Bir toplum projesi olarak hapishaneler: Kuyu tipleri hepimiz için yapılıyor
Bizi bugünkü karanlığa mahkûm eden olayların belki en önemlisi F Tiplerini uygulamak için yapılan 19 Aralık 2000 katliamıydı. Yeni ve daha vahşi “ceza” uygulamaları her zaman daha berbat bir ülke demektir. Serkan Onur Yılmaz’ın Kuyu Tipi’ne karşı direnişi tam 1 yıl önce başladı. Kuyu Tipi adımının sahte barış iklimi altında atılması, şimdilik “en marjinallerin” konması kimseyi yanıltmasın, siyasi çekişmeler dikkat dağıtmasın. Kuyu Tipleri -bugün düzen gazetecilerinin, CHP’lilerin bile atıldığı F Tipleri gibi- mevcut sisteme biat etmeyen herkese yapıldı
Cezaevi dediğin, eninde sonunda, birilerine dededen kalmış verimsiz bir arazinin üzerine kurulmuş bazı yapılardır. Hepsini toplasan orta büyüklükte bir ilçenin yüzölçümü ve nüfusu eder. Bu nüfusun tamamına yakını sistemin hırsızlığa, cinayete ve başka suçlara ittiği yoksullardan oluşur. Küçük bir azınlık siyasidir. Hepsi bir iki köyü dolduracak sayıda insanın nasıl bir önemi vardır ki bu binalarda kalacak en fazla birkaç bin siyasi tutsak için yapılan birtakım mimari seçimler ülkelerin –bilhassa da bizim gibi “yalnız ve güzel” ülkelerin– tarihinde, önemli dönüm noktalarını oluşturur?
“Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha girdi. Birisi dedi ki: … Bize bunun yorumunu haber ver. Çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.” (Kuran, Yusuf, 36)
Dünyanın en uzun savaşlarından birini henüz bitiren Kürt gerilla hareketinin Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nin işkencehanelerinden doğduğu, devletin has adamlarının bile kabul ettiği bir olgu. 90’ların kentlerini çatışma ve barikatlarla dolduran devrimci yapıların kültür ve tarihyazımında Metris, Mamak, Sağmalcılar, Buca, Ümraniye, Ulucanlar gibi mekânların ağırlığı, bu cezaevlerinin kentlerin bir kenarında kapladıkları yerin kat kat üstündedir. F Tipleri’nin 28 Şubat’taki MGK toplantısının en önemli başlığı olduğu birkaç yıl içinde açığa çıktı. Bu hücre tipi modeli hayata geçirmek için yapılan, bir gecede 30 tutsağın katledildiği ve ismiyle bile tiksinti uyandıran “Hayata Dönüş” operasyonlarının hedef aldığı hapishaneler, bugün içinde yaşadığımız karanlığa giden yolda söndürülen ilk ışıklardı. Halkı biraz daha köşeye sıkıştırmak isteyen bütün iktidarların ilk yaptığı şey, hücreleri daha da daraltmaktır.
Bentham’ın Panoptikon’undan beridir kapatılma yerlerinin yalnızca içeridekilerle ilgili bir şey olmadığını biliyoruz. Hapishaneler her zaman ama her zaman toplum projeleridir. Çünkü sınıflı toplumlar da eninde sonunda hapishanedir. AKP’nin tek parti iktidarının verdiği bunalımla “Hepimiz bir açık hava hapishanesinde yaşıyoruz” diye bazen üzerine fazla düşünmeden söylediğimiz bir cümlenin ifade ettiği şeyden bahsetmiyorum. Rıfat Ilgaz’ın o güzelim şiirde “İçerideki içeride mahzun, dışarıdaki dışarıda” diye anlattığı halden de. Bunlar da yanlış değildir elbet ama dışarısının bir açık hava hapishanesi olmasının mecazı, benzerliği, söz sanatını aşan boyutları var.
