12 Eylül’ün zorbalığına bizzat maruz kalmamış olabilirsiniz, umarım öyledir ama mesele de o değil zaten. Zorbalığa karşı olmak için illa o zorbalığın mağduru olmak gerekmez. Zorbalığın kötülük demek olduğunu bilmek yeterdir...
12 Eylül darbesinin yıldönümü. Her eylül, 12 Eylül’dür bize; bilene, yaşayana, hissedene, hatırlayana… Başka bir eylül bilmiyoruz biz o gün bu gündür, 12 Eylül 1980 tarihinden bu yana…
Hep beraber lanet okuyup geçebiliriz tabii. Hiç değilse “hep beraber” lanet okuyoruz; Perinçekgiller, Celal Şengör, Ertuğrul Özkök gibi marjinal tip ve çevreleri saymazsak. Hatta bu tipler bile “devir devran değişti” diye iç geçirip eskisi kadar açık seçik ve yüksek sesle 12 Eylül savunması, güzellemesi yapmıyorlar.
Ne var ki lanet okumakla geçmiyor işte. Öncelikle manasıyla, ülkeye ettikleriyle, ruhumuzda açtığı yaralarla yüzleşmek gerekiyor, “geçmesi” için…
Doğru; ne devletin ne de Türkiye toplumunun böyle bir geleneği var. Yüzleşmek yerine unutmak, unutturmak, geçiştirmek daha kolay. Oysa yüzleşme, özellikle toplumsal boyutları olan sorunlarla ilgili, rahatsız edicidir; özür gerektirir, yenilenmek iradesi gerektirir, “suç”, “suçluluk” gibi kavramları yeniden tanımlamak ve kendi payına düşeni üstlenmek gerektirir…
Doğru; yüzleşme sorunlarımız, büyük ölçüde devletle, devletin resmi ideolojisiyle, kutuplara, kamplara böldüğü toplumu birbirine karşı konumlandırmadaki derin “becerisiyle”, senaryolarıyla doğrudan ilgili, bağlantılıdır. Ne var ki bu senaryolar neticede toplumun değişik kesimleri üzerinden uygulanmış, hayata geçirilmiştir. Yani “hep derin devlet işleri işte” demek de yetmiyor; “yüzleşme” bu da değil…
Yazılarımı, kitaplarımı okuyanlar bilir, sol bir gelenekten geliyorum ama dümdüz, yüzeysel ve slogancı bir “solcu” da değilim. “Sol” olarak bilinen anlayışlarla (kişilerle değil!) ilgili çok sayıda eleştirel yazım var, kitaplarımın ilgili kısımlarında da. Ama bu kez 12 Eylül üzerinden söyleyeceklerimin muhatabı, memleket nüfusunun çoğunluğunu oluşturan “milliyetçi, muhafazakar” biçiminde tanımlanan kesimler. Yani uğruna öldüğümüz, asıldığımız, işkence tezgahlarında adını feryat ettiğimiz, hapis yattığımız… Halkımız.
Dilerim söylediklerim biraz olsun üzerinde düşünülmesine vesile olur.
Malum; 12 Eylül darbesi, toplumu tek tipleştirmeyi arzulayan faşist zihniyetini anayasa ve diğer kurumları, anlayış ve uygulamalarıyla “devlet” haline getirdi, devlet ile özdeşleştirdi. “Kutsal” denilen, “yüce” denilen, hikmetinden sual edilemeyen bu devlet, kimse kusura bakmasın ama bir 12 Eylül devletidir. (Kusura bakan da bakabilir. Kendi cehaletine yansın.) Darbe devletidir. Zorbadır. İşkencecidir. İnkarcıdır. “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” adı verdikleri bir faşizan resmi ideolojisi vardır ve ülkenin etnik, toplumsal, inançsal, kültürel çeşitliliğiyle, gerçekleriyle kavgalıdır; “tek tip” dayatmasına biat etmeyen herkesle…
Hatırlayalım; darbecilerin hazırlattığı anayasa, “hayır” demenin neredeyse resmen yasaklandığı göstermelik bir referandumda yüzde 92 gibi en değme diktatörleri bile kıskandıran bir oy oranıyla kabul edildi ve aynı referandumla cunta şefi Kenan Evren cumhurbaşkanı “seçildi.” 12 Eylül’e lanet okurken, bu destek üzerine “baskı vardı, ne yapsın vatandaş” türü gerekçelere sığınmadan düşünmek gerekmez mi? (Varsa bilmeyen: Bu satırların yazarının da yargılandığı sıkıyönetim mahkemelerinde, askerlerin copları altında “12 Eylül Anayasasına Hayır!” “Darbeciler halkımızı teslim alamayacak!” diye haykıran devrimciler de vardı.)
