Saraçhane, Maltepe… Son On Gün…

Özgür Özel ve CHP, İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonraki on gün içinde iyi bir muhalefet çizgisi tutturdu. Sungur Savran’ın DİP’lileri, Lenin’in kötü bir taklitçisi olarak “burjuva muhalefetini” Kerensky yerine koyuyorlar ama tarihte hiçbir şey hiçbir zaman aynen tekrarlanmaz. Umarım CHP ve Özel bu kararlı çizgide gider. Böyle gittikleri sürece gençlerden, emeklilerden, yaşlılardan, kısaca halk kesimlerinden net bir destek göreceklerdir.


Saraçhane

Saraçhane’ye 2. ve 3. akşamlar gittim. Meydan o kalabalığı alacak kadar büyük değildi. Bu yüzden, özellikle park tarafına doğru izdiham vardı. Bir taraftan öbür tarafa hareket eden insan kütleleri büyük bir sıkışıklık içindeydi. O sıkışıklıkta bir panik havası olsa çok ezilen olurdu. 1 Mayıs 77’yi hatırlayarak içimden “inşallah böyle bir durum olmaz” deyip duruyordum. Hatta bunu, ilk gece yanımda olan arkadaşlara ifade ettim.

Saraçhane’deki iki akşamdan (cuma, cumartesi) izlenimim, kalabalığın göz kararıyla ve yuvarlak hesap yüzde yetmişinin gençlerden, bu gençlerin de ağırlıklı kısmının genç kadınlardan oluştuğu yönünde. Genç derken 20’li yaşlarda olanlardan söz ediyorum. Gençleri eskiden beri “apolitik bulmaya” (68 ve 78’lilerin icat ettiği ve o zamanki gençlerin de biraz boynu eğik bir şekilde kabul ettiği “Özal gençliği” tabiri mesela) pek teşne orta yaşlı ve yaşlılarımızın bu görüntüden epey ders çıkarması gerekiyor.

Fakat üzülerek belirtmeliyim ki, bu gençlerin bir kısmında (öyle olmayanları tenzih ederim) güçlü bir saldırgan ırkçı damar boy atmış bulunuyor. Parkın Bozdoğan Kemeri’ne doğru kısmında yoğunlaşan, yüzlerini batı ülkelerindeki anarşist gençler gibi (herhalde polisin teşhisinden korunmak için) yarı yarıya örten bu gençler, öyle sanıyorum ki Zafer Partisi’nin ırkçı siyasetlerinin ve sloganlarının etkisi altındaydılar. Örneğin “Apo piçtir, piç kalacak” gibi Öcalan’dan hareketle doğrudan Kürtleri hedef alan sloganlar tüyler ürperticiydi. Ben duymadım ama arkadaşların söylediğine göre, “Enver, Talat, İttihat” gibi İttihatçı sloganlar da atıyorlarmış. Tabii pek yaygın olan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı sadece bu gençlerle sınırlı değildi, kitlenin çoğunun bu slogana pek yatkın olduğu anlaşılıyor. Bu slogan, Gezi’de de vardı ama sadece Vatan Partililerle ve “Kürtlerin kebabını yemeyin” diyen aşırı ırkçı Türk Solu çevresiyle kısıtlı kalmıştı. Gezi bambaşkaydı. Gezi denizinin içinde bu slogan damla gibi kalmış, pek duyulmamıştı bile, ortaya çıktığı yerde de alaycı geziciler, “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diye bağırarak gülüşmelere yol açmış ve sloganı tatlılıkla bastırmışlardı. Ama bugün öyle değil. Bu slogana CHP de işine geldiği için yol vermiş bulunuyor.

Sol örgütler kendi flamaları çevresinde boy göstermeyi tercih edip kendi üyelerini mızraklı ortaçağ şövalyeleri gibi etten bir duvar haline getirdiklerinden bu tür sloganlarla mücadele bile edemediler. Uzaktan gelen sloganların nağmelerine gururla ama sessizce bakınıp durdular. Şu “benim örgütüm” bencilliği var ya, solu yiyip bitirecek, olduğu yerde kurutacak. Kardeşim, solculuk durduğun yerde dikilip durarak “ben buradayım” demek değil ki. İnsanlar ne yapsın oradaysan, girsene kitlenin arasına, salsana militanlarını, örneğin o sloganları atan gençlerin arasına. Kavga etmeden, azarlamadan, halkların kardeşliğine ilişkin sloganlar atsana. Ne gezer!

