MERSİN'İN HATIRLATTIĞI SAVAŞ GERÇEĞİ

PKK’nin 26 Eylül’de Mersin Mezitli’deki polisevine düzenlediği saldırının ardından verilen tepkiler, karşı karşıya bulunduğumuz siyasal çatışmanın çok boyutlu gerçekliği karşısında seçime odaklanan bakışın, sınırlı, kısıtlı, tek yanlı niteliğini ve kırılganlığını ortaya koydu.

Selahattin Demirtaş, HDP ve bazı sosyalist partiler kınama açıklamaları yayımladı. Nereden çıkmıştı bu eylem? İktidarın ekmeğine yağ sürmüyor muydu? Sol-sosyalist güçlerin demokratik mücadele alanındaki girişimlerini baltalamıyor muydu? Şiddet ortamının demokratik mücadele alanını daralttığı doğrudur ancak şiddet ne 26 Eylül 2022’de Mersin’de ne de 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar’da[1] düzenlenen bir eylemle başlamıştır. Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla PKK güçlerinin sınır ötesine çekilmeye başladığı 21 Mart 2013’te başlayan çatışmasızlık sürecine son veren şiddet ortamı, Kürt hareketinin silahlı eylemleri nedeniyle değil, AKP karşısında etkin bir muhalefet çizgisi izlemeye başladığı 2014 Kobanê Direnişi itibariyle bizzat AKP tarafından başlatılmış, 2015’te savaş boyutuna taşınmış ve inişli çıkışlı süreçler yaşasa da bir daha da son bulmamıştır. Fırat’ın batısında ise Gezi Direnişi itibariyle daha erken bir tarihi, sokağın polis terörü ile zapturapt altına alınmaya çalışıldığı 2013’ü milat olarak göstermek gerekir. Arzu etmesek de, içinde bulunduğumuz gerçekliğin bir yanı budur ve gerçeklik kınama ile baş edilebilecek bir şey değildir.

Gezi Direnişi ve Kobanê Direnişi ile sarsılan ve bunun sonuçlarını 7 Haziran 2015’te bir seçim yenilgisi olarak yaşayan AKP iktidarı 10 yıldır Türkiye halklarına karşı bir isyan bastırma siyaseti izlemektedir. Sokakta polis terörü, mahkemelerde düşman hukuku, anayasanın rafa kaldırıldığı olağanüstü hâl uygulamaları, sınır içi ve ötesi savaşlar ile açık hava hapishanesine dönüştürülen bir ülke… Devlet TSK ile PKK arasındaki çatışmasızlığın son bulduğu 24 Temmuz 2015’ten bu yana Kürt silahlı hareketi ile kesintisiz bir savaş hali içinde. Savaş Irak, Suriye ve Türkiye topraklarında sürüyor. Kürt silahlı hareketinin liderleri son dönemde bu savaşı bir “ölüm kalım savaşı” olarak tanımlıyor ve 2022 bahar aylarından beri savaşı Türkiye’ye ve metropollere yayma çağrıları yapıyor. İktidar da kışkırtırcasına Irak ve Suriye’deki sivil ve askeri Kürt hedefleri vurduruyor, cezaevlerini Kürt siyasetinden mahpuslar için mezarlığa çeviriyor, parlamentodaki ve yerel yönetimlerdeki Kürt siyasetçilere operasyon üzerine operasyon yapıyor.