Her şeyden önce, toplumun neredeyse tümünü oluşturan emekçi kitlelerin çalışmaya, üretmeye ve isyandan uzak durmaya devam etmesi için disiplin altında tutulması gerekir. İçeride disiplini gardiyan sağlar, dışarıda polis, asker ve müdür. Acemilerden başka herkes sırf copla disiplin sağlanmayacağını bildiği için başka araçlar devreye sokulur: içeride psikolog, imam ve tasarlanmış “aktivite”ler, dışarıda okul, camii, medya… bu ideolojik aygıtlara başka örnekler akla gelecektir. Hepimiz, kendi aralarında dozajı değişen sopa ve havuçla terbiye edilmekteyiz her an.
Cezaevindeki bir mahpus gibi biz de çoğu zaman bir yerlere kapatılırız: okula, işyerine, eve… Buralara “isteyerek” girmemiz bir şey değiştirmez çünkü mecburi bir istektir bu; olur da istemediğimize karar verirsek sürüm sürüm sürüneceğimiz bir hayat, köprü altlarında bizi beklemektedir. Bizim de mahpuslar gibi “havalandırma” saatlerimiz var; bu saatleri dostlarla buluşarak, komşulara giderek, koşu veya yoga yaparak, bazen de irili ufaklı ekranlara dalarak geçiririz. İşe veya okula gidip gelirken egzoz dumanları soluyarak koştura koştura geçtiğimiz yolları saymazsak, bu havalandırma saatlerinin çoğu “içeride” geçirilir: kafelerde, oturma odalarında, yemekhanede, gym’de… Gece olunca da demir çelik kapıları kilitleyip yatarız; cezaevlerinde gardiyan, evlerde kendimiz; hatta biz bazen gardiyanlardan daha çok kilit vururuz kapılarımıza. Yine de kapıyı kimin kilitlediği önemli bir fark olmalı ki çoğu insan cezaevinde değil dışarıda “kapatılmayı” tercih eder. Ne ki kendimize ve hayata karşı dürüst olursak şu gerçeği fark etmekte gecikmeyiz: İçerideki mahpuslara söylemeyin haklı olarak kızarlar ama, aslında yaşadığımız hayat, arazisi fazla geniş, binaları daha çeşitli bir mahpusluk hayatından ibarettir.
“Yûsuf’u öldürün, ya da bir yere atın ki, babanızın yüzü (sevgisi) size kalsın, sonra yine sâlih bir kavim olursunuz.” (Kuran, Yusuf, 9)
Bu benzerlikleri yalnızca biz fark ediyor olamayız değil mi? Sistemin anahtarlarını elinde tutan azınlık, hapishanelerin, denetim altında tutmak istedikleri büyük toplumun mükemmel bir maketi olduğunun çok iyi farkındadır. Bu yüzden de, aklı başında her mimar gibi, yeni projelerini önce model üzerinde denerler.
Bir grubun en bilinçli ve cüretli kesimlerini denetlemek, toplumun bütününü kapatacak hapishanenin anahtarını sıkı tutmayı sağlar. İbrahimî dinlerin en ilginç mitoslarından biri olan Yusuf Kıssası’nda Yusuf’u öldürerek babalarının sevgisine mazhar olacağını düşünen kardeşler gibi, zindancılar da devrimcileri etkisiz hale getirerek topluma çekidüzen vermeyi, aparatı oldukları düzeneğe hizmet sunmayı, “sâlih” değilse de sıkı yönetilen bir toplum olmayı umarlar.
Köyden kente büyük göçlerin yaşandığı yıllarda, halkın çoğu duvarları, avluları ve insanları iç içe geçmiş gecekondularda yaşar; aynı odada, bazen de aynı yatakta birden fazla kişi yatarken, mahpusların iki üç katlı ranzalarla dolu koğuşlara doldurulması yaygın uygulamaydı. Adli koğuşlarda büyük balıklar küçük balıkları acıktıklarında yemek için denetim altında tutarken, devrimciler gecekondu sokaklarında olduğu gibi koğuşlarda da örgütlü bir hayat sürüyorlardı: Memleket kültürünün ve sanatının en önemli kaynağının cezaevleri olması bu çoğulluk içinde mümkün oldu.
