Bu makalemizin konusu, genel olarak “mükemmellik” (“kusursuzluk”) kavramı olacak. Mükemmellik kavramına ve neden mükemmelliği iddia etme gafletine düştüğümüzden bahsedecek ve buradan yola çıkarak insanın, doğanın ve evrenin neden mükemmel olamayacağını göstermeye çalışacağız. Ayrıca bu kavramın ne kadar tehlikeli olduğundan ve bilimle bağdaşmasının neden mümkün olmadığından da detaylıca söz edeceğiz. Hazırsanız, başlayalım.
Mükemmellik Kavramı ve Argümanına İlk Bakış
Her şeyden önce, Türk Dil Kurumu’nun “mükemmel” kelimesi için yaptığı tanımlara bakmakta fayda var. Çünkü bu sayede, nasıl bir kavramla karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz. TDK, Arapça kökenli “mükemmel” sözcüğü için şunları söylüyor:
1. sıfat Kusursuz. “Sesinizin tonalitesi mükemmel.” N. Hikmet.
2. Tam, tamamlanmış
3. Eksiksiz
4. Olgunlaşmış
5. Çok güzel, harikulade, şahane
6. zarf Eksiksiz, kusursuz, tam, yetkin, şahane bir biçimde “O, köylülerin ağzından girip burnundan çıkmayı mükemmel becerir.” S. Ertem
Tanımların 5.’si hariç hepsinden görülebileceği gibi, “mükemmel” kelimesinin tam karşılığı “kusursuz”, “eksiksiz” sözcükleridir. Aslında sadece bu tanımlara bakan ve belli bir gözlem gücüne sahip her birey, evren dahilindeki hiçbir şeyin mükemmel olmadığını, dolayısıyla bu argümanın tamamen içi boş bir argüman olduğunu kendiliğinden (tanım gereği) görebilecektir. Ancak biz bu yazımızda, bu iddianın neden halen kullanıldığını, insanların neden buna meylettiğini izah etmeye ve bu süreçte birçok farklı bilgi vermeye ve okurlarıma farklı bir bakış açısı kazandırmaya çalışacağız. Ayrıca en baştan belirtmek isteriz ki, “mükemmel” kelimesinin “şahane” veya “çok güzel” anlamında kullanımının bu bilim dışı argüman ile pek bir ilgisi yoktur; bu anlamı, sadece duyguların ifadesinde kullanılan bir sözcüktür. Dolayısıyla “mükemmel” sözcüğünü “çok etkileyici” veya “çok hoşa giden şey” anlamında kullanıyorsanız ve diğer maddelerde verilen “mutlak kusursuzluk” anlamında kullanmıyorsanız, anlatacaklarımız sizin kullanımınızı kapsamamaktadır. Şimdi, bu “kusursuzluk” argümanına girelim:
Özellikle popüler bilim tartışmalarının içerisinde, mükemmellik argümanı olarak tanımlayabileceğimiz bir kavrama sıklıkla rastlanmaktadır. Çok farklı formlar almakla birlikte, genellikle şu şekillerde karşımıza çıkar:
“Bir hücreye baksanıza! Gözle görünmeyecek kadar küçük olmasına rağmen, bir dünya malzemeyi içerisinde barındırır. Karmakarışık bir sistemi vardır. Bu ancak mükemmel bir sistemin ulaşabileceği bir düzeydir.”
“Evren’e baktığımızda kusursuzluk görürüz. Bütün gezegenler, muntazam bir şekilde Güneş’in etrafında dönerler. Her şey olması gerektiği gibi ayarlanmıştır.”
Hatta kimi zaman Evrimsel Biyoloji içerisine girmiş kişilerden bile mükemmellik argümanını duyabiliriz:
“Tamam, her şey etrafına adapte olabiliyor. İşte, ne kadar da mükemmel bir sistem, her şeyin etrafına adapte olması…”
Başka formları da vardır elbette:
“Ben doğaya bakıyorum ve kusursuzluk görüyorum. Her şey birbiriyle ilişki içerisinde, her şey mükemmel ve tıkır tıkır işliyor. Bunlardan birini çektiğimizde, Jenga oyunundaki gibi tüm parçalar yerle bir olabilir. Demek ki her şey kusursuz bir şekilde var olmuş.”
Örnekleri sayısız arttırmak mümkün… Görebileceğiniz üzere hepsinin teması üç aşağı beş yukarı aynı ve aşağıdaki formda:
• Bir X olgusu ele alınır (hücre, canlı, Evren, galaksiler, vs.)• X olgusunun bulunulan an içerisindeki sistemi ele alınır (hücrenin çalışma biçimi, canlıların sistemleri, Evren’in yapısı, galaksilerin hareketleri, vs.)• X olgusunun çalışma biçimi, belli bir karmaşıklık düzeyinde olduğu ve çalışmasını bu karmaşıklıkta sürdürebiliyor olduğu için mükemmel (kusursuz) olarak görülür.
Bilimden nasibini almış herkesin kolayca tespit edebileceği üzere, burada totolojik bir mantık hatası veya daha genel tanımıyla döngüsel mantıklama hatası bulunmaktadır. Var olan karmaşık bir sistem, zaten şu andaki çalışma biçiminin karmaşıklığından ötürü ele alınmakta ve aynı karmaşıklıktan ötürü çalışmasının kusursuz olması gerektiği iddia edilmektedir (kusursuzluk, karmaşıklıkla eşdeğer görülmekte ve karmaşıklığın kusursuz olması gerektiği iddia edilmektedir). Bu argüman karşısında yapılacak her anti-teze karşılık olarak, “Bu kadar karmaşık bir sistem düzenli çalışabildiğine göre mükemmeldir.” diye bir “savuşturma cevabı” üretilebilir. Bu da, kusursuzluk argümanına sarılan bir kişiyle mantıklı bir tartışmaya giremeyeceğinizin göstergesidir.
