Her gün, var olmaktan doğan temel haklarımızı yeniden yeniden savunmak zorunda kaldığımız yetmezmiş gibi hayatlarımızın her anına nüfuz etmiş bir barbarlıkla yaşamayı öğrenmeye çalışıyoruz. Giderek gemi azıya alan bir hoyratlık kültürünün siyasetin en üstünden sokağın çıkmazına kadar hâkim kılındığı bir zamanla baş etmeye uğraştıkça, toplumsal bir kaygı bozukluğunun yavaş yavaş pençesine düşüyoruz. “İyi” ve “kötü”nün, “güzel” ve “çirkin”in artık eski anlamlarıyla bu topraklarda yaşamadığına inandırılmaya çalışılıyor, kutsal diye önümüze durmadan sürülen her şeyi izlemek zoruna kalırken aslında tüm bu kaypak gösterinin arkasında kalan korkunç bir ahlaki boşluğu izlediğimizi fark etmeye başlıyoruz. Her gün tüylerimiz diken diken bir halde, frenleri tutmayan bir kamyonun rampadan aşağıya 150 kilometre hızla gidişini kamyonun içinden izler gibiyiz. Hâlâ iyinin ve güzelin peşinde verilen her mücadele işte bu yüzden çok ama çok kıymetli.
Nefeslerimizin daraldığı bir zamanda Ankara’da müzisyen Onur Şener’in kendisinden istenen şarkıyı söylememesi bahanesiyle çıkan kavgada öldürülmesi milyonlarca insanın yüreğini yaktı. Olayın ayrıntılarını umuyorum ki öğreneceğiz ancak malum kavganın bir istek şarkı yüzünden çıktığını biliyoruz. Hâl böyle olunca bu haber, canice (boğazına kırık bira bardağı saplanarak) işlenen bir suçun dehşetinin yanında işi müzik yapmak olan neredeyse herkesin travmalarını tetikliyor.
Çünkü müzisyen bu ülkede değersiz olduğunun sürekli hissettirilmesinin; yaptığı o çok önemli, derinlikli işin aslında bir “iş” olarak bile görülmemesinin; büyük maharet, zaman, yetenek, emek gerektiren “çalgıcı”lığının bir aşağılanma ifadesi olmasının; parayı verenin dilediğine dilediği gibi şarkılar söyletebilme hakkını kendisinde görmesi gerçeğinin ağırlığıyla yapıyor işini. Ancak gönül verilerek yapılabilecek, yaratıcılık ve topluma, muhafazakâr baskıya karşı sağlam bir inat gerektiren hayatının uğraşının, örneğin; bir hırsıza bile hak görülebilen saygınlıkla bile isteye yan yana konulmadığının farkında koşuyor sanatının peşinden.
Ünlü olmuş, “köşeyi dönmüş” şarkıcıları ekranlardan, sosyal medyadan hayranlıkla seyreden, bunların dışında, perdenin arkasında, dev sahnelerin uzağında kalan müzisyenlerin ise tuhaf bir hobinin peşine düşmüş meczup tipler olduğunu zanneden bir topluma, müziğin yalnızca şan, şöhret ve şov ile ilgili olmadığını, hakkının verilmesi gereken bir sanat olduğunu anlatmak zor belki. Bunu yapabilecek olanlar ise yine müzisyenler.
Dünyanın kimi ülkelerinde bir konsere, bir dinletiye gitmiş olanların birçoğu müzik dinlemenin ne demek olduğunu ilk kez orada idrak ettiklerini anlatır anılarında. Sohbet ettiğim, söyleşi yaptığım onca müzisyenin o tür bir konser, müzik dinleme alışkanlığının müzisyen açısından ne kadar yüreklendirici olduğunu, nasıl bir sanatsal coşkuya yol açtığını anlattığını bilirim. Eğlencenin, kimi zaman (örneğin kimi rock festivallerinde) müzik kültürünün de bir parçası olan belli ölçüde bir çılgınlığın da; sakince sahnede icra edilen özenli müziği dinlemenin de tadı başkadır. Sanatlarla ilişkisi gergin ve mesafeli bizimki gibi toplumlarda ise müzik, performansa dayalı sanatların ne yazık ki bu anlamda en bahtsızı.
Yazının başında şikâyet ettiğim o yaygın barbarlık, cüretkârlık, nobranlık çok zaman müzisyeni hedef alıyor. Türkiye’de sahnede istenen şarkıyı söylemediği için dayak yiyen, saldırıya uğrayan, canına kıyılan müzisyenler var. Türkiye’de Kürtçe şarkı söylediği için öldürülen, üstelik mahkemenin Kürtçe söylemesinin tahrik olduğuna hükmettiği müzisyenler var. Türkiye’de, hele de kadınsa, kendisine sahnedeyken elinde ne varsa fırlatan, bunu da coşkusundan yaptığını savunan insanlara şarkı söyleyen müzisyenler var. Türkiye’de müzisyenlerin birçoğu kendilerini dinlemekten çok o an orada olmak için gelmiş olan kitlelere şarkı söylüyor, şarkı çalıyor. Türkiye’de her gün biz duymasak da, özellikle eğlence mekânlarında sahne alan müzisyenler büyük ancak çok alışkın oldukları bir baskı ile karşı karşıya yapıyorlar işlerini. İşte bu yüzden; kendilerine, yaptıkları işe, sanatlarına saygı duymayan insanların gönül tellerine sesleriyle, enstrümanlarıyla dokunmaya çalışan insanların travmaları tetiklendi Onur Şener’in acı haberini aldığımızda.