Biliyoruz değil mi; bir rejimin nitelik ve karakterini en doğrudan yansıtan yerler, cezaevleridir. 12 Eylül’ün ne tür bir faşizm olduğunu anlamak isteyen, 12 Eylül cezaevlerine bakmalı, yüreği yetiyorsa ve bilmiyorsa Metris, Mamak ve Diyarbakır 5 No’lu Cezaevlerinde olup bitenleri öğrenmelidir.
Diyarbakır 5 No’luda içlerinde PKK militanlarının yanı sıra, köylüler, muhafazakar siyasetçilerin de bulunduğu binlerce mahpus, Nazi toplama kamplarını, Vietnam Saygon zindanlarını aratmayan bir zulüm cenderesinde Türkleşmeye, itirafçı olmaya, devlete biat etmeye zorlandılar. 12 Eylül’ün bu zulüm karargahının bir utanç ve yüzleşme müzesi olmasına 12 Eylül’e lanet okuyan memleketin bu tarafındaki kitleler ne kadar destek verdi acaba? Bu tür bir yapının inşasına destek vermek, lanet okumaktan daha anlamlı olmaz mıydı? Ama onlar “Kürt” idi ve 12 Eylül’e karşı olmak adına Kürtlere destek vermek olur muydu yani? Olmaz tabii, “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” diye bir şey var!
Unutmuyoruz; cunta şefi Kenan Evren meydan meydan dolaşıp Kuran’dan ayetler okuyarak “Asmayalım da besleyelim mi!” diye sorduğunda, meydanları dolduran binlerce insan onun sorusuna “As! As! As!” diye tempo tutarak cevap verdi. Kimdi o tempo tutan insanlar? Genç okurlar büyüklerine sorsalar ya…
O “beslemeyip de asılan” insanların aileleri vardı geride. Onlara asılarak öldürülen yakınlarının son sözlerini içeren mektupları bile verilmedi (Veysel Güney, 10 Haziran 1981)… Hangi dinle, imanla, hukukla izah edilebilir bu?
12 Eylül bir işkence rejimidir ama işkencenin bir “mantığı” vardı, sebepsiz değildi: Yakalanmışsınız, işkenceli sorgulardan geçmiş ve öldürülmemişseniz eğer, “içeri” atılmışsınız. “Darbe hukukuna” göre yargılanmanız yetmez. Teslim olacaksınız! İtirafçı olacaksınız! Baş kaldırdığınız devlete biat edeceksiniz, pişman olacaksınız! İnançlarınızı, değerlerinizi, ruhlarınızı, vicdanlarınızı, onurunuzu ayaklarınızın altına alıp çiğneyeceksiniz! Celal Şengör gibi bok yedirilen mahpuslar için, “Bu işkence değil ki? Bok yemek gayet sağlıklı bir şey” diye düşündüğünüz zamanlar oldu mu acaba?
Hafızamızı yoklayalım biraz; evlatları cezaevlerinde işkence gören anne, baba, kardeş, kızkardeş tanıdıklarınız var mı? Vardır bence, olmalıdır. Sonuçta bu insanlar da sizinle aynı şehirlerde, mahallelerde, sokaklarda yaşıyorlardı. Komşunuz idi bazıları. O insanlarla mahallede, sokakta, bakkalda karşılaştığınızda, bırakalım acılarını paylaşmayı, selam bile vermeyenleriniz, yüz çevirenleriniz vardı belki. Dahası belki “tanıdıklarınızı” ihbar ettiniz “vatani” görevinizi ifa edip. Merak işte; hiç değilse üzerinden on yıllar geçtikten sonra o yüz çevirdiğiniz insanları hatırlayınca biraz yüzünüz kızarıyor mudur? (O yıllarda, 1981, bir yakınımı “tanıyan” biri, otobüsü karakolun önüne çektirip yakalanmasını sağlamıştı. Hayat işte; o “vatansever” vatandaşın oğulları yıllar sonra babaları adına bizden özür dilediler. “Halkımızdır” deyip geçtik.)
Haberiniz oldu mu? “Ziyaret yasak!” denilerek geri çevrildikleri cezaevi kapılarında büyüyen çocuklar oldu. Evlatlarının derdiyle, kaygısıyla ömür tüketen annelerimizden, babalarımızdan, ablalarımızdan cezaevi kapılarında ölenler oldu. Aşağılandıkları, hakarete uğradıkları, dövüldükleri o kapıların önünde tanıdılar asıl devletin nasıl bir şey olduğunu…
12 Eylül’e lanet okuyoruz madem, gözlerinizi kaçırmayın, düşünmekten korkmayın: İşkence edilerek öldürüldüğüne tanık olduğumuz arkadaşlarımız “kayıp” diye geçti kayıtlara… Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları her cumartesi saat 12.00’de Galatasaray Meydanında “kayıp” yakınları için sessiz bir çığlık olup adalet istiyorlar, bir avuç insan. Yasaklara, baskılara, gözaltı ve davalara rağmen hem de. Destek vermediniz hiç onu biliyorum da, acaba hiç değilse bunu geçirdiniz mi aklınızdan?