Hâlbuki kusursuzluk üzerine kafa yoran her insanın hemen fark edebileceği gibi, evrende, kusursuz olan tek bir yapıdan bile bahsedilemez. Bu, insana şaşırtıcı gelebilir. Ancak biraz gerçekçi düşünüldüğünde, kusursuzluğun veya mükemmelliğin insanın kültürel evrimi sırasında geliştirdiği bir niteleme olduğu anlaşılacaktır. Mükemmeliyet, kişiden kişiye değişen, öznel bir tanımlamadır ve evrensel, genel geçer bir anlam yüklenemez.
Güneş Sistemi ve Kusursuzluk
Örneklemek gerekirse:
Güneş Sistemi’ne baktığımızda, gerçekten de “karmaşık” olmasına rağmen “düzenli” ve “işleyen” bir yapı görürüz. Dolayısıyla bilimden nasibini almamış bir şahıs için kusursuzluk argümanını ileri sürmek için tüm şartlar uygundur. Burada, mükemmellik iddiasında bulunulmasına neden olan esas unsur açıktır: Zaman. Şunu anlamalıyız: Güneş Sistemi, Evren’deki istisnasız her olgu gibi sürekli değişmekte olan ve bugüne kadar da hep değişmiş bir yapıdır. Güneş Sistemi (veya herhangi bir sistem), Evren’in var olduğundan bu yana, bu şekilde var değildi. Hatta Evren var olduktan sonra, 9 milyar yıl kadar bir süre Güneş Sistemi’ne dair hiçbir iz bile bulunmuyordu! Günümüzden 4.5 milyar yıl kadar önce oluşan Güneş Sistemi, çok uzun karmaşıklık dönemlerinden geçerek, zaman içerisinde enerjinin dağılmasıyla birlikte daha dingin bir hal aldı. Şu anda “fırtına öncesi sessizlik” dönemimizdeyiz. Çünkü fizik yasalarına göre, Evren’de hiçbir şey düzenli kalamaz; her şey, eninde sonunda, düzensizliğe mahkûm olacaktır. Evren içerisindeki sistemlerin düzenli olmasının nedeni, bu sistemlerde enerji akışının sürüyor olmasıdır. Bu enerji akışı, ana kaynak tükendiği zaman (örneğin Güneş’imiz söndüğü zaman) sona erecek ve sistem düzensizliğe yenik düşecektir. Dolayısıyla bu “kusursuz” gibi gözüken sistem içerisinde yeterince beklendiği takdirde, düzenini tamamen yitirdiğini görmek kaçınılmazdır.
Güneş Sistemi’nin şu anda (ve son birkaç yüz milyon yıldır) dingin bir döneminde olması, bu yapının sürekli bu şekilde sakin ve dingin olduğu anlamına gelmemektedir. Güneş Sistemi ve bu sistem içerisindeki Dünya, eski dönemlerde çok kuvvetli manyetik fırtınalar, göktaşı bombardımanları, gezegen çarpışmaları, kuyrukluyıldız çarpmaları vb. aşırı kaotik olaylar atlatmıştır. Bu olayların birçoğunun birkaç saniye sonra veya yarın olmaması için hiçbir sebep yoktur. Canlılık Dünya üzerine evrimleşebilmiştir, çünkü devasa boyutlardaki Evren içerisindeki muhtemelen birden fazla olan, uzun süreli dinginlikteki bölgelerden biri Güneş Sistemi ve Dünya gezegeni olmuştur. Burada, bir diğer soruya da cevap verilmiş olur: Dünya, canlılığın üzerinde evrimleşmesi için bu özellikleriyle var değildir. Dünya, kendi oluşumu içerisinde, fizik yasaları dâhilinde bugünkü ve bugüne kadarki şeklini ve niteliklerini aldığı için canlılık bu gezegen üzerinde evrimleşebilmiştir. Yani aradaki neden-sonuç ilişkisi yanlış kurulmamalıdır. Bu gezegende canlılık hiç oluşmayabilirdi de, o zaman hayatsız bir diğer gezegenden farkımız olmazdı ve nasıl ki bu hayatsız gezegendeki varlıklar neden canlı olmadıklarını soramıyorlarsa, biz de soramazdık. Dolayısıyla neden var olduğumuzu sorabiliyor olmamız, sistemin kusursuzluğuna işaret etmemektedir.
Buradan yaklaşıldığında, Evren’deki her şeyin fizik yasalarına bağlı olduğu görülecektir. Eğer ki, Büyük Patlama’nın parametrelerinden birinde veya birkaçında değişim meydana gelseydi, fizik yasaları tamamen farklı olabilirdi. O zaman belki insan evrimleşemeyecek, hatta bildiğimiz anlamıyla galaksiler veya herhangi bir şey var olamayacaktı. Belki Evren bile oluşamayacaktı. Belki bir evren oluşacaktı; ancak bu defa da, bizim bu Evren içerisinde anlayabilmek üzere evrimleştiğimiz olguların dışında, bize şu anda çok daha soyut gelebilecek, hayal dahi etmekte zorlanacağımız yapılar var olacaktı. Bunu, Salvador Dali’nin birçok insana garip gelen tablolarına benzetebiliriz biraz, kafamızda canlandırabilmek adına:
Her ne kadar burada, hayal etmemizi sağlayan, bildiğimiz unsurlar karmakarışık bir şekilde yansıtılmış olsa da, bu tip “soyut” bir Evren’in, tamamen farklı fizik yasaları altında oluşmaması için hiçbir neden yoktur. Benzer şekilde, farklı hayali Evren modellemeleri için Douglas Adams’ın bilim-kurgu şaheseri Otostopçunun Galaksi Rehberi –üzerinde bolca zaman harcamak ve düşünmek kaydıyla- mutlaka okunmalıdır.