O gençleri azarlamaya, kavga etmeye gerek yok. Genç kuşakta böyle bir eğilim varsa önce bunu anlayacaksın, nedenlerini teşhis etmeye çalışacaksın, sonra da onlara kardeşçe yaklaşarak sloganlarının yanlışlığını anlatacaksın. İnanın, çoğu ani bir uyanış yaşayacaktır. İnsan gençlikte nelere kapılmaz! Biz nelere kapıldık mesela. Stalinist bile olduk! Yani İttihatçılık sanki Stalinizmden daha mı kötü?

Maltepe

12 yıllık anarko-sendikalist bayrağımı kapıp Maltepe’deki büyük mitinge de gittim. O da çok kalabalıktı. Hatta diyebilirim ki, Saraçhane mitinglerinin toplamının iki katı kadar vardı. Sayı, yuvarlak hesap 1-1,5 milyon olarak tahmin edilebilir. Örneğin ben meydanda tanıştığım yeni arkadaşlarımla saat 16.00 cıvarında meydandan ayrılmaya çalışırken hâlâ akın akın insan geliyordu meydana. Tabii meydan çok büyük olduğundan Saraçhane’deki gibi bir sıkışıklık söz konusu değildi.

Maltepe’de, Saraçhane’deki 20 yaş grubu gençlik kitlesi bence esasen yoktu. O yüzü kapalı, ortalıkta biraz hoyratça dolanan gençleri pek göremedim. Belki de Maltepe’nin kendi faaliyetleri açısından pek elverişli olmadığını düşünmüşlerdi. “Mustafa Kemal’in askerleri” yine vardı ama bu zaten artık muhalif kitlenin üzerinde pek de düşünmeden attığı genel bir slogan haline gelmiş maalesef.  Yani muhalif göstericilerin alameti farikası gibi bir şey.

Fakat bu seferki kitlenin yüzde yetmişini (yine kabaca bir hesapla) orta yaşlı ve yaşlı emekliler kitlesi oluşturuyordu. Daha çoğu da bana Alevilerden oluşuyormuş gibi geldi. Örneğin Marmaray’da sıkış tepiş Maltepe’ye giderken bir teypten bar bar (yüksek volümde) Aşık Mahsuni Şerif’in “yuh yuh” şarkısını nasıl da kendinden geçerek dinleyen ve söyleyen bir kitleydi bu. Bu kitlede de orta yaşlı, emekli kadınların çoğunlukta olduğunu söyleyebilirim. Bir de sol örgütlerin flamaları altında topladıkları kendi kitleleri vardı. Bu da sol örgütlerin her zamanki “kim daha kalabalık” yarışına sahne oldu elbette. “Safları sıklaştırın. Sıklaştırın ki, proletaryanın öncüsünün kim olduğu ya da en azından potansiyel olarak kim olacağı gözüksün.” Öyle anlaşılıyor ki, bu dünyada en zor değişen şey sol örgütler. Maddenin en küçük çekirdeği olan “atom parçalanamaz” ya öyle işte. Tabii kendi aralarında bir hizipleşme çıkıp örgütü dört baş parçaya ayırmadığı sürece!

“Çirkin ördek yavrusu” Bayrağım

Saraçhane’ye de Maltepe’ye de kendi “home made” anarko-sendikalist bayrağımla gittim. Bu bayrağı, benim ricam üzerine kırmızı ve siyah kumaşları bir araya getirip çaprazlamasına dikerek, Kınalıada’dan arkadaşım Dorina dikmişti. Ben de bir köşesine Ceren’in siyah ojesiyle İspanyol anarşistlerinin sendikası ve örgütü olan CNT-FAI’yı ve yuvarlak içinde A’yı yazmıştım. O zaman renkleri elbette çok canlıydı. Gezi mücadelelerinde bu bayrakla yer aldım çoğunlukla. Bir de fotoğrafım var, Taksim Meydanı’nda çekilmiş. Zaman içinde bayrağın renkleri solduğu gibi, benim İspanya üzerine bilgimin artıp bir kitap yazacak ölçüye vardıkça (İspanya’36, Lejand, 2025) bayrağa, o dönemde Stalinistlerin en büyük zulmüne uğrayan devrimci Marksistlerin örgütü POUM’u ve “sosyal demokrat Largo Caballero’nun başında bulunduğu, CNT gibi bir milyon üyesi olan diğer sendika konfederasyonu UGT’nin adlarını da ekledim.

