‘İrfan’ mümkün mü peki burada? Hani şu çocukluğumuzdan itibaren duyduğumuz, ölene dek nadir tanık olduğumuz o Anadolu irfanı. Sayalım mı baştan, hangi durumlarda ‘Anadolu’nun kılının kıpırdamadığını? Gerek var mı? Anadolu’daki mülklerin bir kısmının, aslında kimlerin olduğunu, misal. Ah ama “ağlayanın malı gülene hayretmezmiş,” böyle der, Anadolu irfanı. Öyle mi, hayır getirmedi mi hakikaten? Belki de.
İlkokuldayken tüm sınıflara “Andımız”ı okuttum! Yıllarca, haftada beş sabah. Sesim yüksek çıkıyor diye bana yaptırmaya karar vermişler demek ki. Andımız’daki sözcükler ve anlamı üzerine ancak çok yıllar sonra düşündüm. İçinden geçtiğim, geçmek zorunda kaldığım milli eğitim tornasını sorgulamaya başladığım yıllarda, başka pek çok şeyin farkına vardığım gibi. Müthiş bir torna hakikaten, ne kadar kahırla ansam az. Bize yapılanları, okutulanları, öğretmenlerin halini tavrını düşününce… İki gün önce TV’den verilen derste çocuklara Menderes’in idamının animasyon halini seyrettirmişler diye epey ‘şaşkınlık’ yaşayan oldu. Belki de o ana dek İskandinav tarzı bir eğitim verildiğini düşünüyorlardı, kim bilir…
Andımız’ın Türkiye’de yaşayan milyonlarca insan açısından ne anlama geldiğini ve hayli milliyetçi dilini bir yana bırakalım şimdilik. ‘İlkeler’ kısmını şöyle bir düşünün: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmek… Yıllarca bu sözleri okudu bu toprağın kızı ve erkeği, haftada beş sabah. Küçüklerini koruyacaklarına, büyüklerini sayacaklarına, yurdunu çok seveceklerine söz verdiler.
Gün geldi, vakıf yurtlarında çocuklara tecavüz edildi, koca memlekette yaprak kıpırdamadı. Yurdun doğası talan edildi, ediliyor, yaprak kıpırdamıyor. Yurdun insanına, yoksuluna, muhalifine çektirilmeyen çile yok, yaprak kıpırdamıyor…
Anayasaya göre ‘din kültürü ve ahlak bilgisi’ dersi zorunlu. Kuşkusuz fiili durumda din kültürü vs. değil, İslam’ın Sünni mezhebi öğretiliyor tam otuz sekiz yıldır. Milyonlarca insan yıllarca bu dersi aldı, ayrıca binlerce çocuk imam hatibe gidiyor vs. Gel gör ki, Türkiye ortalama ahalisinin, geçtim din kültürünü, kendi dini hakkında neredeyse hiçbir bilgisi, fikri yok. Vasat, din bilmez, din tarihi, felsefesi filan bilmez ve ilgilenmez buralarda. Ramazan’da o baygın bakışlı pazarlamacı anlatır, dinleyenler ağlar, inancının vardığı, vardırıldığı yer bu. Türkiye’nin haline şöyle bir bakın, ülkeyi on sekiz yıldır asli kimliği ‘dindar’ olanların yönettiğini düşünün, ne demek istediğim daha açık anlaşılır.
Benzer gözlemi pek çok ders-konu için yapmak mümkün. Örneğin, yıllarca İngilizce ders de alıyoruz ve İngilizce bilmiyoruz. Ha keza, matematik, coğrafya, tarih… Bu hakikaten çok ama çok ilginç bir durum. Bunca dersi yıllarca alıp ilgili konular hakkında pek az ve çoğu yanlış bilgiyle donanarak çıkmak!
Sonuç? Ortalama yurttaşın, tabii okul yüzü görebilecek kadar şanslı olanların; hemen her konuda yarım yamalak bilgiye sahip olduğu, o yarım yamalak bilginin ‘yarım yamalak’ olduğu anlaşılmaya başlandığında ise ‘kendini koruma güdüsünün’ bunun doğal sonucu olan muhtelif komplekslerin, saldırganlığın filiz verdiği bir toplumsal vasatın hâkim olduğu ortam. Bunca şirretliğin, kaba sabalığın, anlamazdan gelmenin ve ısrarlı inkârcılığın, tek olmasa bile, temel nedenlerinden birinin bu ‘süreç’ olduğunu tahmin ediyorum.