İşte bu yüzden, evrensel olarak tanımlamaya çalıştığımız mükemmellik kavramı oldukça hatalıdır. Çünkü tanımsal olarak, hiçbir yapının “tam” veya “kusursuz” olduğundan bahsetmemiz mümkün değildir. Güneş Sistemi ne zaman “tam” hale gelecektir ya da gelmiştir? Bir göktaşı daha sistem içerisine girdiğinde mi? Plüton savrularak sistemden çıktığında mı (bu gelecekte olabilecektir)? Güneş’in belli bir noktası, 1.523.665 santigrat derece değil de, 1.510.223 santigrat derece olduğunda mı (Güneş’in sıcaklığı sürekli değişmektedir)? Dünya’nın kendi etrafındaki dönüşü 24 saat değil de, 26 saat olduğunda mı (Dünya’nın kendi etrafındaki dönüşü giderek yavaşlamaktadır)? Tarih boyunca bu değerler ve sistemin nitelik ve nicelikleri her an değişmiştir, değişmektedir ve değişecektir. Sürekli bir değişim söz konusuyken “tam”, “kusursuz” ve “eksiksiz” bir evrenden nasıl bahsedilebilir? Hangi noktada kusurluluktan kusursuzluğa geçilir ya da geçilecektir?
Daha önemli bir soru, mükemmelliğin sınırlarının hangi ölçütlere göre çizildiğidir. Yani “Kime göre mükemmel?”sorusunun cevabıdır. Bir insan, fizyoloji alanında araştırma yaparken, örneğin böbrekleri incelerken “çok düzgün çalıştığı için mükemmel” bir yapı olduğunu düşünebilir. Aynı böbreği inceleyen, bir başka bilim insanı ise, böbrekleri bir bütün olarak, sadece “durumu kurtarmak için” eklenmiş (ya da daha gerçekçi tabiriyle “evrimleşmiş”) bir yapı olarak görebilecektir. Zira böbrekler, diğer tüm organlar işini düzgün yapabilecek olsaydı (örneğin her biri, kendi su kaybını düzgün bir şekilde kontrol edebilseydi), tamamen gereksiz yapılar olacaktı. Vücudumuzdaki yapıların hepsi, bu şekilde anlamsız fazlalıklara ve ek yüklere sahiptir. Örneğin vücudumuz yabancı mikroplarca istila edildiğinde ateşimiz yükselmektedir. Bunun tek sebebi bu yabancı mikroorganizmaların enzim faaliyetlerini bozmaktır. Ancak aynı ateş yükselmesi, bireyin kendi enzimlerini de bozmaktadır ve hatta bu sistem kontrolden çıkarsa (ki çıkabilmektedir), ateş giderek yükselmekte ve havale geçirmemize neden olmaktadır. Bu durumda birçok organ hasar görmekte ve hatta birey ölebilmektedir. Kusursuz bir sistemde böylesine basit bir hatanın olması beklenemez; hatta yabancı mikroorganizmaların vücuda en başından girebilmeleri ve hastalık denen olaya neden olabilmeleri bile kusursuzluk argümanına aykırıdır. Görüleceği gibi, bir sistemin hangi noktada ya da ne özellikleri barındırırken “kusursuz” olarak tanımlanabileceğini bilmenin evrensel bir yolu yoktur. Evet, ilk bakışta karmaşık sistemlerde her şey tıkır tıkır işliyor gibi görünecektir. Ancak detaylara inilip de, neredeyse her gün meydana gelen hatalar ve yanlışlıklar görüldükçemükemmellik sorgulanmaya başlayacaktır. Kısa süre sonra da, doğada hiçbir şeyin mükemmel olmadığını görmek işten bile değildir.
Güneş Sistemi’ne dönelim… Her şey sözde kusursuz bir düzenle işliyor. İnsan (ve diğer tüm canlılar) üzerinde evrimleşebildikleri bir gezegende bulunmaktalar. Ancak ne zamana kadar? Dünya ve Güneş Sistemi, dediğimiz gibi inanılmaz kaotik bir ortamın dinginleşmesiyle şu anki halini almıştır. Önce inanılmaz sıcak bir toz bulutu, yavaş yavaş soğuyarak çekim yasaları etkisi altında bir merkez etrafında dönmeye başlamış, bu merkeze çöken yüksek miktarda maddenin basınç ve sıcaklıkla kaynaması sonucu Güneş oluşmaya başlamış, Güneş etrafında kalan toz bulutlarının yerel olarak yoğunlaşmasıyla ise önce kayalar, sonra devasa kütleler, sonrasında ön-gezegenler, en sonunda ise gezegenler oluşmuştur. Bunlardan bir tanesi (kendisi gibi Evren içerisindeki katrilyonlarca gezegenin her birinin farklılıkları olması gibi) kendine has farklılıklardan dolayı üzerinde canlılığın başlamasına “neden olmuştur”. Çünkü bu gezegen, bizim bugün kendimizin oluşabilmesine neden olan biyokimyasal ve fiziksel süreçleri mümkün kılan alan olarak tanımladığımız “yaşanabilir bölge” içerisindedir (ki bu sadece Dünya’ya özel bir bölge değildir; Dünya’nın yörüngesini de içine alan yaklaşık 450 milyon kilometrelik bir alandır ve Evren’de birçok bölgede bulunmaktadır). Evren canlılığı isteyerek, tasarlayarak, düşünerek yaratmamıştır. Fizik yasaları altında, her parçacık karmakarışık bir şekilde Evren içerisinde bulunmakta ve hareket etmektedir. Bu yasalar, Dünya’nın ve diğer her şeyin oluşabilmesine sebep olmuştur. Ancak unutmayın ki, bu yasalar da tamamen farklı olabilirdi. Farklı bir evren koşulunda var olsaydık, o zaman da “E niye bu şekilde oldu?” diye soracaktık. Bu döngünün bir sonu yoktur. Düzgün sistemlerin varlığı, bu sistemlerin tasarlandığı anlamına gelmemiştir ve asla da gelmeyecektir.