Tüm bu sayılanlar ezilenler adına yapılan şiddet eylemlerinin eleştiriden azade olduğu anlamına gelmez.[2] Ezilenler cephesinden gelen bir şiddet eylemi, verdiği siyasi mesaj, biçimi, hedefi, egemenlerin şiddeti karşısında ezilenlerin mücadelesini ne ölçüde güçlendirdiği dikkate alınarak eleştirilebilir. Ancak olağan koşullarda seçimleri kazanamayacağı öngörülen AKP’nin, ihtiyaç duyduğu olağanüstü koşulları yaratmak için bir PKK eylemine muhtaç olduğu ve Mersin saldırısının da bu ihtiyacı giderdiği şeklindeki değerlendirmeler gerçeklikle uyumsuzdur. Faşizm halka açılmış bir savaştır ve AKP de elinde yasal / yasa dışı pek çok şiddet aracı olan, siyaseti yalnızca yasal ve demokratik alanda değil, devlet olanakları, paramiliter yapılar, mafya ve uluslararası cihatçı ağları da dahil olmak bütün araçları kullanarak yapan bir savaş örgütüdür. Bu iktidar etme ve siyaset biçimi, şiddetin toplumsal hayatın bütün kılcallarına yayıldığı, kendini devletle / iktidarla özdeş görenlerin kadınlardan göçmenlere, sağlık emekçilerinden müzisyenlere, LGBTİ+’lardan Kürtlere, Alevilerden üniversite öğrencilerine rahatlıkla saldırabildiği bir toplumsal savaş hali yaratmaktadır. O çok merak edilen “Kanlı mı olacak kansız mı?” sorusu yanıtlanmıştır; kanlı olmaktadır. Türkiye toplumsal muhalefeti, ham hayallerle, bizim istek ve irademizden bağımsız olarak var olan bu gerçeğe uygun bir direniş hareketi olarak örgütlenmedikçe yeni hayal kırıklıklarına doğru yol alacaktır.

Bu durumu etraflıca işlemeye çalıştığımız “Sınıf savaşı, savaş örgütü, seçim meydanı”[3] başlıklı yazıdaki bazı vurguları özetle tekrarlayalım: Bütün belirleyici siyasal aktörlerin giderek şiddetlenen ‘sınıf savaşları’ üzerinde yükselen birer ‘savaş örgütü’ olduğunu, siyasetin yalnızca ezilen sınıflar için ‘seçim meydanı’na sıkıştırılmak istendiğini görmezden gelerek kitle pasifikasyonunu ve faşizme karşı mücadelenin gerçek özne ve zeminlerini tanımlayamayız.

Bugünün burjuva siyaseti proleterleşmiş halk kitlelerine karşı zorunlu bir savaş olarak yürütülebildiği için, mantıksal sonucunu faşist iktidarların yükselişinde bulmakta; siyasal mücadeleler de yasal ve yasadışı araçların birlikte kullanıldığı iktidar mücadeleleri şeklinde yaşanmaktadır. Savaş ideolojik ve ekonomik araçlar ve zor aygıtları ile sürdürülmekte, sistem içi aktörler kendi siyasal mücadele alanlarını ‘seçim meydanı’ ile sınırlamamakta, daha geniş bir alanda yürüttükleri sınıf savaşının gerekleri doğrultusunda ‘seçim meydanı’na müdahil olmakta / müdahale etmektedir. İster iktidarda ister muhalefette olsun siyaset sahnesinde belirleyen konumunda olan bütün aktörler giderek bir ‘savaş örgütü’ halini almaktadır.

Ancak burada bir dengesizlik var. Egemenlerin savaş örgütleri vardır; ezilenlerin ise ya yoktur ya da çok zayıftır. Siyaset, temsil alanına, ‘seçim meydanı’na daraltılmakta, devrimci sınıf da buraya sıkıştırılmaktadır. Bu da aslında daha geniş bir ölçekte süren sınıf savaşlarında hem iktidardaki hem de muhalefetteki burjuva siyaset aktörlerinin mutabakatı ile ezilen sınıfları savunmasız bırakmak için yapılmaktadır.

Oysa Türkiye halklarının yakın geçmişi, ezilen sınıfların siyaset sahnesine nasıl etkin bir güç olarak müdahale edebileceğini gösteren örnekler de içermektedir.

O çok referans verilen 7 Haziran 2015 seçimlerinin başarısı Gezi ve Kobanê gibi bir büyük isyan ve bir kitle direnişinin ürünüydü. AKP’nin ve müttefiklerinin bu yeni sürece yanıtı ise esasen “seçim yenileme” değil “isyan bastırma” idi. 1 Kasım 2015 seçimlerinde muhalefetin yaşadığı hezimet de, bir faşist terör süreci olarak gelişen “isyan bastırma” siyaseti karşısında örgütlü muhalefet güçlerinin anti-faşist direnişe değil seçim kampanyalarına odaklanmasının ürünüydü.