Bayrak Saraçhane’de de ilgi çekti ama en büyük ilgiyi Maltepe Meydanı’nda topladı. Burada hepsini anlatmam mümkün değil ama birkaç anektod anlatayım. Meydanda bayrak omzumda dolanırken elli yaşlarında bir arkadaş yanıma gelip “arkadaşlar çok merak ediyor, bu neyin bayrağı acaba, üstündeki yazıların anlamı ne?”  diye sordu. Yan gözle arkama doğru baktım. Çimenlerin üzerine oturmuş on kadar kişi gözlerini dikmiş bize bakıyorlardı. Bayrağın anlamını, CNT-FAI’nın ne olduğunu kısaca izah ettim. Arkadaş teşekkür edip diğerlerine bayrağın anlamını anlatmak üzere yanımdan ayrıldı. Aynı şey, bu sefer yanıma yaklaşan yine orta yaşlarda bir kadınla tekrarlandı. Onun da arkadaşları bayrağın anlamını merak etmişler. Ona da izah ettim.

Daha da ilginci, DEM Parti kortejinin de içinde bulunduğu Emek ve Özgürlük Platformuna dahil örgütlerin yanı sıra yürürken bir kadının yanıma gelip “İspanyol musunuz?” diye sormasıydı. “Hayır” deyince, “CNT’yi görünce öyle sandım” dedi, “CNT İspanyol anarşistlerinin örgütü değil mi?” Kurtuluş geleneğindenmiş. Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nden (SYKP) olduğunu söyledi. Bunun üzerine ben de “Mahir Sayın arkadaşım olur, selamımı söyleyin” dedim.

Yine meydana doğru yürürken, ellerinde Türk bayrağı taşıyan üç kadın gelip birlikte resim çektirmeyi önerdiler. “Memnuniyetle” dedim. Fakat resim çekildikten sonra, biraz da uyarma güdüsüyle “yalnız bu anarşist bayrağıdır” dedim. Kadınlardan biri sempatiyle gülerek, “bizim de gönlümüzde öyle bir şey olmasa zaten resim çektirmezdik” dedi. Yani görünüşe aldanmamak gerekir. İnsanların sol göğsünün altında kararmayan ne cevahirler vardır.

İzmir’in Dağlarında…

Meydanda yine bayrağı görerek yanıma yaklaşan kırk yaşlarında iki arkadaşla sohbeti derinleştirdik ve meydanın yakınlarında birer bira içmeye karar verdik. Hava anormal sıcaktı ve çok susamıştık. Bir pubda zor bela yer bulup sıkıştık. Sağdan soldan, geçmişten, 1 Mayıs 77’den falan söz ederken aniden neredeyse kulaklarımızı patlatacak volümde marşlar çalmaya başladı. Artık değil konuşmak, bu şiddet karşısında oturduğumuz yerden yıkılmamak için gayret sarf etmek gerekiyordu. Haluk Levent’in seslendirdiğini öğrendiğim ve Atatürkçü kitleyi anormal ajite eden, yıllardır duyduğumuz “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” marşı ya da şarkısıydı bu. Bizim dışımızda pubda bulunan herkes coşmuştu. Neyse şarkı ya da marş kimsenin başına bir şey gelmeden, kimse beyin kanaması falan geçirmeden sona erdi. Arkadaşların kulağına eğildim, “sonundaki adı geçen kahramanlar arasında Yahya Kaptan da var” dedim. Yahya Kaptan, eğer isim benzerliği yoksa, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurduktan sonra Mustafa Suphi’nin eşi Maria Suphi’yi “odalığı” yapıp tecavüz eden kişinin ta kendisiydi. Elbette bu marşı coşkuyla söyleyenlerin hiçbiri bundan haberdar değildi. (Not: Bir arkadaşın gönderdiği bilgiler çerçevesinde marşta adı geçen “Yahya Kaptan’ın, 1920 yılında öldürülen bir başka Yahya Kaptan olduğu anlaşılıyor. Düzeltirim)

Medya

Hükümet ya da AKP iktidarı totaliter bir yönde dev adımlarla yürüyor. Muhalefetin her etkili hamlesine özellikle medya alanında yeni yasaklarla yanıt veriliyor. Bir yönetimin totaliterliğinin en bariz ölçüsü muhalif basın ve medyanın kendini ne derece ifade edebildiğidir.