İşte bin bir zorlukla, 4.5 milyar yılda bugünkü halini alan bu sistem, komşu galaksilerimizden birinde meydana gelecek bir gama patlaması* veya benzeri bir şiddetli patlama, çarpma, yörünge çakışması, vb. etki sebebiyle, birkaç milisaniye içerisinde tekrar ilk baştaki kaotik haline dönebilir ve Samanyolu Galaksisi içerisinde bulunan her yıldız, her gezegen, bu gezegenlerdeki her çok-moleküllü yapı (ve dolayısıyla biz insanlar), atomlarına ayrışacak kadar enerjiye birkaç saniye içerisinde maruz kalabilir. Eğer bir gama patlaması şans eseri galaksimizi hedef alacak olursa, yok oluşumuz o kadar hızlı olur ki, “Evren ne kadar da mükemmel.” cümlesine ait beyninizde oluşturulan elektrokimyasal sinyaller, boynunuzdan inip, ses kutunuza ulaşarak bu cümleyi kurmanızı sağlayacak kaslara ve ses tellerine varacak zamanı bile bulamazlar. Cümleyi kurma niyetinizden hemen sonra bütün atomlarınıza ayrışmış olursunuz. Benzer şekilde, bu yok oluş o kadar hızlı olur ki, yok olduğunuzun farkına varmazsınız bile. Çünkü çevresel sinir sisteminden, patlamanın neden olduğu sinyaller üretilip beyne ulaştırılacak kadar zaman bulunamaz! Şimdi, 4.5 milyar yılda sonsuz güçlükle var olan şeyi 1 milisaniyede yok edebilen bir sistemin, böylesine kaotik olabilen bir evrenin neresi mükemmeldir?
Şu söylenebilir: “Baksanıza, ne muhteşem yok ediyor!” İşte en baştaki uyarımız da tam olarak bununla ilgiliydi. Mükemmellik, muhteşemlik, kusursuzluk sadece “etkileyicilik” anlamında kullanılırsa geçerli olabilir (ki burada o anlamda kullanılmamaktadır); ancak bu durumda bile tamamen göreceli kavramlardan bahsediyor oluruz. Evren içerisindeki bir şeyin sizi etkiliyor olması, o şeyin kusursuz olduğu anlamına gelmemektedir.
* Not: Burada gama patlaması bir örnek olarak kullanılmıştır. Gama patlamaları, fazlasıyla odaklanmış jet-benzeri patlamalardır ve çok dar bir alanda, aşırı yüksek enerjinin boşalmasına neden olur. Bu çok dar bir alana odaklanmış olması nedeniyle Dünya’yı tam isabet vurması oldukça düşük bir ihtimaldir ve pek beklenmez; ancak bu, olmayacağı anlamına gelmez ki asıl nokta da budur: böyle bir şey mümkündür ve onca “emeğe” bakmaksızın, bir anda var olan her şeyi silebilir.
Kusursuzluk Argümanının Nedenleri
Sanıyoruz kusursuzluk argümanlarının arkasında yatan ana sebepleri şu şekilde sıralamamız yanlış olmayacaktır (ki bunların sayısını üzerinde biraz daha mesai harcayarak arttırabilir ve çeşitlendirebilirsiniz):
• Varlıklarına alışmışızdır. Bir şeyin “o şekilde” olmasına o kadar çok alışmışızdır ki, mükemmellik halinde olduğunu sanırız. İşte bu sebeple değişim zor ve anlamsız gelir. Kısaca “atalet (durağanlık) sahibi” bir bakışımız bulunmaktadır. Hareket etmek istemeyiz ve olduğu haliyle kalmasını tercih ederiz. Bu şekilde, sürekli var olan yapılar bize mükemmel gözükür. Hâlbuki bu yapıların hepsi de, her şeyle birlikte değişmektedir. Bu değişim yavaş olduğu için hissedilmez; ancak uzun zaman dilimlerinde bakıldığında, her dönemde yaşayan insanların, tamamen farklı ve zıt olguları “mükemmel” olarak değerlendirdikleri görülür. Bu, elbette ki algısal bir hatadır. Aslında hiçbiri mükemmel değildir. İnsanlar, yapıların değişen haline uyum sağlamıştır, alışmıştır.• Varlıklarına alışık değilizdir. Bir önceki maddenin tam tersi de, insanın bir şeyleri “mükemmel” olarak algılaması için bir sebeptir. Hiç alışık olmadığımız yeni bir şeyi öğrendiğimizde, beynimiz hızlı bir değerlendirme yapamaz ve kolay yola kaçar: Orijinalliğinden ötürü mükemmel olduğu izlenimine kapılır. Bu nedenle yeni keşfedilen türler veya doğa yasaları, insanda hemen “mükemmellik” algısı yaratır. Kimi zaman, aklımıza gelmeyen ama bir başkası tarafından fark edilen orijinal bir fikrin “mükemmel” olarak değerlendirmemizin nedeni de tam olarak budur. Beklenmedik orijinalite, bizde mükemmellik hissini uyandırır.• Karmaşıklığı anlamıyoruzdur. Etrafımızdaki sistemlerin hemen hemen hepsi, insandan en azından birkaç yüz kat eskidir. Birçok sistem ise insandan milyonlarca yıl, milyarlarca yıl öncesinden beridir bulunmaktadır. Dolayısıyla bu sistemler, tamamen yok olmalarına neden olacak bir sebeple karşılaşmadıkları veya bu zorlu koşulları günümüze kadar atlatmayı başardıkları için (ki bu sayede bugün de o sistemleri görebiliyoruz), bu süre zarfında oldukça karmaşık hale gelebilmişlerdir (örneğin dinozorlar “kusursuz” olmadıkları için mi yok olmuşlardır? Elbette hayır.). Bu, cansız yapılar için sistemlerin ve yapıların kademeli birikimi ve etkileşiminden, canlılar içinse evrimsel değişimden kaynaklanmaktadır. Ancak insan, her şeyi son haliyle, o anda gördüğü haliyle değerlendirecek şekilde şartlandığı ve buna alıştığı/alıştırıldığı için, karmaşıklığa hayranlık duyar ve mükemmel olduğunu iddia eder. Bu da, düşülen hatalardan biridir. Dawkins’in güzel bir sözünü burada hatırlatmakta fayda var: “Bir şeyin neden o şekilde olduğunu anlamıyor olmanız, o şeyin, o şekilde olmadığı anlamına gelmez; olsa olsa sizin o konudaki bilgisizliğinizi veya algısal becerilerinizin zayıflığını gösterir.”