Kentlerin kapitalist endüstrinin ihtiyaç duyduğu işgücünü fazlasıyla biriktirdiği, gecekonduların peyderpey apartman dairelerine dönüştüğü yıllarda, bu örgütlülük ve çoğulluğun harekete geçirdiği isyan hareketlerini artık kendi öngördükleri sınırlar içinde zapt edemeyen zaptiyeler, insanlar 2 oda 1 salon evlerine daha çok kapanırken, hapishanelerdekileri de hücrelerde yalıtmaya karar verdiler. Daha “sıcak” görünsün diye “hücre” yerine “oda” demeyi tercih ediyorlardı ama aslında farkına varmadan, bizim sıcak sandığımız “yuva”larımızdaki odaların hücrelerden ibaret olduğunu itiraf etmekteydiler.
Toplumun hücrelerine dek bölünmesi süreci pürüzsüz olmadı elbette. 1989’da Eskişehir tabutluğunda direnenler bir “mavi ring”de ölüme gönderildiler ama direnişin yarattığı tepki, planları bir süreliğine rafa kalkmak zorunda bıraktı. 1996 yazında açlığa yatan yüzlerce tutsağın 12’si birbirleri ardınca düşüp geniş kesimlerin vicdanını harekete geçirerek kontrgerilla şefi Ağar’ın ve halefi Kazan’ın adalet bakanlığının hücre tipi planlarını suya düşürdüler. Buca, Ümraniye, Diyarbakır ve Ulucanlar katliamının ve katliama teğet geçen Burdur ve Bergama operasyonlarının ardından bu kez F tipi adı altında devreye sokulan hücreleştirme planına karşı 2000 Ekim’inde başlatılan ölüm orucu, yıllarca sürdü. 122 insan yalnızca kendi yaşam koşulları için değil toplumun bütününe biçilen esaret donunu yırtmak için birbirleri ardınca düştüler. Tutsakları yalnızlığa ve ruhsal çöküntüye itmek için tasarlanmış tecrit koşullarına karşı belli düzeylerde kazanımlar elde edilse de F tipleri hayata geçti ve bugün anaakım gazetecilerden cumhurbaşkanı adaylarına, tivit atan bir ev kadınından kalacak yurt isteyen öğrenciye kadar mevcut iktidarla herhangi düzeyde bir sürtüşme yaşayan herkesin yolu F Tipi’ne düşer oldu. Cezaevleri o kadar kalabalıklaştı, hapislik o kadar ucuzladı ve ateş o kadar herkesi yakmaya başladı ki Silivrilerin soğuğu pek çoklarını korkutmuyor artık.
“İçlerinden bir söz sahibi şöyle dedi: ‘Yûsuf’u öldürmeyin, bir kuyunun dibine bırakın da ordan geçen kâfilenin biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın.’ … Nihayet kardeşleri, Yûsuf’u alıp götürdüler ve kuyunun dibine bırakmaya topluca karar verdiler. Biz de ona şöyle vahyettik: “Andolsun ki, sen onlara ilerde hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin.” (Kuran, Yusuf, 10, 15)
Ancak, gardiyanlar korkuya muhtaçtır; dışarının gardiyanları hele, korkunun kırbacı olmadan bunca insanı bunca yoksulluk, işsizlik ve adaletsizliğin yükünü taşımaya zorlayamaz. Bu yüzden bir kez daha cezaevlerinden başlayan yeni bir korku ve tecrit üretme modeli devreye sokuldu. Adına “kuyu tipi” deniyor çünkü Ortaçağ kaleleri yüksekliğindeki bu hücre mimarisinde F tiplerindeki bir ila üç kişilik yalnızlık daha da derinleştirilecek, hücreler ve havalandırmaları gökyüzünü bir kuyu ağzından görecek kadar daraltılacak.
