GÜN ORTASINDA KARANLIK...
Dün, Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık (Darkness at Noon) romanını yaşadık sanki.
Elektriklerin, bütün gün kafamı ütüleyen komşudaki tamiratta kullanılan ağır delme aygıtları nedeniyle değil, bütün Türkiye’de kesildiğini anlayınca şöyle düşündüm:
Savaş mı?
Darbe mi?
Dışarıdan ani bir saldırı veya bomba eylemi mi?
Provokasyon mu?
Çok gecikmeden haber geldi. Berkin Elvan soruşturmasını yürüten savcı Çağlayan Adliye’sinde rehin alınmıştı.
Şimdi sondan başlayalım.
GÜN ZİLELİ |
Yapılan devletsel açıklamalara inandık mı? Tabii ki inanmadık.
İnanmadık, çünkü hep böyle olur. 43 yıl önce aynı gün, Kızıldere’de de böyle olmuştu. Terör timleri için “müzakerelerin sürmesi”, operasyon için bütün hazırlıkların yapılması ve en uygun anın kollanması anlamına gelir. Operasyonun amacı, kesinlikle rehineleri kurtarmak falan değil, rehine veya rehinelerin ölümü pahasına eylemcileri ölü ele geçirmektir. Kısacası, rehinelerin kurtarılması, terör timlerinin, daha doğrusu devletin umrunda değildir. Tek amaç vardır: Rehinelerin ölü ele geçirilmesi ve böylece devletin gücünün gösterilmesi.
Bu olayda da öyle olmuştur. Olay yerinde bulunan bütün muhabirlerin söylediği şey aynıdır: Şiddetli bir patlama sesi ve ardından seri silah sesleri. Zaten eğer savcıyı eylemci gençler vurmuş olsalardı başından vururlardı ve orada anında ölürdü. Ben otopsi raporlarına falan pek inanmam ama (çünkü bunlar da baskı yoluyla düzenlenebilir), eğer dürüst bir otopsi raporu ortaya çıkarsa, savcının başından değil, vücudunun çeşitli yerlerinden, eylemci gençlerin ya da terör timlerinin silahlarından çıkan mermilerle vurulduğu belirlenebilir. Kaldı ki, eylemci gençlerin “müzakerelerin sürdüğü” an ateş etmeleri saçmadır. Besbelli ki, terör timleri, müdahale için uygun anın geldiğini düşünüp (belki de eylemci gençlerin uyanıklığının bir an için gevşediğini düşündükleri bir anda) kapıda bombayı patlatmış ve odaya dalarak taramışlardır. Savcının, eylemci gençlerin silahlarıyla mı yoksa terör timlerinin silahlarıyla mı öldüğü bu noktada önemini kaybeder. Çünkü oraya o şekilde girerseniz odadan kimsenin sağ çıkmayacağını operasyonu düzenleyenler de çok iyi bilmekteydi. Anlayacağınız, operasyonu yapanların ve operasyon emrini verenlerin, eylemci gençleri bırakın bir yana, savcının hayatını falan da hiçbir şekilde önemsemedikleri apaçık bir gerçektir.
Devlet ve devlet sorumluları neden bu kadar sabırsız ve acımasızdır? Çünkü onlar için önemli olan, insanların hayatı, hatta kendi savcılarının da hayatı değil, devlet otoritesinin hayatıdır, onun sarsılmamasıdır. Çünkü devlet otoritesi sarsılırsa kendi azınlık diktatörlüklerinin de tehlikeye girdiği anlamına gelir bu. Dün geceki operasyondan sonra şu twiti atmıştım:
“İçerden silah sesi falan gelmedi. Kapıda bomba patlatıp içeri girdiniz ve gençleri öldürdünüz. Savcının hayatı falan da umrunuzda değildi.”
Bu twite cevap yazan “Devlet Diz Çökmez” adlı bir hesap, bir dizi küfürden sonra, devletin görevinin “teröristleri” öldürmek olduğunu yazmıştı. Bugün baktım. Twitini silmiş. Aslında gerçeği çok yalın bir şekilde ifade etmişti. Birilerinin tavsiyesini dinleyip silmek gereğini duymuş olmalı.
Olayın diğer veçhesi üzerinde de durmamız gerekiyor. Dün şöyle bir twit daha atmıştım:
“Berkin adına yapılmış yanlış bir eylemdi. Umarım örgütün taraftarları yönetimin eleştirisini yapacak cesareti kendilerinde bulurlar.”
Bu twitim de küfürlerle karşılandı ama bu küfürlerin sahipleri, çoğunlukla sol kesimdendi ve tepkilerinde eylemci gençlerin devlet tarafından katledilmesinin yarattığı duygusal bir reaksiyonu görmek de mümkündü.
Fakat duygusal tepkilerimizi bir kenara koyup düşünmek zorundayız. Tam böyle bir anda ortaya konan bu eylem neye ve kime yaramıştır?
Evet, “kim yararlanıyor?” ilkesi hukukta bile kullanılır. Bu eylemden kim yararlandı ve kim yararlanıyor? Bana soracak olursanız, bu eylemden en büyük kârı elde eden, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP diktatörlüğü olmuştur.
Bu sayede;
Birincisi, toplumda büyük tepki gören İç Güvenlik Yasası’na meşruiyet zemini yarattıklarını düşünmektedirler.
İkincisi, Berkin Elvan’ın polis tarafından öldürülmesine milyonlarca insanın gösterdiği tepkinin meşruluna gölge düşürdüklerini düşünmektedirler. (Cumhuriyet gazetesinden Ahmet Şık’ın, eylemci gençlerle yaptığı görüşme sırasında sorduğu şu soru tam da bunu ortaya koymaktadır: “Berkin Elvan’ın öldürülmesi kamuoyunun geniş kesimi tarafından zaten tepki toplamıştı. Cenazesine katılan yüzbinlerce kişi de bu haksızlığa isyan etmişti. Eyleminiz bu meşru zemini ortadan kaldırmıyor mu?”)
Üçüncüsü, bütün veriler, AKP’nin önemli bir oy kaybı içinde olduğunu ve baş aşağı gittiğini göstermektedir. Bu durum, iktidar sahiplerinin, durumu tersine çevirmek için çeşitli provokasyonlar düzenlemekten geri kalmayacaklarını ortaya koymaktadır. Bu eylem de, ne yazık ki, niyetinden bağımsız olarak, bu tür tertiplere hizmet etmiştir.
Dördüncüsü, “adaleti sağlamak için şiddete başvurmak” anlamında bile, seçilen hedef yanlıştır. Savcı, Berkin’in katillerinin gizlenmesinden doğrudan doğruya sorumlu tutulabilecek birisi değildir. Bu anlamda en son sıralarda yer almaktadır. Hatta, öyle anlaşılıyor ki, savcı, bürokratik yargı mekanizmaları içinde yavaş yavaş da olsa, soruşturmayı usulünce yürüten ve sorumlu polisleri tespit etmeye çalışan biri gibi görünüyor. Durum böyleyken, sembolik anlamda bile olsa, böyle bir savcının hedef alınması son derece yanlıştı. Üstelik, gerçek sorumlular ve azmettiriciler devletin en tepesinde karartma işlemlerine devam ederken bir savcının hedef alınması iyice saçmadır.
Dünkü karartma, belki de 7 Haziran’daki büyük karartmanın provasıydı.
Gün ortasında yaratılan karanlıklara karşı uyanık olmalıyız.