• Uyumluluğu anlamıyoruzdur. Bir sistemin parçaları arasındaki uyum, bizde mükemmellik algısını tetiklemektedir. Hâlbuki bu parçaların oluşumları ve kökenleri incelendiğinde, hiçbir yapının son halindeki uyumuna ulaşamadığı görülür. Bir diğer sorun, ortalıkta uyumsuz yapıların pek gözükmemesinin sebebinin, adları üzerinde, “uyumsuz” olmalarından ötürüdür! Unutmayın ki “uyumluluk” esasını da bizler belirlemekteyiz. Bir şey, şu anda varsa ve bizimle birlikte, bu sistem içerisinde bulunuyorsa, bize “uyumlu” gelir. Hâlbuki sistemin parçaları, birbirinden habersizdir ve uyum aramazlar. Sadece fizik yasaları etkisi altında, uyumsuz olan yapılar, bizim “uyumsuz” olarak değerlendirmemizin nedeni olarak, eski uyumluluklarını yitirirler. Dolayısıyla uyumluluktan ötürü kusursuzluk iddia etmek de döngüsel mantıklama hatasına düşmek demektir.• İlişkileri anlamıyoruzdur. Bu da kusursuzluk argümanının en temel sebeplerinden biridir. Örneğin koca bir kitlenin paylaştığı dünya görüşü olan “insan merkezcilik” (antroposentrizm), bu hata üzerine kuruludur. Biyolojik ve kültürel olarak süregelen evrimsel süreçte kendi çevremizi, bize uygun olacak şekilde dönüştürdüğümüz için ve biz de, bu süreçte çevremize adapte olduğumuz için, sistemin içerisindeki parçaların bizim için, bizimle ilişkili olduğunu sanmaya eğilimliyizdir. Bütün evrenin insan için var olduğu anlayışı, bu gülünç yanılgının bir sonucudur. Sistemin parçaları arasındaki tarihsel ilişkiyi göz ardı ederek günümüzdeki son hallerine bakıyor olmak, onların kusursuz olduklarını sanmamıza neden olmaktadır. Halbuki ilişkiler, uzun bir sürece yayılmış deneme-yanılma ve seçilme-elenme sonucunda bu son halini almıştır.
Buradaki mantık hatalarının ortak paydasını anladığınızı umuyoruz: Biz, etrafımızdaki cisimlere baktıktan ve değerlendirdikten sonra onlara sıfatlar yükleriz: mükemmel, uyumlu, güzel, şahane veya kusurlu, uyumsuz, çirkin, eksik… Ancak anlamadığımız nokta şudur: Evren’deki hiçbir cisim, hiçbir obje, hiçbir varlık, insanın tanımlama ve nitelemelerine bağımlı değildir. Dolayısıyla bu alanlarda, evrensel tanımlardan bahsetmenin hiçbir yolu yoktur. Sistemler, varlıklarını belli yasalar altında sürdürürler. Bu yasalar değişirse, yapılar da değişir. Bu değişimlerin hiçbiri, insanın öz tanımlamalarına bağımlı değildir. Anlaşılması gereken nokta budur.
Buraya kadar olan kısmı toparlamak gerekirse: Evren, birçok “güzellik” ile doludur. Ancak bu güzellikler, insanın içerisinde evrimleştiği yapıdan ötürü bize “güzel” gelmektedir. Estetiğin evrimiyle ilgili olarak buradaki makalemiziokuyabilirsiniz. Kısaca bahsetmek gerekirse, bize güzel, hoş, büyüleyici gelen yapıların hepsi, biz bunlarla birlikte evrimleştiğimiz ve bunları görmeye alışık olduğumuz için bize bu şekilde gözükmektedir (örneğin bitkilerin ve hayvanların ürünlerinin bize neden güzel/tatlı geldiğiyle ilgili buradaki soru-cevap yazımızıokuyabilirsiniz). Birçok insana karga sesi itici gelirken, nadiren de olsa bazı insanlar bu sesi hoş bulabilirler. Bu ses birçok insana çirkin gelirken, bazılarına kusursuz gelebilir. Burada evrensel estetik ve kusursuzluk kavramlarından bahsedemememiz, mükemmellik argümanını çürütmektedir.
Benzer bir şekilde, sistemlerin karmaşıklığı ve bundan doğan “mükemmellik” algısı, karmaşıklığın her boyutunu anlamakta aynı derecede başarılı olamamamızdan kaynaklanan bir yanılgı, bir sanrıdır. Yapılar, kabaca incelendiklerinde kusursuz oldukları sanılabilir. Bu mantıklıdır, çünkü en azından milyonlarca yıldır kademeli olarak dinginleşmekte ve bir dengeye ulaşmaktadırlar; çünkü Güneş Sistemi’mizi alt üst edecek bir enerji akışına maruz kalmamışlardır. Ancak yapıların detaylarına inildiğinde, yapılar canlı da olsa, cansız da olsa, mutlaka kusurlar, hatalar, anlamsızlıklar bulunacaktır. Pürüzsüz ve parlak bir taş parçası bile göze çok güzel görünürken, mikroskop altında çatlaklarla dolu olduğu görülebilir. Bir tırtıl göze çok hoş gelirken, detaylı incelendiğinde içi parazitik kurtlarla dolu olabilir. Bir organ mükemmel işliyor gibi gözükse de, çok basit bir etki altında çalışmasını durduracak kadar kusurlu olabilmektedir. Kusursuzluk ve mükemmellik, evrensel kavramlar olmamışlardır ve asla olmayacaklardır.