12 Eylül’e lanet okumak iyi güzel de… Hiç düşündünüz mü acaba; 12 Eylül’e, darbecilere neden lanet okuyorsunuz ki siz? 12 Eylül, özetlediğim bu gerçeklerdir; herhalde “bilmiyorduk, ilk defa duyuıyoruz” demeyeceksiniz… Demokrasi, hak, hukuk, adalet filan diye içini dosdoğru dolduramadığınız kavramların arkasına sığınmadan vereceğiniz bir cevap var mıdır? Neden? Sizden daha mı az “milliyetçi” idi o darbeciler? Sizden daha mı az Kemalist idiler? Herhalde sizden daha çok “komünizme karşı” idiler, var mı itirazınız? En çok imam hatip okulu da darbeciler zamanında açıldı, duymuş olmalısınız? 12 Eylül’e hangi somut nedenlerle karşı olduğunuzu düşünmenin, sorgulamanın zamanı gelmedi mi hala? 44 yıl oldu oysa, bir ömür…
12 Eylül’ün zorbalığına bizzat maruz kalmamış olabilirsiniz, umarım öyledir ama mesele de o değil zaten. Zorbalığa karşı olmak için illa o zorbalığın mağduru olmak gerekmez. Zorbalığın kötülük demek olduğunu bilmek yeterdir…
Şu veya bu kisvenin ardına saklanmış iflah olmaz faşistler, halk düşmanları bir yana, herkes darbeye, darbelere, 12 Eylül’e karşı uzun zamandır; darbecilere hep bir ağızdan lanet okuyoruz… Doğru; bu da bir şey. Bu durumda sorumuz ve sorunumuz şu: Acaba bu bir yüzleşme, hesaplaşma, muhasebe sonucunda edindiğimiz bir bilinç ve kazanım mıdır yoksa kendini aldatmanın, yasak savmanın bir yolu mu?
Toplumun çoğunluğunun özelliklerine (Türk, Sünni, muhafazakar, hatta ülkücü kökenli) sahip olup da bu muhasebeye, yüzleşmeye cesaret etmiş olanlara selam olsun; sözüm onlara değil, hala “çok” olanlara. Onlara ne kadar ulaşıyorsa sesim artık. Maksat kayda girsin ve sözümüz kursağımızda kalmasın…
***
Onların insanlık değerlerini savunan direnişlerinden miras hayatlar yaşıyor olduğumuzu asla unutmadan… En genç “gidenlerimizin” anısına ve evlat yolu gözleyerek terk-i diyar eden büyüklerimizin aziz hatırasına saygıyla, minnetle…
12 Eylül rakamları
650 bin kişi gözaltında alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı. Bu davalarda 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam kararı istenirken, 517 idam cezası verildi. 50 kişinin cezası infaz edildi. 17 yaşındaki Erdal Eren, yaşı büyütülerek idam kararı verildi. Karar Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmesine karşın Milli Güvenlik Konseyi kararı onayladı. Eren, 13 Aralık 1980’de infaz edildi. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi suçuyla yargılandı. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurt dışına kaçtı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. Siyasi partiler yasaklandı. Türk-İş dışındaki sendikaların faaliyeti yasaklandı, mal varlıklarına el konuldu. Belediye başkanları görevden alındı, yerine sıkıyönetim tarafından atamalar yapıldı. Zorunlu din dersi getirildi. Diyanet İşleri’nde 260 din görevlisinin maaşının Rabıta-ül İslam örgütünce ödenmesi onaylandı. 937 sinema filmi “sakıncalı” görülerek yasaklandı. 3 bin 854 üniversite öğretim görevlisi görevlerinden alındı, güvenlik soruşturmasına tabi tutuldu. 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı, üç gazeteci öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 gazete için 303 dava açıldı, 39 ton gazete ve dergi yakıldı. Cezaevlerinde insani olmayan koşullar ve işkenceler sonucu 299 kişi hayatını kaybetti. Cezaevlerindeki işkence ve insanlık dışı uygulamalara karşı siyasi mahpusların başlattığı açlık grevi ve ölüm oruçlarında 14 kişi hayatını kaybetti... (CAFER SOLGUN - P24 BAĞIMSIZ GAZETECİLİK PLATFORMU) ((Fotoğraf: Coşkun Aral, Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi)