HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

Orhan Boran da artık yok: Yuki’den kırk yıl sonra...

Biz ne bilelim o zamanlar, kimmiş Dr. Hikmet Boran. Ne bilelim, 14 Mart’ın Tıp Bayramı olduğunu ki, nedenini merak edelim. Biz heyecanla ot...


Biz ne bilelim o zamanlar, kimmiş Dr. Hikmet Boran. Ne bilelim, 14 Mart’ın Tıp Bayramı olduğunu ki, nedenini merak edelim. Biz heyecanla oturup radyonun başına, Orhan Boran ve Yuki başlasın diye bekleyen çocuklardık. Beklerken, nadiren Behice Boran adını duyduğumuz ajans haberlerine denk gelmişsek, sıkıntıdan patlardık. Birini duymamıştık bile, biri babamızın çıt çıkarmamızı yasakladığı ajans haberlerinin parçası olarak bir an önce bitmeliydi, üçüncüsü evimize en sevdiğimiz arkadaşımızın oynamaya gelmesiydi.
Biz ne bilelim o zamanlar, çocuklar da büyür, roller ve sıralamalar değişirmiş. Hele hele ne bilelim, her kuşağın çocukları, farklı büyürmüş.
Biz, yaşından çok fazla büyüyüp, ajans haberlerinde çıt çıkarttırmayan babasıyla yaşıt garip çocuklar olduğumuzda, Boran’lardan Behice’yi eleştirel gözle takip eder olacaktık. Boran’lardan Hikmet, biraz daha büyümemizi, tecrübe kazanmamızı, yeni yetme hovardalığından çıkmamızı bekleyecekti 14 Mart’ı anlamlandırabilmemiz için. Boran’lardan Orhan ise, bize küsecek, Yuki’yi elinden tutup gidecek, yeni çocukların arkadaşı da olamayacaktı.
Biz ne bilelim o zamanlar, büyüdükçe silinen izler, daha da büyüdükçe derinliklerden çıkıp gelirmiş, kendisini unutturan şeylerde bile payı olduğunu başa kakarmış...
Bir bayrak yarışı gibiymiş meğer Yuki. Ablamlardan devralmışım, daha küçüklere devretmişim ben örneğin. Ne ki, kötü bir takımmışız, bayrağı devralanla aynı koşuyu sürdürdüğümüzü unutuvermiş, yarıştan kopmuşuz. Çok yıllar sonra bir araya geldiğimizde, o hepimizin elinin değdiği bayrağı, o mükemmel koşuyu anarken bulunca kendimizi, anlamışız birşeyleri. Biz yaşlanmışız, Yuki hiç büyümemiş, hep o afacan kalmış. Biz yaşıyormuşuz ama, Yuki çoktan ölmüş. Geç kalmışız, çok geç. Teselliyi, Yuki dediğimiz an çocukluğumuza dönebilme becerimizde, o unuttuğumuz ama belli ki yitirmediğimiz şeyde bulmuşuz.
“Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisi için, küçük Osman’ın Yuki dinlerken gösterileceği sahnede kullanılacak bir ses kaydı aranıp bulunduğunda, o kısacık kaydın kırk yıl sonra ezberimizde olduğunu görerek şaşırmanın bir karşılığı olsa gerek. Nedir o?
Biz ne bilelim o zamanlar, çocukluğumuzu çatan atmosferin bütün bileşenlerini ayrıştırmayı.
Boran’lardan Behice yok artık. Onunla bir bilinç, bir mücadele, o büyük günlerin büyük savaşçısı, sosyalizmin taşıyıcısı ayrıldı aramızdan. Çok daha önceydi, Boran’lardan Hikmet’in gidişi. İstanbul işgal altındayken, okullarının yıldönümününde iki kule arasına astıkları bayrakla ayaklanmayı ilan eden Tıbbiye öğrencileri, Sivas kongresinde, Mustafa Kemal’e, mandayı kabul ederse onu da vatan haini ilan edeceklerini bildiren delegeleri Dr. Hikmet yok artık. O Boran’ın oğlu, Orhan Boran da bugün çekildi sahneden.
İlk iki Boran’ın, Türkiye için, siyasal saflaşmalar için, bir halkın kaderi için taşıdığı önem, oynadıkları rol bugün için çok açık. Ya oğul Boran nedir ki, bu açıdan bakıldığında?
İlk iki Boran’ın, davalarını üstlenenler, sürdürenler, yaşamlarını rehber kılanlar var bugün. Ya Orhan Boran ne bıraktı ki?
Biz ne bilelim, nedir büyümenin, siyasal erginliğin diyalektiği...