Mitolojiler, Yusuf’un kuyuda nasıl zaman geçirdiğinden bahsetmez. Fakat talihsiz bir ölümle üretken yaşamına son veren Hasan Hüseyin Demirel’in Kurbağalar şarkısı, “kuyunun dibinde kurbağalar, sanır ki gökyüzü kuyu ağızı kadar” diye tarif eder kuyuda olma halini. Kuyu tipleriyle amaçlanan asıl etki, bir şekilde içeri düşen kişinin dünyaya ve dolayısıyla verdiği mücadeleye dair bütün perspektifini yitirerek dibine atıldığı kuyunun ağzından başka hiçbir şeyi düşünemez hale gelmesidir.
İradenin bütün tarihsel iyimserliğine karşın kötümser akla kulak verirsek, Kuyu Tipi taktiğini bir mantığa oturtmakta güçlük çekeriz. Öyle ya, Türkiye devleti yarım asırdır ilk kez dağlarında ve kentlerinde silahlı isyancıların tehdit oluşturmadığı günler yaşıyor. Bu isyan hareketlerinin en büyüğü, geçtiğimiz günlerde kendini feshederek makro ulusal hedeflerinin yanı sıra devlet iktidarını değiştirme ve ele geçirme hedefini de iptal etti. Diğer isyan hareketlerin mirasçılarının çoğu, eğer henüz örgütsel yapılarını fiili olarak sonlandırmamışlarsa, yasal partiler ve gruplar halinde göz önündeler. Cezaevlerini dolduran siyasilerin mensup olduğu Türkiye Devrimci Hareketi en örgütsüz ve eylemsiz dönemlerini yaşıyor. Büyük ölçüde yalnızlaştırılmış ve dışarıyla ilişkileri asgariye inmiş içerideki devrimcilerin sayısı azalıyor, olası bir “yasal düzenleme” durumunda belki çok daha azalacak. Bu büyük çözülmeye eşlik eden yozlaşma, toplumun her kesimi gibi solu da etkiliyor ve sol muhalif kesimler, yapılandırılmış yahut kendiliğinden güç birlikleri oluşturarak görece geniş kitleleri etkileyecek politikalar üretmek şurada dursun, halkın gündemiyle alakası olmayan soyut yahut düpedüz manasız konularda, solun tarihinde pek çok örneği bulunabilecek derinlikli tartışamalarla uzaktan yakından ilgisi olmayan izansız laf kalabalıkları ile birbirini bir tivit suda boğmak istiyor. Berlin duvarı yıkıldığından bu yana dünyada Marksist ve Leninist sosyalizmin düşmeyen kalesi olan ülkede, bu kaleyi oluşturan burçların çoğunun ideolojik konumu; prestijli dursun diye adına “sosyalizm” denen ve başına türlü tevir sıfatlar eklenen bir sosyal belediyeciliği program olarak benimsemiş reformist sosyal-demokrat bir hattın yan yollarına indirgenmiş durumda. Gerçi Rıfat Ilgaz “İnsanları alabildiğine sevmeyi bırakmazlar yanına” diyor haklı olarak ama intikam duygusu da bu büyüklükteki bir projeyi açıklamakta yetersiz kalıyor. Devlet hangi ihtiyaçla dertsiz başına dert alıyor da siyasi tutsakları kuyu tiplerine gömmek istiyor, ilk bakışta anlamlandırmak zor.
“(Yusuf) Dedi ki: ‘Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka. Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin biraz saklayacağınızdan başkasını yiyip bitirecek. Sonra da onun arkasından yağışlı bir sene gelecek ki, halk onda sıkıntıdan kurtulacak, (üzüm, zeytin gibi mahsulleri) sıkıp faydalanacak’.” (Yusuf, 47-49)
Bunu anlamak için, hapishanelerin içeridekiler kadar, hatta içeridekilerden ziyade dışarıdakiler için tasarlandığını bir kez daha hatırlamak ve bu bilgiyi, Yusuf kıssasındaki göksel vaatle yan yana koymak gerekiyor: “Andolsun ki, sen onlara ilerde hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin” (Yusuf, 15). Aklımızdan kaçak yollarla irademize sızan kötümserlik duygularımızı kötürüm kılsa da milyarlarca insanı zapturapt altında tutmaya mecbur olan azınlık, “hiç beklemedikleri sırada” bir şeyler olabileceğini ve Yusuf’ların kuyulardan çıkarak “halkın sıkıntıdan kurtulacağı” daha güzel bir gelecekten “haber vereceğini” iyi biliyor. Bunun için Yusuf gibi rüya tabir etmelerine gerek yok, kendi yarattıkları ortama bakmaları yeter: Duvar yıkıldı yıkılalı gövdesi enkazdan, burnu pislikten çıkmayan dünya, ezici çoğunluğu her gün daha çok keskinleşen yoksulluk, işsizlik ve savaşın dişleri arasında ezerken, isyanlardan ve devrimlerden azade bir pax imperialistica’yı, bin savaştan daha yıkıcı olan bu emperyalist “huzur” ortamını çok uzun sürdüremeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Dünyanın en uzun Marksist-Leninist isyanlar dizisinden birine ev sahipliği yapmış memleketin gardiyanları bunu herkesten iyi biliyor.