Lenin, Bolşevik diktatörlüğünü kurduğu zaman muhalif basını yasaklarken, bunun “geçici, zorunluklardan doğan” bir önlem olduğunu söylemişti. Bu “geçici” önlem tam yetmiş yıl, Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar sürdü. Bu yüzden, özellikle basın ve medya alanında özgürlükleri kısıtlamak ve giderek ortadan kaldırmak çok ciddi bir adımdır ve rejimin totalitarizminin ölçüsüdür. İspanya’da Negrin hükümeti, anarşist ve devrimci Marksist basına (Solidaridad Obrera ve La Batalla) öyle ağır bir sansür uyguladı ki, bu gazeteler çıkmaya devam ediyordu ama sansür nedeniyle sütunlarının büyük kısmı beyaz çıkıyordu. Sonunda bu bile lüks haline geldi ve devrimci basın bir hükümet kararnamesiyle bütünüyle kapatıldı.

Şimdi belli TV kanallarına on gün ekran karartmayla başladılar. Ayrıca bağımsız youtube kanallarına da “lisans” adı altında kısıtlama getiriyorlar. Bunun artarak devam edeceği anlaşılıyor. Sonunda öyle bir noktaya gelinecek ki, muhalif medyanın yasak olmayan yayınlarının süresi istisnai bir hal alacak. Tamamen kapatıldığı zaman da bunu kimse yadırgamayacak. Fare, uyuyan insanın burnunu biraz kemirir, sonra da eczalı tükürüğünü üflermiş, acıyı hissetmesin diye.

***

Ayakta kalan çok az sayıda muhalif medya organı var. Öbürlerinin büyük çoğunluğu, İletişim Başkanlığı tarafından gayrı resmi olarak görevlendirilmiş, akşam olunca gelip koltuklarına oturan ve bütün iğrençliklerini ekranlara tüküren yalaka kapıkullarının boy gösterdiği kanallar. Allah kimseyi onların durumuna düşürmesin.

Fakat unutmayalım ki, muhalif medya organlarının da kendi görünmeyen iç sansürleri var. Örnek verecek olursam, Halıhazır solun en büyük partisi sayılabilecek TİP’in sözcülerine, Erkan Baş’a, ayrıca DEM Parti’nin sözcülerine neden hiçbir şekilde yer vermez Halk TV? Halk TV’nin sol yanı ancak Birgün gazetesine kadar uzanıyor. O da ne zamana kadar…

Yine en güvenilir olanlar şahsi inisiyatifle yayın yapan Medyaskop gibi medya organları. Ruşen Çakır’ın günlük yorumları bile o yandaş medya kalabalığını silip süpürmeye yeter.

***

Dört başarılı muhalif gazeteci, Halktv’nin youtube kanalı Rasim Ozan Kütahyalı’yla röportaj yaptı diye protesto ederek Halktv’den ayrılıp neredeyse buharlaştılar. Oysa Halk TV’de her gün izliyor, onlardan çok şey öğreniyorduk. Bu olay, İmamoğlu’nun tutuklanmasından hemen önce meydana geldi. Ardından İmamoğlu tutuklandı ve Halk TV’nin başarılı gazetecisi İsmail Saymaz önce gözaltına alındı, sonra da ev hapsine.

Bu 4 gazetecinin durum böyle olunca, protestolarını bir yana bırakıp kanala geri dönmeleri ve dayanışmalarını göstermeleri gerekmez miydi? Ne oldu? ROK bu kadar mı önemli bir adamdı yani? Herhalde kendisi bile 4 gazeteciyi muhalif medyadan koparmış olmasına şaşıyor, “ben neymişim be abi?” diyordur. Bu 4 gazeteci arkadaş, iyiden iyiye kötü ihtimaller üzerine spekülasyon yapmamızı istemiyorlarsa Halk TV’ye bir an önce geri dönüp “siperlerdeki” eski şerefli yerlerini almalıdırlar.