İnsanlar ve Kusursuzluk Merakları…
İnsanlarımızda kusursuzlukla ilgili giderek artan bir saplantı söz konusudur. Esasında bu konunun psikolojik ve sosyolojik temellerini de analiz etmek gerekir; ancak burada bunu yapmamız çok geniş yer alacağından, kısaca şöyle değinebiliriz:
Kültürümüz, giderek kusursuzluk vurgusunun arttığı bir yöne doğru evrimleşmektedir. Reklamlarda gördüğümüz “kusursuz” insanlar, tanıtımlara özene bezene konulan “kusursuz” doğa manzaraları ve genel olarak insan toplumlarının ulaşmayı arzuladığı “kusursuzluk” dağının tepesi, hatta ve hatta örneğin bir biyoloji sınıfında bir hücrenin “kusursuz” bir şekilde çalışan versiyonunun anlatılması, hayatımızda giderek ön plana çıkmaktadır. Bu, algılarımızın küçüklüğümüzden itibaren belli yönlere şartlanmasını ve yeni karşılaştığımız sistemlerde otomatik olarak kusursuzluğu görmeye çalışmamızı beraberinde getirmektedir. Sadece toplumumuz değil, eğitim sistemi de kusursuzluk algısı üzerine kuruludur.
Genellikle derslerde yüzeysel olarak işlenen evren, doğa, canlılar ve özellikleri, her zaman sistemlerin düzenli bir biçimde işlediği yargısıyla öğrencilerin aklına kazınmaktadır. Çok nadiren sistemlerin kusurlarından ve düzeni bozma yönündeki yoğun aktiviteden bahsedilmektedir. Bir çoğumuz okullarımızda besin döngüsünün sürekliliğini ezbere bilmekteyken, kitlesel yok oluşları neredeyse hiç görmeyiz. Bir çoğumuz sindirim sistemimizin hangi noktasında şekerlerin, yağların veya proteinlerin sindirildiğini ezbere söyleyebilecekken, çok azımız vücudumuzdaki hastalıkların neden ve sonuçlarını sayabilecek kadar kusurlarımızdan haberdardır. Okullarda hiçbir zaman vücudumuzda bulunan, işe yaramaz ve körelmiş organlara yer verilmemektedir. Her şey birbiriyle müthiş bir uyum içerisindeymiş gibi lanse edilmekte, beyni olmadan doğan bebeklerden, yıllarca düzgün gelişememiş yapışık ikizinin parçalarını karnında, boynunda, bacağında taşıyan çocuklardan, kanserli yapılarından ötürü süründürerek öldüren hücre topluluklarından, sinirsel bağlantıların düzgün olmayışından kaynaklı epilepsi nöbetlerinden pek azımız haberdardır. İşte bu yüzden, eğitim sisteminin şartlandırdığı birer robot olarak okullarımızı tamamlar, şanslıysak üniversitede yüz yüze geldiğimiz kusurluluk ve “mükemmeliyetsizlik” gerçeğiyle karşılaştığımızda afallarız. Ancak bu makale sayesinde, kafalarımızdaki kusursuzluk algısının saçmalığını görmemiz konusunda bir adım atmayı başarabileceğinizi umuyoruz.
Eğer ki belli sayıda tartışmaya girdiyseniz, kusursuzluğa yönelik birçok argümanla ve şartlanmış insanla karşılaşmışsınızdır. Biz bunlardan 2 tanesini örneklemek istiyoruz: bir tanesi, bizzat kendi başımızdan geçen ve arkadaşlarımızdan biriyle yaptığımız tartışmalardan birinde ortaya çıktı. Arkadaşımız, ölmemiz için hayatımızda sayısız neden bulunurken, ölmeden yıllarca yaşayabiliyor oluşumuzu, evrenin kusursuz işleyişine bir örnek olarak ileri sürdü. İlk bakışta dediği bir anlığına mantıklı gelebilecektir. Çünkü gerçekten de, yaklaşık 10 trilyon hücresiyle vücudumuzun 80 küsür yıl boyunca varlığını sürdürmesi bir “mucize” gibi gözükmektedir. Ancak sonrasında oturup düşünecek olursanız, bu yaklaşımın ne kadar ön yargılı olduğunu göreceksiniz. Çünkü esasında bu 80 yılı bir bütün olarak tamamlamamıza engel olacak sayısız durum, zaten sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Örneğin her insan, her yıl ortalama 8 defa tıbbi olarak “hasta” olmaktadır. Bu sayı kimi insanda yılda 20’ye kadar çıkmaktayken, kiminde 1-2’ye kadar gerilemektedir. Daha net bir istatistik vermek gerekirse, herhangi bir anda, Dünya popülasyonunun %35’i hastadır. Bu, her 3 kişiden 1’inin vücudunun herhangi bir anda düzgün çalışmaması demektir ve bunun her an değişmesi de, kimsenin kusursuz olmadığını ve olamayacağını anlamamız için yeterlidir. Dolayısıyla vücudumuzu yenik düşürebilecek unsurlar her an bizimle mücadele etmektedir.