Zindanlarını Yusuf’lar için hazırlıyorlar, orası doğru ama kuyu dibinde kurbağaya çevirmek istedikleri, hepimiz. Dışarıdakiler için çok daha şeytanî bir planları var üstelik. İçeridekiler başlarını kaldırınca kuyunun ağzındaki daracık dörtgen gökyüzünü görecekler, dışarıdakiler ise kuyu tiplerindeki kendi olası geleceklerini!
Velhâsıl…
Bugün Serkan Onur Yılmaz, 365 gündür, yani güneş takviminin 1 tam yılıdır Bolu F Tipi’ndeki günlerini aç geçiriyor. Gönüllü açlığının hedefi kuyu tiplerine karşı durmak. Bu yazının önceki kısmında, yalnızca o ve yoldaşları için değil hepimiz için hazırlandığına, üstelik mimarisinin yalnızca içerinin değil dışarının da gayya kuyuları olduğuna sizleri ikna etmeye çalıştığım Kuyu Tipi Cezaevleri’ne karşı bir set, bir direniş hattı oluşturmak.
Sosyal ağda yazdıklarımı burada tekrarlamak istiyorum çünkü “velhâsıl” diye yazacağım her şeyi orada yazmıştım ve bu kadar yalın ve yakıcı bir sorunun gündemini sözle değil eylemle doldurmak gerektiği açık:
Bizi bugünkü karanlığa mahkûm eden olayların belki en önemlisi F Tiplerini uygulamak için yapılan 19 Aralık 2000 katliamıydı. Yeni ve daha vahşi “ceza” uygulamaları her zaman daha berbat bir ülke demektir. Serkan Onur Yılmaz’ın Kuyu Tipi’ne karşı direnişi tam 1 yıl önce başladı. Kuyu Tipi adımının sahte barış iklimi altında atılması, şimdilik “en marjinallerin” konması kimseyi yanıltmasın, siyasi çekişmeler dikkat dağıtmasın. Kuyu Tipleri -bugün düzen gazetecilerinin, CHP’lilerin bile atıldığı F Tipleri gibi- mevcut sisteme biat etmeyen herkese yapıldı. Kuyu Tipi hapishanelere karşı yapılan direnişe destek vermek, herhangi bir siyasete destek vermek değil, kendi geleceğine destek vermek demek. Tıpkı Grup Yorum sansürüne karşı çıkmanın bir siyasete destek vermek demek olmadığı, sanatın özgürlüğüne taraf olmak demek olduğu gibi. Egemenlerin ellerini ovuşturarak izlediği ve muhtemelen de türlü yöntemlerle teşvik ettiği sol içi çelişkilerin bu dönemde artması tesadüf değil. Bu rüzgâra kapılmak, yeni yenilgilere kapı açmak demek.
Yenilgilerse, kuyu dibine hapsedilmiş bir memleket derinliğinde olacak.
*
Rıfat Ilgaz’ın birkaç yerde andığım Parmaklığın Ötesinden şiirini 10 yıl kadar önce müziklemiştim. Dinlemek isterseniz: https://www.youtube.com/watch?v=UZQjMVkYSMc
(BARIŞ YILDIRIM - SENDİKA.ORG)
