Fotoğraf: Anadolu Ajansı / İsrail saldırısında öldürülen barış aktivisti Ayşenur Ezgi Eygi için yapılan eylemlerden

“Yanlış hayat, doğru yaşanmaz.” / Adorno

Bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiğinde diğer düğmeler de kaçınılmaz biçimde yanlış iliklenir. Devletler, bir kurum olarak günümüzde savaşların, yoksullukların, iklim krizlerinin ve adaletsizliklerin başlıca kaynağı haline gelmiş durumda.

O kadar ki bu devletler, yerel sorunlar karşısında çok büyük, küresel krizler karşısında ise çok küçük ve etkisiz bir yapı olarak işlevsizleşmiştir. Bugün devlet, toplumsal sorunlara gerçekten çözüm üretebilmekte midir? Yoksa aktüel varoluşunu sürdürmek adına yalnızca bu sorunları büyütmekte midir?

Birleşmiş Milletler”in, uluslararası diğer kurumlar gibi krizler karşısında “süslü seyircilere”, savaşlarla yıkılan yerlerin yeniden inşasının “bekçileri”ne dönüşmesi, Diyarbakır’da Sur’un çatışmaların ardından “kentsel dönüşüm” ile yeniden inşası… devletin çözüm değil, sorunun kaynağı olduğunu gösteriyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Yemen’deki katliamlar ve İsrail’in Filistin’i bombardımana tutması, yalnızca “ulusal çıkarlar”ın değil, devletlerin mutlak güç arzusunun ve hegemonyasını kurma çabasının örnekleridir. Bu çatışmalarda halklar değil, sermaye ve güç kazanır.

Devletin yasaları ve insan hakları ise bu iktidar mücadelesinde yalnızca bir araçtır, üstelik kullanışlı araçlar. O zaman sormak gerek: Devlet, gerçekten toplumun iradesini mi temsil ediyor yoksa gücün ve şiddetin kurumsallaşmış biçimi mi, feodalizmin bir tür çağcıl versiyonun kaynağı mı?

Soruları çoğaltmak, aynı olguyu sorunsallaştıran yeni sorular sormak olanaklı. Şimdi tam da olmakta olanlara bakalım: Bir yıldır hiç bitmeyen İsrail’in Gazze’yi insansızlaştırma politikalarının yarattığı trajedinin seyirlik bir nesneye dönüştüğünü görüyoruz. 7 Ekim’de, İsrail’in demir kubbesini delen Hamas füzeleri, yalnızca bir askeri bariyerden değil, Hakikatin zırhından da geçti.

Bu saldırı, yalnızda bir toprak parçası üzerinde yürütülen savaşın değil; devletin tarihteki yerini, şiddetin ve tahakkümün kaynağını yeniden tartışmaya açan bir örnek. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü saldırılar, yalnızca bir devlete özgü bir şiddet olarak görülemez. Bu, devletlerin yüzyıllardır süregelen işgal ve asimilasyon politikalarının modern bir versiyonudur. İsrail, belki de bir laboratuvar; devletlerin birkaç on yıla sığdırdığı kolonizasyon, yerinden etme ve asimilasyon çabaları, başka coğrafyalarda yüzyıllarca süren bir sürecin hızlı çekimdeki versiyonudur.

Devletlerin Gazze sessizliğinin nedeni, “ulusal çıkar” ile perdeledikleri sermayenin pazar ilişkileri olduğu kadar kendi kabarık sicilleridir.

Kolonizasyonun, işgalin ve şiddetin tarihsel örnekleri gözler önünde. ABD’nin Kızılderili topraklarında uyguladığı sistematik yerinden etme politikası ya da Avustralya’nın Aborjin çocuklarını ailelerinden koparıp “uygarlaştırma” çabası…

Tüm bunlar, bir “medeniyet” kisvesi altında yapıldı. Şimdi İsrail, bu mirası devralıp bir halkın varolma direnişini yerle bir etme çabası içinde. Uluslararası toplumun suskunluğu, bu politikaların zaman ve mekân değişse de aynı kaldığını gösteriyor. Şiddet, devletlerin işleyiş biçimine içkin bir özellik olarak varlığını sürdürüyor. İsrail’in Gazze’ye saldırıları, yalnızca bir halkın trajedisi değil, aynı zamanda küresel toplumun iradesini kaybedişinin simgesidir.

Çünkü bizler, Homo Videos yani izleyerek ‘tanık’ olanlar, internetle birlikte her şeyi gören ama bir o kadar çaresiz olan milyarlarız…

Politikaya doğrudan katılamamanın yarattığı bu çaresizlik, bizleri birer izleyiciye, edilgen bir kitleye dönüştürken irademizi de hiçleştirerek insanca nefes almamızın oksijeni olan özsaygımızı aşındırmakta. Bu dönüşüm, yalnızca siyasi bir kayıtsızlık yaratmıyor; aynı zamanda toplumsal hafızayı ve Hakikati de karartıyor. İradesi hiçleşen, özsaygısı aşınan insan, giderek kendi yaşamını da kaybediyor. Kaybettikçe de rızasını üretmek kolaylaşıyor.