Kuşkusuz komplo teorileri dünyada da makbul, ancak Türkiye’de bu denli itibar görüyor oluşunun önemli bir nedeni de bu ‘eksiklik,’ bana kalırsa. ‘Az ve yanlış bilgi’ ile ‘sorgulamama’ kültürü bir araya geldiğinde, sorunu anlamak ve çözmek için insanın elinde kalan en kullanışlı düşünme biçimi, komplo teorileri oluyor haliyle. Konforlu bir yanı var, kabul etmek gerek. Yeryüzünde olup biten her şeyi, tek bir gerekçeyle açıklama olanağı sunuyor insana. Böylece, örneğin aşı karşıtlığı yapmak için fen-kimya-tıp bilimleri; ülkeler arası ilişkiler hakkında konuşabilmek için konu hakkındaki teorileri ve ülke tarihlerini, coğrafyayı vs. bilmek gerekmiyor. Şu anda Türkiye’de milyonlarca yurttaşın, malum virüsü ‘Siyonistler’ ya da ‘kimyasal silaha başvuran ‘emperyalistler’ ile açıkladığını tahmin edebiliriz. Bir virüs asla bir virüs değildir ve altında, bizlerin asla göremeyeceği bazı emperyalist ve derin planlar vardır!
İnsanlar başlarına gelen her neyse, açıklamak, nedenini bilmek ister doğal olarak. Aksi takdirde aklını yitirir. Eğer dâhil olduğunuz sınıfın ‘kaderi’ olan eğitiminiz, sizi ‘eğitimsiz’ bıraktıysa, davranışlarınızı yönlendiren daha ziyade duygularınız olur. Kuşkusuz buradaki ‘eğitimsizlik,’ uzun yıllar ‘eğitim’ alarak varılan bir sonuç. Az buz değil, büyük emek ve kamu kaynağı tüketiliyor Türkiye’de, eğitimsiz ve sorgulamayan insan yetiştirilmesi için.
Eğitim hayatı boyunca bir kez bile “çevremizdeki ülkelerin tamamında bunca dil, din, etnik grup varken, biz nasıl bu ölçüde Sünni-Türk kalabildik acep?” ya da “yüz yıl önce toprağımızda yaşayan gayrimüslimlere, örneğin Ermeniler’e ne oldu, buharlaştı mı yüzbinlerce insan?” sorularını yöneltmiyor kendisine. Tüm sistem, bu ve benzer sorular akla dahi getirilmesin diye örgütlenmiş durumda. Hal böyleyken, ‘aklına gelen’ diğer yurttaşlardan korkuyor, onlardan tedirgin oluyor ve nefret ediyor.
Yaşamın ilk yıllarından itibaren sorgulamamayı, bilmemeyi, ‘sevgi ve saygı’ sözcükleriyle ambalajlanan sevgisizliği öğrenen; vatan sevgisi dediği şey asla vatanın üzerindekilere, doğasına, insanına dair olmayan, o çok sevdiği vatanın ormanları, suyu yok edilirken, insanına eziyet çektirilirken hançeresini yırtarcasına marş okuyan, giderek vicdansız ve korkak hale gelen nüfus ortalaması. Ürktükçe saldırganlaşan bir vasat. ‘Biri’ olduğunu iddia ediyor ama değil ve o da biliyor o ‘biri’ olmadığını.
Çok acı veren bir hal bu ve herhalde insanın başına gelecek en vahim şeylerden biri, içten içe değerli olduğunu sezdiğine benzeyememek, ulaşamamak olmalı.
İnandığını iddia ettiği hiçbir şeye aslında inanmayan, sevdiğini iddia ettiği hiçbir şeyi aslında sevmeyen, önemsediğini iddia ettiği hiçbir ilkeyi aslında önemsemeyen, bildiğini iddia ettiği her neyse aslında bilmediğini gayet iyi bilen…
‘İrfan’ mümkün mü peki burada? Hani şu çocukluğumuzdan itibaren duyduğumuz, ölene dek nadir tanık olduğumuz o Anadolu irfanı. Sayalım mı baştan, hangi durumlarda ‘Anadolu’nun kılının kıpırdamadığını? Gerek var mı? Anadolu’daki mülklerin bir kısmının, aslında kimlerin olduğunu, misal. Ah ama “ağlayanın malı gülene hayretmezmiş,” böyle der, Anadolu irfanı. Öyle mi, hayır getirmedi mi hakikaten? Belki de.