HADSİZ BİR TÜR
Onur Şener’in öldürülmeden önce yaşadığı söylenenleri müzisyen arkadaşlarımın neredeyse hepsi her zaman yaşıyor. Müzik dinlemeyi de eğlenmeyi de bilmeyen, belki müzik dinlemek, belki eğlenmek için bu zor koşullarda kamusal mekânlara çıkanların da başının belası olan bir tür var hayatlarımızda. Cebindeki parayla istediğini yapabileceğini sanan, televizyon dizilerinde, sosyal medyada, kısa yoldan bol paranın kazanılabileceği her yerde pohpohlanmış hadsiz bir tür. Müzik dinlemeye gittiğiniz mekânlarda bu türü hemen ayırırsınız diğerlerinden. Sanatçı müziğini icra ederken bağıra çağıra konuşur, müziğin sesini bastıran kahkahalar atar, sağa sola rahatsız edici bakışlar gönderir.
Genelde grup halinde dolaşır. Semirtilmiş erkekliğiyle gerine gerine geldiği mekânda kapıda valeye, içeride garsona kölesiymiş gibi davranır. Sahneye laf atar, diğer masalara bulaşır. En pahalı içkiyi söyleyip, parasını göstere göstere öder. Kavgaya, “arıza çıkarmaya” hazırdır -ki zaten onun eğlence anlayışının parçasıdır bunlar. Her yere “kopmaya” gider, bunun başkalarını rahatsız edeceğini bilir ancak bunu umursamaz, çünkü o her şeyi yapma hakkına sahiptir. Özellikle kadın müzisyenler çok çeker bu tipten. Bakışlarla, sahneye attığı laflarla, sanatçının kendi sesini bile duyamamasına neden olan pis gürültüsüyle taciz eder. Amacı müzik dinlemek değildir, orası kesin, ancak başkalarının müzik dinlemesine de engel olur. Hadsizliğinin, cahil cüretkârlığının adı “hovardalık”tır kendince. Oysa kendisinden başka herkes için tacizci, rahatsız edici bir varlıktır. Bunu bilse de yayvan ve gürültülü bir kahkaha daha koparıp devam eder “eğlenmeye”.
ZORBALIK KÜLTÜRÜ
Birçoğumuz, -eğer imkân bulup müzik dinleyip, bir şeyler içip biraz rahatlayabileceğimiz yerlere gidebiliyorsak tabii- her geçen gün görünürlüğünü, cüretini arttıran bu tiple aynı havayı solumaya çalışmak zorunda kalıyoruz. Onur Şener cinayetinden sonra, tıpkı daha önceki kimi benzer olaylardan sonra olduğu gibi bir anda patlayan (yazık ki çoğu zaman saldırgan ve yüzeysel) siyasî tartışmanın asıl varması gereken yer, bu cüreti ve hoyratlığı yaratan iklimin siyasî karşılığı bana sorarsanız.
Müziğin karşısındaki bu geniş blokun diğer büyük parçası da malum. Müzisyenlere kafayı takmış olan, düşmanlık besleyen, müziğin yasaklanması gerektiğini artık açık açık ifade ederek ve dahi siyasî erkle iş tutarak konserler yasaklatan, sanatçıları hapse attıran yobazlığı zaten bir süredir uzun uzun konuşuyoruz. Müzisyenlerin canına bunca rahat kastediliyorsa bunun hayli vebalini müziğin bu tür düşmanlarına da yazmak ve hatta yukarıdaki paragrafta bahsedilenle yan yana anmak lazım zira onlar -ne kadar farklı görünürlerse görünsünler- kardeştir.
Bağlamların çürütüldüğü, anlamların yok edildiği, adam kayırmacılığın, tarafgirliğin, yandaşlığın her şeyden üstün olduğu, “bizdense ne isterse yapar, kimse karışamaz” anlayışının siyasî parti il, ilçe, köy, belde, mahalle temsilciliklerinden kolluk karakollarına, evlerin salonlarından üniversite sıralarına her yere hâkim kılındığı; mafya babalarının kahraman ilan edildiği bir zamanda bir müzisyenin istenen şarkıyı söylemediği için öldürülmesi tabii ki toplumsal, kültürel ve en çok da siyasî bir meseledir. Çünkü zorbalık kültürü siyasîdir; partiler üstü bir konsorsiyumdur, bir ayrımcılık, nobranlık, bencillik ideolojisidir, bir erkeklik manifestosudur, maddiyata ve güce tapan, insanın en vahşi özelliklerini kutsayan bir lanettir.
Çocuklarınıza önce zorba olmamayı öğretiniz. Bunun en güzel yollarından biri de birlikte müzik dinlemeyi becerebilmek. (MAHMUT ÇINAR - GAZETE DUVAR)