Boykot

CHP muhalefeti, yandaş şirketlere ve medyaya karşı bir boykot kampanyası açtı. Bu kampanya yerinde ve gerekli olmakla birlikte fazla yaygınlık kazanırsa yozlaşacağı ve geri tepeceği yönünde belirtiler var.

Bildiğim bir örnekten gireyim meseleye. Muhalif olarak bilinen Gürkan Hacır’ın ve Barış Yarkadaş’ın da “Taksim Meydanı” adlı bir programla yer aldıkları TGRT de boykot edilen medya organları arasında yer alıyor. Twitterda buna itiraz ettim ve çoğunlukla bağnaz CHP’lilerden, iyi niyetli ama keskin muhaliflerden tepki aldım.

Yeri gelmişken burada itirazımı biraz açayım. Önce şunu belirteyim: Onların yerinde olsam TGRT’de yer almaz, program yapmaz, en azından Cem Küçük gibi, “İmamoğlu’nun paketlendiği” türü iğrenç laflar eden biriyle aynı masaya oturmazdım. Evet, burada onlara gösterilen tepki haklı.

Bununla birlikte, TGRT’nin bu programı, TV kanallarının yandaş ve muhalif diye iki uzlaşmaz kesime ayrıldığı ve programlarında yalnızca kendi adamlarını (ya da kadınlarını) konuşturdukları bir ortamda her şeye rağmen bir özgünlük taşımıyor mu? İki “farklı” kesimi bir programda bir araya getiren TGRT diğer yandaş organlardan farklı bir şey yapmıyor mu? En azından biçimsel olarak böyle bu. Barış Yarkadaş ve Gürkan Hacır, her ne kadar muhalefet limanından yandaş limana doğru yol alıyormuş gibi gözükseler de, onların yıllarca muhalif bir konumda bulunmalarının hatırına TGRT boykot listesine alınmamalıydı. Bununla, bakın biz ne kadar ince, eczane terazisiyle ölçerek boykot uyguluyoruz deme şansını kaçırmıştır muhalefet. Bağnazlık her yerde bağnazlıktır.

Tutuklamalar

İktidar bir tutuklama hummasına kapılmış gibi görünüyor. Elbette bunun nedeni var. Gençleri, entelektüelleri, yayıncıları, programcıları, avukatları (İmamoğlu’nun, “avukatımı serbest bırakın” demesi ironinin zirvesidir) vb. ne kadar çok tutuklarlarsa o kadar çok korku salacaklarını ve sindireceklerini düşünüyorlar. Ama bilmiyorlar ki, bunun geri teptiği bir nokta vardır. O nokta korku duvarının aşılmasıdır.

Arkadaşım, anarşist düşünür, yayıncı Kürşat Kızıltuğ, Saraçhane’de polis dronlarına takılıp resmi çekildiği için, evet sırf bu nedenle tutuklandı. Yine birlikte güzel programlar yaptığımız, FluTV’nin yönetmeni arkadaşım İlker Canikligil, bir programda, siyasi İslamcılar hakkında amacının ötesinde bir sürçülisan ettiği için bu alanları bir sivil polis dikkatiyle izleyip haber yapan Yeni Şafak’ın ihbarı sonucunda tutuklandı. İkisinin ve tabii protesto haklarını kullandıkları için tutuklanan gençlerin, gazetecilerin, İmamoğlu operasyonlarına hazırlık olarak tutuklanan HDK’lilerin, EMEP’lilerin, ESP’lilerin de bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyorum. Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

CHP ve Özgür Özel

Özgür Özel ve CHP, İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonraki on gün içinde iyi bir muhalefet çizgisi tutturdu. Sungur Savran’ın DİP’lileri, Lenin’in kötü bir taklitçisi olarak “burjuva muhalefetini” Kerensky yerine koyuyorlar ama tarihte hiçbir şey hiçbir zaman aynen tekrarlanmaz.

Umarım CHP ve Özel bu kararlı çizgide gider. Böyle gittikleri sürece gençlerden, emeklilerden, yaşlılardan, kısaca halk kesimlerinden net bir destek göreceklerdir.

(Gün Zileli-30 Mart 2025-www.gunzileli.net-gunzileli@hotmail.com)

Blogger tarafından desteklenmektedir.