12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrası yaşanılan kişisel travmalardan oldukça etkilendiğini düşündüğüm, yeni bir solculuk türü çıktı piyasaya. Merkez medyanın sevdiği türden, sermayeyle kavga etmeyen, ulus devlete karşı post modern bir solculuk.
Ekonomik sorunlardan, gelir adaletsizliğinden, bölgelerarası dengesizliklerden, Bangladeş’te adı fabrika olan yerlerde, insanlık dışı şartlarda çalışmaya çalışırken yanan insanların acılarından, topraksız köylüden, ağa tahakkümünden, felsefeden, sanattan konuşmuyorlar.
Solcu olmayı ulusalcılık, Kemalizm karşıtlığına indirgeyen,“sol”un antikapitalist, antiemperyalist olma niteliklerini, emekten yana hedeflerini, emek sermaye çelişkisini yok sayan/görmezden gelen yeni bir “sol”. Neo-liberalizmin, sermayenin küresel kuruluşlarının kavramlarıyla konuşuyor ancak kendilerini sosyalist olarak tanımlıyorlar.
Ulus devlete karşı olduklarından, ancak güçlü bir merkezi yönetim eliyle gerçekleştirilebilecek bütüncül planlamaya da karşı olduklarını, anti demokratik bulduklarını varsaymak yanlış olmasa gerek. Planlama “out” olunca, piyasa da “in” oluyor doğal olarak.
Solun temeli sınıf kavramını kullanmamaya özel bir özen gösteriyor, dini ve etnik kimliklerin ifade hakkını, demokrasinin ve bireyin özgürleşmesinin temeli olarak görüyorlar. Ortak düşmanları, antiemperyalist ve laik nitelikleriyle ön plana çıkan ulus devlet.
Ulusal bağımsızlık, ulusal kalkınma gibi kavramları kullanmaktan özellikle kaçınıyor. Sınıf kimliği/aidiyeti yerine etnik dini kimlikler/aidiyetler üzerine inşa edilmiş, çok hukukluluğa göz kırpan post modern bir “sol” söylem oluşturma çabasında oldukları görülüyor.
Ağızlarından düşürmedikleri sözcükler; “özgürlük” ve “demokrasi”. Dini ve etnik kimliklere, sermayenin tahakkümüne bağımlılık üzerine inşa edilmiş garip bir özgürlük ve demokrasi anlayışı.
Bu açıdan bakıldığında, açıkça söylemeseler de, devletin “laik” niteliğiyle de barışık olmadıklarını laikliği, dini kimliklerin ifade özgürlüğü olarak düşündükleri anlaşılıyor. “Özgün”/kendine has diye tanımlayabileceğimiz söylemlerini, hiçbir ideolojik ve bilimsel referansa gerek duymaksızın büyük bir sertlikle dille getiriyorlar. Ulusal bağımsızlıktan yana olduklarını ölüme giderken dahi ağızlarından düşürmeyen, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını dahi, bu “özgün” düşüncelerine gerekçe yapma yolunda imkansız bir çaba içerisindeler.
SÖYLEMLERİNE KARŞI ÇIKTIĞINIZ ANDA SİZİ KIZIL ELMACILIKLA SUÇLAMAYA HAZIRLAR
Bir yandan her görüşe saygılı olduklarını, bu güne kadar kimseyi alçaltıcı nitelemelerle tanımlamadıklarını söyleseler de, söylemlerine karşı çıktığınız anda sizi ırkçılıkla, faşistlikle, laikçilikle (ne demekse), kızıl elmacılıkla suçlamaya hazırlar.
BDP’nin, Türkiye coğrafyasının bütününde örgütlenme çabasının ürünü olduğu söylenen HDP’ye büyük çoğunlukla olumlu baktıkları, bir kısmının, BDP’nin “sol” kavramı kullanılarak Kürt olmayan kesimler nezdinde de HDP adı kullanılarak meşrulaştırılması sürecinde fiilen yer aldığı anlaşılıyor.
Herkes istediğini yapabilir, istediğini söyleyebilir şüphesiz ki.
Amacımız, bizce hiçbir ideolojik, bilimsel temeli olmayan bu söylemi veya bu kişilerin politik arenada yer alma çabalarını tartışmak değil. Daha temel bir soruyu tartışmak gerektiği kanısındayız.
Ekonomik iddialarından, bırakınız sınıf temelli örgütlenmeyi, sosyal devletten dahi vazgeçerek, “sol”/”solcu” hatta “sosyal demokrat” olmak mümkün olabilir mi?
Birilerinin uzun süredir bu rüyanın peşinde koştuğu, koşmakla da kalmayıp epeyce de yol aldıkları herkesin malumu. İsmini bilip kullanmaktan hoşlandığımız ancak içinde ne olduğunu merak etmediğimiz “Avrupa solu”, “Maastricht ve Kopenhag Kriterleri” adı altında yıllardır önümüze sürülen şey tam da bu aslında.
Özgürlük ve demokrasi kavramlarını, “girişim hakkı” ve “sözleşme hürriyeti” ile “etnik ve dini kimliklere saygı” noktasına indirgeyen yeni bir sol.
AB üyesi ülke vatandaşlarını yüzde ellilere varan işsizlikle, daraltılan sosyal haklarla, iflas eden belediyeler, bölge yönetimleri hatta devletlerle tanıştıran, halk adına karar verme hakkını fiilen uluslararası finans kuruluşlarına devretmekte beis görmeyen, piyasa hakları, sermaye haklarının uluslararası ölçekte garanti alınabilmesi için seferber olmuş, ekonomiye “ideolojik” bakmamak lazım diyen bir “sol”.
Sağ gibi sol.
Ekonomik politikaları siyasetin etki ve denetim alanından çıkarıp, serbest piyasayı anayasal koruma altına alma, etnik ve dini kimlikleri ön plana çıkararak sınıf temelli örgütleri yok etme/güçsüzleştirme politikalarının altında hep bu rüya yatıyor.
Emeğin haklarına değil, sermayenin küresel ölçekli çıkarlarına duyarlı bir “sol”.
Ahmet Müfit
Odatv.com
Daha yeni Daha eski