Bunun haricinde arkadaşımızın düştüğü bir diğer yanılgı, bulunduğu ülkenin ve sosyokültürel konumun, çevresinin kusursuzluğunu iddia edebileceği kadar dingin olmasındandır (bu dinginlik/alışmışlık sanrısının, argümanın ana sebeplerinden biri olduğunu da hatırlayınız). Herhalde kanserli olarak doğmuş olsaydı, 3 kollu ya da görme engelli olarak doğmuş olsaydı, kusursuzluktan bahsedemezdi. Biyolojik sebepler bir yana, siyasi olarak sıcak bölgelerden bir yerde doğmuş olsaydı ve kafasının üzerinden her an füzeler ve bombalar uçuyor olsaydı, herhalde gezegenimizin kusursuzluğunu iddia edemezdi. Benzer şekilde ne o, ne de bir başkası, Evren’in halen aşırı miktarda fazla çoğunlukta olan, karmaşa (kaos) içerisindeki kısımlarına gidip buralarda bulunma şansı olsaydı (ki muhtemelen anında düzensizlik sebebiyle parçalarına ayrılırdı), kusursuzluk argümanını ileri süremezdi. Kısaca, bu argümana neden olan ne varsa, tamamen kendi içerisinde bulunduğumuz durumu, tarihsel geçmişi ve olasılıklara dayalı diğer alternatifleri üzerinde durmaksızın değerlendirme çabamızdan kaynaklanmaktadır. Bu, çok ciddi bir hatadır.
Bir diğer örnek de Evrim Ağacı’nın Facebook üzerindeki sayfasında girdiğimiz bir diyalogdan verilebilir. Kök hücreleri kullanarak farelerde sağırlığın tedavi edilebildiğini ilan eden bir haberi paylaştığımızda, bir okurumuzdan kök hücrelerin gerekli olan hücrelere değişebilmesinin ne kadar ilginç olduğuyla ilgili bir yorum geldi. Kök hücrelerin “multipotent” (özelleşmemiş; birçok farklı dokuya ait hücreye dönüşebilecek) yapıda olması gerçekten de ilginçtir ve apayrı bir yazının konusudur. Aramızda geçen diyalogsa, az önce bahsettiğimiz toplumsal ve eğitimsel yönlendirmenin neden olduğu kusursuzluk saplantısına güzel bir örnek olacak niteliktedir:
Okur: “[Bir süre kök hücrelerden ve ne kadar etkileyici olduklarından bahsettikten sonra…] Gerçekten de kusursuz bir organizasyon. Paylaşım için teşekkürler.”
ÇMB: “‘Kusursuz’ diyene kadar her şey güzel gidiyordu halbuki.”
Okur: “Kusurlarıyla beraber kusursuz desem?”
Gördüğünüz gibi… Sistemin kusurlarının farkındayız, değilsek de kusursuz olduğunu iddia ettiğimiz her sistemin mutlaka ama mutlaka kusurları olduğunu ufak bir uğraş sonucu keşfedebiliriz. Tanım gereği, kusurları olan bir sistemin kusursuz olmasının imkansızlığını bilmemize rağmen, olgu ve olaylara “kusursuz” damgasını yapıştırmak için can atmaktayız. Çünkü kusursuz olarak gördüğümüz sistemler hakkındaki bilgisizliğimiz, bizi yanıltmayı başarabiliyor. İddia ediyoruz ki önceden kusursuz olduğunu düşündüğümüz şeyleri profesyonel bir gözle incelediğimizde, evren içerisinde kusursuz bir biçimde oluşmuş ve oluşabilecek hiçbir yapı olmadığını fark edeceğiz. Bu, kaçınılmazdır.
Kusursuzluk Argümanının Nedenlerinin Analizi ve Tavsiyeler
Önceki satırlarda neden kusursuzluk/mükemmellik ile ilgili bu argümana bu kadar sık sarıldığımıza dair bazı nedenleri ortaya dökmüştük. Muhtemelen bunlardan daha fazlasını da bulmak mümkündür. Ancak bunlardan birkaçı üzerinde burada özellikle durarak derinleştirmek istiyoruz. Bundaki amacımız, sizlerin de hayatınızda bu hataya düştüğünüz noktaları daha net görebilmenizi ve bu sayede daha gerçekçi, daha somut bir hayat görüşü geliştirebilmenizi sağlamaktır.
Görülebileceği gibi bizleri kusursuzluk argümanına iten başlıca unsur, yeni karşılaştığımız olay ve olguları hemen yargılamaya çalışmamızdır. Örneğin yukarıdaki görseldeki gibi yepyeni bir canlı türünü internette gördüğümüzü ya da şanslıysak, bu türle karşılaştığımızı düşünelim. Canlıyı ilk gördüğümüz anda uyarılan duyu organımız gözlerimizdir; çünkü insan türü, hayvanlar alemi içerisindeki evrimi sırasında en fazla görme yetisini geliştirmiş ve diğer yetiler konusunda oldukça körelmiş bir türdür. Özellikle parlak renkleri ve alışageldiğimizin dışındaki maviliği, karşılaştığımız bu canlıyı hayal gücümüzün derinliklerinden gelen unsurlarla kıyaslamamamıza neden olacak ve “kusursuz” olarak nitelendirmemize neden olabilecektir. Çünkü –örneğin bu canlı türü- fantastik çizgi romanlardan fırlamış bir ejderhaya çok benzemektedir ve bu sebeple mutlaka doğaüstü bir niteliği olmalıdır; bu da onu mükemmel kılar. Bu mantık zincirine takıldığımız anda tökezler ve düşeriz; çünkü canlıyı bulunduğu son haliyle ele almakta ve hiçbir kısa ve uzun dönem geçmişini ve çevresiyle olan ilişkisini nitelendirmeden, neden böylesi bir görüntüye sahip olduğu üzerinde kafa yormadan bir yargıya varmışızdır. Kültürel değerlerimiz (benzettiğimiz “ejderha” figürü), bizi hataya düşürmektedir.