‘Âşık Veysel’ diyerek saymaya başlayanlar olur, biliyorum. Ben de aşkla dinliyorum Veysel’i ve diğerlerini. İyi de şekerim, Veysel’in memleketinde Veysel’in sevdiklerini, seveceklerini yakmadılar mı? O yakanlardan birinin avukatlığını üstlenen siyasetçi geçenlerde vefat etti de, ilim irfan sahipleri övgüler dizmedi mi arkasından?
İrfan sahibi olmak…
Doğruyum… Çalışkanım… Küçüklerimi korumak… Büyüklerimi saymak…
Bak bir de ‘büyüklerimi saymak’ vardı hakikaten. Anadolu irfanı, diğerkâmlığı bunu gerektiriyor demek ki. Bizden daha yaşlı olanları gözetmeyi, güçsüz olanı kollamayı, tökezleyene omuz vermeyi…
Malumunuz, yaşlı olana, kişiliği nedeniyle değil, yaşlı olduğu için hürmet edilir. Yoksa gençken rezilin biri olan insan yaşlanınca badem gözlüye dönüştüğünden, saygıyı hak ettiğinden değil. Toplu taşım aracında bir yaşlıya yer verilmesinin nedeni, kişiliği değil, fiziksel güçsüzlüğü. O yaşlı kim olursa olsun. Benim ayakta durma ihtimalim, onun durma ihtimalinden fazla. Dolayısıyla ‘yaşlıya hürmet’ denilen, insani hasletler bakımından turnusol niteliğine sahip. Kuşak çatışmasıyla, yaşlıların ne ölçüde düşünceli olup olmadığıyla vs. ilgisi yok bunun. Sizden daha zor durumda olduğunu düşündüğünüz birine el uzatmak ile uzatmamak arasındaki fark, hepsi bu.
Türkiye’de bu konuda durumun o kadar da vahim olmadığını düşünüyorum aslına bakılırsa. Birkaç gündür internete seyrettiklerimiz ve yaşlılara reva görülenler, hâkim davranış biçimi değil bana kalırsa. Fakat giderek yaygınlaşan ve övülen bir ‘tutum’ olduğuna da kuşku yok. Türkiye’de ve dünyada. Bunu saygısızlık, terbiyesizlik gibi göreli öznel yanları olan sözcüklerle açıklamak çok doğru olmaz. Batı’da bir süredir ‘yaşlılığa/yaşlılara ayrımcılık’ (ageism) tartışılıyor. Her ayrımcılık gibi, içinde eser miktar faşistlik var tabii.
Ümit Kıvanç P24’te konu üzerine çok güzel bir yazı yayınladı (...) Kıvanç, yazısında son yıllarda giderek yayılan gençlik ideolojisi üzerinde duruyor ve sözü, Türkiye’de neredeyse virüsün yayılmasının nedeni olarak görülmeye başlanan ‘yaşlılara’ yönelik dehşet verici davranışlara getiriyor:
“Bazı gençlerin, dışarı çıkmayın uyarısını dinlemeyen yaşlılara yönelik haşin tutumlarını, söz dinlemeyen ana babalarını (ninelerini dedelerini) koruma kaygısıyla azıcık aşırıya kaçmış telaş ve paniğe bağlayabilseydik keşke. Ancak şu yukarıda özetlediklerimi bilmelerine rağmen yaşlıların dışarı çıkması konusunda kimilerinin ısrarla üretip yaydığı şey bambaşka: Yayılan motif, yaşlıların virüs salgınından âdetâ sorumlu oldukları. Onlar olmasa geri kalan herkesin normal hayatına dönebileceği gibi fantezilere açık kapı bırakan, virüsün yaşlılar yüzünden insanları öldürdüğü motifini zaten üstü kapalı olarak barındıran, düpedüz, dışlanacak, hakir görülecek ve -toplumca en sevdiğimiz şey!- 'fail' olarak damgalanacak bir kesimi ayrıştırıp hedef tahtasına koymayı içeren bir tutuma tanık olmaktayız.”