Bugün büyük bir yoksullaşmaya yol açan neoliberal çöküntü nedeniyle destek temeli giderek daralan ve rıza üretme yeteneğindeki daralmayı faşist saldırganlığı tırmandırarak gidermeye çalışan AKP iktidarı, ancak neoliberalizme ve faşizme karşı fiili meşru mücadele temelinde gelişecek bir direniş hareketi ile alt edilebilir. Sol muhalefet örgütlerinin dar evreninin ötesine geçip, bütün toplumsal ilişkileri kuşatan ve baskı politikalarının altyapısını oluşturan keskin sınıfsal çelişkilere; işçi sınıfı, kadın ve LGBTİ+ hareketi, üniversiteli gençlik, yoksul mahalle gençliği, ekoloji hareketleri içindeki kaynamaya ve sistem karşıtı direnme eğilimlerine odaklandığımızda bir direniş hareketinin imkanları da görülecektir.[4] Böylesi bir direniş hareketinin yokluğu koşullarında karşımıza çıkacak tek şey AKP iktidarının aynen ya da suret değiştirerek devamını güvence altına alacak kitle pasifikasyonudur.

Seçim düzlemini de belirleyecek olan çok boyutlu bir savaş süreci içinde olduğumuzu unutmamalıyız. Gerçek ve mecazi anlamıyla bütün savaşlar, sınıf savaşlarının görünümleridir. Proleterleşmiş Türkiye toplumunda, işçi sınıfını örgütlü bir güç haline getirmekten, işçi sınıfının ve toplumsal müttefiklerinin neoliberalizme ve faşizme karşı fiili meşru militan mücadele çizgisini örgütlemekten başka çaremiz yok. (ALİ ERGİN DEMİRHAN - SENDİKA.ORG)

Dipnotlar:

[1] IŞİD bağlantılı bir intihar bombacısının Kobanê’ye giden sosyalist ve anarşist gençlere karşı düzenlediği ve 33 kişinin yaşamını yitirdiği 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı’nın ardından 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis memuru öldürülmüş, suikasti ilk başta üstlenen Kürt silahlı hareketi daha sonra bu eylemle ilgilerinin olmadığını söylemişti. Ancak AKP iktidarı bu eylemi TSK ile PKK arasındaki  çatışmasızlık sürecinin bitiş gerekçesi sayarak 24 Temmuz’daki hava saldırıları ile savaşı yeniden başlattı. Ceylanpınar suikasti nedeniyle gözaltına alınanlar ise beraat etti ve aydınlatılmayan bu suikast yakın tarihin en kritik karanlık eylemlerinden biri olarak tarihe geçti.

[2] “Eleştiri” ve “kınama”nın iki ayrı kategori olduğunu, eleştirinin bir düzeltme çabası barındırdığını, kınamanın ise ilgililere ve geniş kamuoyuna yönelik “ben bu fiili işleyenlerden değilim” iması içerdiğini not etmeliyiz. Bu yazının konusu olmamakla birlikte hendekler sürecinden bombalı saldırılara, ezilenlerin şiddeti adına gerçekleştirilen eylemlerin ayrı ve kapsamlı bir değerlendirmeyi gerektirdiği, bu gerekliliğin üstünden atlanamayacağı da ortadadır.

[3] “Sınıf savaşı, savaş örgütü, seçim meydanı”, 12Ağustos 2022, https://sendika.org/2022/08/sinif-savasi-savas-orgutu-secim-meydani-663288/

[4] “Direniş fraksiyonu” https://sendika.org/2021/09/direnis-fraksiyonu-630629/ ve “Ayaklarımız yere bassın: Direniş fraksiyonu, öncülük, yeniden inşa” https://sendika.org/2021/12/ayaklarimiz-yere-bassin-direnis-fraksiyonu-onculuk-yeniden-insa-641771/ yazıları ile başlayıp “Sınıf savaşı, savaş örgütü, seçim meydanı” https://sendika.org/2022/08/sinif-savasi-savas-orgutu-secim-meydani-663288/ yazısı ile devam eden tartışmada, devrimci bir alternatifi somutlayacak böylesi bir direniş hareketinin imkanlarına odaklanılıyor.

Daha yeni Daha eski