Bu durum, toplumu parçalayıp örgütsüzleştiriyor, farklı sesleri ya kısarak ya da keserek tek-seslileştiriyor; bu da yalnızca siyasi bir kayıtsızlık yaratmakla kalmıyor; aynı zamanda toplumsal hafızayı ve Hakikati de karartıyor. Ve bu sessizlik ya da tek-seslilik, devletlerin tahakkümünü daha da perçinliyor.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı şiddet, yalnızda Filistin ile sınırlı değil. Biraz uzaklara baktığımızda, Kürtlerin yerinden edilmesi, Uygurların Çin’de yaşadığı baskılar, Hindistan’da Keşmir halkının maruz kaldığı şiddet, tam da şimdi Sudan’da yaşanan -ama daha çok görülür olan örnekler arasında basında kendine yer bulamayan- trajedileri görmemek mümkün mü? Tüm bu hikayeler, devletin şiddeti nasıl bir standart uygulama haline getirdiğinin, şiddetin “meşru” kılındığının hikayesidir.

Bu yüzden asıl mesele, artık devletin kendisidir. Devlet, şiddetin kurumsallaşmış biçimi ve uluslararası arenada suskunlukla desteklenen bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Yalnızca İsrail-Hamas çatışmasını değil, bu çatışmaların arkasındaki temel sorunu, yani devletin kendisini sorgulamak zamanı geldi. Modern devlet, giderek büyük şirketlerin taşeronuna dönüşüyor. Devletler artık birer şirket gibi hareket ediyor; halkın iradesini hiçe sayarak yalnızca kâr ve güç peşinde koşuyor.

Bu yazıda İsrail’i değil, devlet adı verilen bu kurumu tartışmayı öneriyorum. Çünkü sessiz kitlelerin, sessiz hükümetlerin bu çatışmadaki örtük ve/ya aleni destekleyici tutumları, kendi varoluş biçimlerinin perdelemesi nedeniyle radikal anlamda sorgulanmalarına mani oluyor. Güney Afrika’daki apartheid rejiminde, Vietnam’da olduğu gibi…

Sessizlik, iktidarın en güçlü silahıdır. Devletin varlığına dair köklü sorular, bilinçlere çöreklenip sesimizi çalan ve “görünmez doktrin” ile kendini saklayan rejimi ifşa etmemizin temel aracıdır.

Atüel anlamda nerede savaş varsa asimetrik olduğu ileri sürülebilir. Biri düğmeye bastığında gökyüzünde beliren metal kuşlar, diğeri ise bombalanan evlerin duvarları ardında saklanıyor. İsrail, gücün ve modern teknolojinin tüm imkânlarını kullanarak bir halkı yerle bir ederken, bu saldırıların yankısı sadece Filistin topraklarını değil, bütün dünya üzerindeki devlet aygıtlarının adalet anlayışını sarsıyor.

Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde İsrail aleyhinde açtığı davayı hatırlayalım. Apartheid rejiminin karanlık gölgesinden çıkmış bir toplum, şimdi benzer bir adaletsizliğin başka bir coğrafyada tekrarlandığını görerek mi harekete geçti? Peki ya Avrupa Birliği, birkaç cılız ses dışında neden suskun?

İngiltere, Brexit sonrası eski “müttefik”lerinin peşinden koşarken, İşçi Partisi’nin cılız muhalefeti, “dostlar alışverişte görsün” misali bir jestle birkaç malzemenin İsrail’e satışını durdurmakla yetiniyor. ABD’de üniversitelerden yükselen “68’in ayak sesleri” mi, yoksa yalnızca bir yankı mı? Sokaklarda “Hamas’a karşı İsrail” sloganları yükselirken, politika sahnesinde sahte bir tarafsızlık oynanıyor. Halklar savaşa karşı; peki hükümetler? Onlar, gündelik işlerine devam ediyorlar.

İsrail-Hamas çatışması, yalnızca iki tarafın savaşından ibaret değil. Bu çatışma, devlet adı verilen ve giderek şirketlerin taşeronuna dönüşen yapının, şiddetin ve tahakkümün ana kaynağı olup olmadığını sorgulamamız için bir vesile olabilir mi? Devletlerin birer şirket gibi hareket etmeye başlaması, halkların iradesini hiçe sayarak yalnızca kâr ve güç peşinde koşması, küresel barışı mümkün kılabilir mi?