Hakikaten, örneğin şu ana dek, yaş almış olan sevdiklerimizin virüsü yaymadığı, yalnızca daha dayanıksız olduklarından yaşamlarını kaybettikleri dahi tam olarak anlaşılabilmiş değil. Sorunun bir boyutu bu. Ancak can yakıcı diğer boyutu evrensel ölçekte ve kapitalizmin vardığı evre ile omuzlarında yükseldiği insan tipiyle ilgili. Açık söylemek gerekirse, yaşlıları toplum üzerinde her bakımdan yük gören bir eğilim. Emekli maaşlarıyla, sağlık harcamalarıyla, ilişki biçimleriyle, yavaşlıklarıyla vesaire… Sistemlerin kurtulmaya çalıştığı, kâr getirmeyen, tüketen, hiçbir katma değer üretmeyen safra muamelesi yapılıyor.
Örneğin daha bugün eski Teksas valisi olan sağcı bir herifin konuşmasını dinledim. Açıkça yaşlıların, gençlerin gelecekteki refahı için ölmelerinin gerektiğini, bunun doğal olduğunu anlatıyordu. Akşamüstü, maganda ve ırkçı başkanları da benzer ifadeler yumurtlayıp halkı alışveriş yapmak için sokağa çağırdı. Yaşlı nüfustan kurtulmaya çalışıyorlar ve aslında benzer düşünen başka liderlerin duygularına tercüman oluyorlar.
Muhterem okur, yazmak istediğim çok şey var. Hem Ümit Kıvanç’ın, hem Birgün’den Ozan Gündoğdu’nun yazılarından yararlanacağım ve Umre’den dönenler ile onlara yapıldığını düşündüğüm haksızlıklar dahil, konuyu biraz uzatacağım. Ölmez sağ kalırsam salı günü devam ederim.
Bitirirken diyeceğim şu: Yaşlı nüfusun batı kapitalizminin gözden çıkardığı insanlar olduğu gerçeği bir yana, bizim açımızdan sanırım asıl ciddi mesele, toplumun muhtelif kesimlerinin ‘nefret’ edecek, nefret edilmesi gerektiğini düşündüğü bir şeyler bulmakta zorlanmıyor ve hatta kendini ancak bu şekilde var edebiliyor oluşunda.
Geçen ay Suriyelilerdi. Evvelki ay Kürtler. Önümüz Nisan olduğuna göre, sırada Ermeniler var. Şu birkaç gündür birileri de yaşlılarımızla uğraşıyor. Kuşkusuz yoksul olanlarıyla. Avlayabildikleriyle. O videolardaki rezil tipler, varlıklı yaşlıların muhitine uğramaya dahi cesaret edemez tahmin edebileceğiniz gibi. Yoksulun, çaresizin güçsüzlüğüyle oyalanıyor, haysiyetsizler.
Neymiş efendim, yaşlılar dışarı çıkmak istiyorlarmış. Bak sen! Evde tek başlarına kalmaktan hiç hazzetmiyor olabilirler mi acep? Yoksa yaşlılar da, gençler gibi kaygıları olan insanlar mı? Peki yüzbinlerce yaş almış yurttaş, çalışmadan yaşama şansına sahip değillerse? Hay Allah!
Anadolu irfanı…
Doğruyum… Çalışkanım… Küçüklerimi korumak… Büyüklerimi saymak… (MURAT SEVİNÇ - GAZETE DUVAR, 26.03.2020)
Yazı önerisi: Pınar Öğünç Duvar’da son derece gerekli bir yazı dizisine başladı. Sakın kaçırmayın ve işe gitmek zorundakilerin sesi olun. Lütfen. İlk yazıyı buraya bırakıyor ve bir kez daha hatırlatıyorum: Evden çıkmak yaşamı tehlikeye attığında, evde oturmak temel insan hakkı (devlet tarafından özel olarak korunması gereken zorunlu kamu hizmetlerinde çalışanlar dışında!), dışarı çıkmaya zorlanmak ise bu hakkın ihlalidir. Yaşam hakkından söz ediyorum, yaşam hakkından.