Baktığınız zaman, bıraktık Boran’lardan Behice’nin yanından bile geçemeyişini, ondan hiçbir pay taşımazlığını, babası olan Boran’dan tevarüs etmiş bir niteliği de yoktur Orhan Boran olgusunun.
“Hanımefendiler, beyefendiler” hitabını hiçbir kitle karşısında dilden düşürmeyen zarafet, müthiş bir akıcı ve düzgün konuşma ustalığı, “talk-show”un, “stand-up”ın ülkemizdeki öncülüğü, bir büyük beyaz mendille sembolize edilmiş, peşkir geleneğinin temizlik duygusuyla buluşması...
Biz ne bilelim, bir gün, bu en ufak bir yanımızdalık siyasal tınısı içermeyen, bu yönüyle silik bir yaşam sona erdiğinde, gözü yaşaran koca koca adamlar, kadınlar olacağımızı...
Orhan Boran’ın ölümü, bize neredeyse 40 yıl önce ölmüş başka birini hatırlattığı için olabilir içimizin sızlaması. Yuki’li anılar üşüştüğü için. Şişko Nuri, Aferin Necdet, Salça Stelyo, Hatçanım Teyze, Tombik Can, mahallecek bir saygı duruşuna katılmaya çağırdığı için. Üzgün bir kayınbirader, bir kaynana için.
Orhan Boran’ın ölümüyle, çocukluğumuza döndüğümüzdendir, oradaki izlerin nakşedildiği zihnimiz diri olduğundandır, bu bir parçamız eksildi duygusu. Bunu yapamayanlar, ya da yaşamamışlar için, anlaşılamaması yazık ki çok doğaldır.
Alt tarafı, biraz hızlı döndürülen teyp bandıdır Yuki’ye can veren. Altan Erbulak usta eliyle resmedildiğinde, Orhan Boran tarafından imgelemi zorlayan bir tip olarak tarif edildiğinde bile yaşanmamış bir yabancılaşma dikildiyse çocukların önünde, belki bu yüzden, dergisi, programı kadar tutulmadıysa, her çocuk, o ince sesin sahibini kendisi gönlünce belirlediğinde onu daha yakın bulduysa, bunda bir mana vardır.
Ne kadar gerçeküstü olursa olsun, bir resmediliş, bir somutlanış, hayal edilenin kısıtlanması anlamına gelir. Bir teyp bandı marifetiyle, bir yaratık, bir mahalle canlandırılarak çocukluğumuzun hayallerini besleyen bir programın sahibi olarak Orhan Boran’ın, biyografik öyküsünün yabancılaştırıcı etkisi de budur.
Ama çocuk zihni uçucudur işte. Gözünü kulağını kapatır gerçekliğe, hayallerini onun yerine geçirmeyi becerir. Bir kırık dal parçasının şahlanan küheylan olmasıdır çocukluk. Bu yüzdendir bizim kuşakta Yuki’nin ardından gözyaşı. Orhan Boran değildir ölen.
Biz ne bilelim o zamanlar, Yuki, radyodaki bir program değilmiş. Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, büyükannelerimiz, ailemizmiş bir radyonun cılız ışığına bizi çeken. Mahallemizmiş. Bayram sabahları, nohut akşamlarıymış. Galete yiyen kedimizmiş. Bakkala borç, kasaptan tartıya gelmez kıymaymış. Emekli maaşı, tezgâhtar kızlıkmış. Bilyelermiş, uçurtmalarmış. Burunda sümük, bir numara tıraştaki yarık çizgisiymiş. Kapkara ayakta beyaz plastik pabuç iziymiş Yuki meğer. Biz ne bilelim, Yuki, Aferin Necdet, Şişko Nuri, kanlı canlı sokak arkadaşlarımızdanmış...
Yuki, bizi maceralara sürükler, güldürürken, Orhan Boran da mahallemizin insanlarını güldürür, geçim gailesinden bir nebze olsun uzaklaştırırdı. Radyo öldü önce, sonra yüzler asıldı, “renklendikçe” dünya... Öldüler hep...
İşte ölümlerinden neredeyse kırk yıl sonra bir kez daha öldüler.
İşte ölümlerinden neredeyse kırk yıl sonra bir kez daha anımsandılar.
Biz ne bilelim ki, Boran’lara Yuki’lerden geçip gelen bir kuşak olarak, bugün bir biyografiye değil, artık yok bir çocukluğa ağlayacakmışız...
– Yuki, bak adamcağız kendi horultusundan uyanıyormuş, ne yapsın?
– Yan odada yatsın...
ASAF GÜVEN AKSEL-SOL.ORG

Hiç yorum yok