Tarihsel bağlamda devlet, Tarım Devrimi ile birlikte doğadan kopup toplumu kontrol etme aracı olarak güç kazandı. Endüstri Devrimi ile ise ekonomik gücü merkezileştirerek ideolojik ve ekonomik tahakküm aygıtına dönüştü.

Endüstri 4.0 paradigması ve dijitalleşme gibi yeni dönüşümlerle birlikte giderek daha karmaşık, görünmez bir şiddet aygıtı haline geldi. Büyük şirketlerle kurduğu ittifaklar, devletin halktan ziyade sermayenin çıkarlarını koruyan bir "şirket-devlet" biçimi almasına neden oldu. Modern devlet, artık bir toplumsal düzen aracı değil, yalnızca sermaye birikiminin nöbetçisi konumunda. Peki bu yapı, insanlığın geleceğini gerçekten gözetebilir mi?

Güvenlik sektörünün metalaşması, ordunun özel şirketlere devriyle birlikte, savaşın kendisi bile eğitim ve sağlık ile birlikte bir pazar metasına dönüştü. Rusya’daki Wagner Grubu, ABD’nin özel güvenlik şirketleri ve Türkiye’de sözleşmeli uzman çavuşlar, devletlerin savaş işlevlerinin özelleştirilmesinin ya da piyasalaştırılmasının modern örnekleri. Devletler, kendilerini halkın koruyucusu gibi sunarken, aslında daha çok sermayenin, şiddetin kurumsal aracı haline mi geliyorlar? Bu durumda devletin meşruiyetini yeniden sorgulamak, “bu başımıza gelenler nedir?” sorusuna yanıt aramak için sorumluluğumuz.

Belki de sorunu alışıldık, sanki hep öyleymiş gibi sunulan perspektifi bir yana bırakarak ele almanın zamanı gelmiştir: Devletin olmadığı bir düzeni düşünmek mümkün mü? Güvenliğin ve adaletin, yalnızca birer pazar ürünü olduğu bir dünyada barıştan söz edebilir miyiz? Bugün devletler savaşları finanse ederken barış için ne yapıyorlar? Bu soruların yanıtını vermek zor. Ancak şurası kesin: Eğer düğmeleri baştan yanlış iliklediysek, önce gömleği çıkarmalı ve iliklemeye yeniden başlamalıyız.

Toplum olmak, yalnızca aynı topraklarda yaşamak değil; Hakikatin peşine düşmek, aynı acıda birleşmek demektir. Yalnızca izlemek değil; Hakikati savunmak... İsrail-Hamas çatışması, bizlere devletin ne olduğunu ve ne olmaması gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.

Gerçek bir toplumsal barış, ancak ve ancak Hakikatin peşine düşmekle olanaklıdır. Bu yazıyı, İsrail-Hamas çatışmasını aşan bir bağlamda, devletin sorgulanması için bir davet olarak kabul edin. Çünkü Hakikat, ancak onu arayanların çabasıyla gün yüzüne çıkar. Ve Hakikat ya da savaş yani yoksulların kimlikler üzerinden rızalarının üretilerek egemenlerce ölüme gönderilmeleri ifşa edilmedikçe ölmeye, öldürmeye devam edeceğiz. Bu trajedilerin seyircisine dönüştükçe de maneviyatımızı zedelemeye, özsaygımızı aşındırmaya…

Aslında hayatın ta kendisi Barış. Savaş zor, barış ise kolay. Barış, bir şairin mısralarında, bir çocuğun kahkahasında, el ele tutuşan sevgililerin kırlarda, parklara sakınmasızca sevişmesinde, yıkılmamış duvarların sessizliğinde gizlidir. O halde, bu büyük sorumluluğu üstlenmek hepimizin görevi.

Savaşın yıkıcılığını göstermek, barış için çalışmakla, barışı ve dinamiklerini araştırmakla olanaklı. Savaş ölüm, barış yaşamdır. Çünkü savaş, her defasında, bir Pirus Savaşı olmaktan öteye geçemez.

Kaybedeni, insanlığın yanında bütün türler, yaşamın yurdu mavi gezegenimiz. Özgürlüğümüzün kapısını arayalacak, Hakikatin ifşasına hizmet edecek soru, tam da burada sorulmayı bekliyor, hem de ısrarla: Devletler tam da bugün ne işe yarıyor? Neye, kime hizmet ediyor? Bu olup bitenlerdeki sorumluluğu, payı nedir? Şimdi kendi sesimizi yutup unutmamıza son vermek zamanı…

Barışı, yüksek sesle hem de haykırırcasına soracağımız sorularla sessizliğin sesini boğarak aramak zamanı… (METİN V. BAYRAK - BİANET)

Daha yeni Daha eski