zırt dediği yerlerden birine geliniyor tabiî buralardan ilerlenince: Herkes kendine ayrılmış kompartımanda, ne zaman pencerenin aralanacağına, ne zaman yatış pozisyonuna geçileceğine kendi karar verdiği sürece halinden memnun. Herkes söylediği, söyleyeceği sözle ilgili. Çünkü seslenmeyi başaramadığımız veya kandırıldığı için bize kulak vermeyen kitle nasıl olsa sonunda gidip bizim sevmediğimiz birilerine oy verecek; dolayısıyla biz “duruş”umuzu kararlı, imajımızı yakışıklı tutalım, yeter; zaten elimizde seçimin nihaî çözüm olmadığı yollu sapasağlam önerme var. Sorun şu ki, siyaset “duruş”la yapılamıyor. Olduğun yerde durup orasının durulacak en doğru yer olduğunu iddia edince sana sadece gelip geçen, geçerken duyduğu kadarıyla kulak veriyor. E öyle alelacele de ikna edici olunamıyor. “Pek güzel duruyorsunuz, ama yarın sabah çocuk okula gidecek,” yollu cevaplar alınabiliyor. Seçim hakkında söylediklerimiz de, şayet birilerine işittirebilirsek, uzanamadıkları ciğere mundar diyorlar, gibi karşılıklar bulabiliyor.
Şunu unutmasak ne iyi olur: Yüz binlerce insanın nasıl açık tehlikelere rağmen Gezi Parkı’na aktığını ve sonra nasıl birden ortadan kaybolduğunu bile hâlâ doyurucu şekilde açıklayamadık. Ve galiba bundan ötürü herhangi bir rahatsızlık, eksiklik de duymuyoruz. Duruşma günlerinde toplanan kalabalık, Gezi İsyanı’na katılan veya sempati duyanların binde birine ulaşamıyor. Kabul edelim ki, o kalabalığın davranışları da “gerici”likle açıklanmaya kalkışılırsa pek tuhaf kaçar. O halde? Açıklamaktan da geçtim, anlamalı değil miydik?
Gelecek hayalleri kurmak güzel. Daha doğrusu: ne güzeldi… Benim yaşımdakilerin artık pek gelecek hayali kurduğunu sanmıyorum. Zaten bıktık, büyük ölçüde; bu memlekette güzel şeyler hayal etmenin sonunda sebep olduğu tahribattan. Ama en azından inadımızı elimizden alamıyorlar, haysiyetimizi koruyabilmek için, hak-adalet uğruna neyi nasıl değiştirebiliriz diye didinmeyi sürdürüyoruz. Zaten başka ne yapılır, nasıl yaşanır, bunu da pek bilmiyoruz. Fakat geçmişten bugüne hantallaşarak ama zayıflamadan, acılaşarak ama iğdiş edici etkilerini yitirmeden süren takıntılar, saplantılar, hakikati eğip bükmeceler, kendimize helal başkalarına haram gördüklerimiz ve -tıpkı devlet gibi- “düşman”ı hep “içeride” aramalar, birilerini safra ilan edip boşluğa fırlattıkça tatmin olmalar da bu gidişle sadece müzede konacağımız yerin daha gerilerde, kuytularda olmasına yol açacak.
Bu yüzden, bizim kaynatıldığımız kaplarda telef edilmemiş genç insanların aynı tufalara gelmemesi için uğraşmak da belki bizim değerlerimiz itibarıyla mukaddes vazifedir. Belki değil, öyle olmalı. (ÜMİT KIVANÇ - GAZETE DUVAR)