Aslında bu oldukça anlaşılırdır, çünkü beynimiz bu şekilde çalışır. Vahşi doğada hayatta kalabilmek için evrimleştirdiğimiz en önemli organımız olan beyin, pratik çözümler üretebilen bir yapıya sahiptir ve özellikle doğumumuzdan itibaren bu devreler bu şekilde geliştirilir. Çünkü vahşi doğada oturup analiz etmeye ve derinlemesine olay ve olgulara kavramaya ne zaman ne de gerek vardır. Bu sebeple çözümler pratik ve sonuca dönük olmalıdır. Atalarımızdan kalan bu nitelik sebebiyle karşılaştığımız sıra dışı unsurları beynimiz derhal sıradan hale getirmeye çabalar. Çünkü değişim, adapte olması güç bir süreçtir ve beyin kolaya kaçmak üzere yapılanmış bir organdır. Karşılaştığımız sıradışı unsuru sıradanlaştırmanın en kolay yolu, kültürel geçmişimizle ilgili kaydedilmiş verileri (ki buna bilimde “hafıza” diyoruz) tarayarak bir benzeşim bulmaktır. Ejderha, bunun için son derece uygun bir mitolojik karakterdir.
Burada ejderha figürünün kökenlerine girecek değiliz. Ancak üzerinde, beynimizin bu sıradanlaştırma amacıyla harcadığından biraz fazla zaman ve enerji harcadığımızda, benzeşimin hiç de uygun olmadığını fark edeceğiz. İlk olarak ejderhalar denizde yaşamazlar, bu tür ise karadan kilometrelerce uzakta, okyanus yüzeylerinde, suyun içerisinde yaşayan Glaucus atlanticus isimli bir deniz tavşanıdır (daha teknik olarak, bir tür “aeloid nudibranch”tir). Ağzından alevler atan bir canavarı suyla ilişkilendirmek ne kadar doğrudur? İkincisi, deniz tavşanları yumuşacıktır; ejderhalar ise sert derileri ile hayal edilir. Üçüncüsü, mavi olmalarının cinsel seçilim ve doğal seçilim ile analiz edilmesi, bu masal kitaplarından fırlamış renklerinin son derece önemli anlamları olduğunu ve uyum başarısını arttırdığını gösterir; dolayısıyla sırf zevk olsun diye oluşmuş renkler değildir. Burada şunu göstermeye çalışıyoruz: kusursuzluk yaftasını yapıştırmamıza neden olan benzeşimler üzerinde normalden biraz fazla düşünecek olursanız, esasında beynimizin yapıları birbirine benzetmek ve sonuçlara sebep olan nedenleri keşfetme konusundaki beceriksizliğini görebilirsiniz. Bu da, sırf ilginç olmalarından ötürü ve varlıklarına alışık olmadığımız unsurların neden kusursuz olarak değerlendirilemeyeceğini bize hatırlatır. Buna dikkat etmek gerekir.
Bu durumun tam tersi, daha bile sık düşülen bir yanılgıdır. Hayatımızın monoton yapısı ve bunun genelleştirilerek tüm Dünya’ya uyarlanması, bize kusursuzluğu çağrıştırır. Genelde şöyle düşünürüz: “Hayat hep bu şekilde sabit sürüp gidiyorsa, kusursuzluğa erişmiş olmalıdır. Ne de olsa kusurlu olsaydı, sürekli değişirdi.” Garip bir şekilde değişimin kusurlu olduğu kanaatine sahibiz ya da bu hale getiriliyoruz. Bunun siyasi ve sosyolojik de birçok anlamı olabilir, bunlar üzerinde kafa yormayı size bırakıyoruz. Fakat bu algımız, bizim değişimden korkmamıza ve sabitliğin kusursuz olduğu fikrine alışmamıza neden oluyor. Bunun en güzel örneğini Dünya’nın Güneş etrafındaki hareketine insanlarımızın genel yaklaşımından görebiliriz: “Ne kadar kusursuz; gezegenimiz Güneş etrafında dönüp duruyor, geceler gündüzleri, saatler birbirini kovalıyor.” Bu, uyuşmuşluğun bir göstergesidir. Uyuşmuşluğun ve daha fenası ilgisizliğin… Çünkü astrofizik kitaplarını karıştıran biri bu düzenli hareketin bile geçici olduğunu, düzenin kademeli olarak bozulduğunu görecektir. Esasında Dünya, Güneş’ten her yıl 1.5 santimetre kadar uzaklaşmaktadır (yıl içerisinde zaten yüz binlerce kilometre uzaklaşıp yakınlaşmaktadır, unutmayın ki Dünya’nın yörüngesi elipstir; burada bahsedilen net bir uzaklaşma, yörüngeden ayrılmadır). Örnekleri sonsuz sayıda arttırabiliriz; örneğin sözünü ettiğimiz arkadaşımızın hastalıklara ve insan vücudunun ölmeden ayakta kalabilmesine alışagelmiş olmasından ötürü yapıştırdığı “mükemmellik” yaftasını hatırlayınız. Bir şeyi kusursuz olarak değerlendirecekseniz, önce bir durup ona ne kadar alışık olduğunuzu değerlendirmenizi tavsiye ederiz.
En büyük sıkıntılardan biriyse, bir sistemin karmaşıklığı ve bu karmaşık yapının parçalarının birbiriyle uyumluluğu konularıdır. Evrimsel Biyolojinin gelişiminden önce, neredeyse her karmaşık canlı için aynı tartışmalar süregelmiş ve her canlının, özenle tasarlandığı fikri mantıklı görülmüştür. Çünkü düşünsenize, nasıl olur da 10 trilyon hücreden oluşan bir canlı, bir bütün olarak ayakta kalabilir? Nasıl olur da hücre içerisindeki milyarlarca, katrilyonlarca kimyasal birbirleriyle “uyum” içerisinde hareket edebilir? Ancak birey bu konulara akademik düzeyde, detaylı bir biçimde girdiğinde görecektir ki, tüm düzenli gibi gözüken yapısına rağmen bu ilişkilerin bir çoğu kaotik bir biçimde meydana gelmektedir, neredeyse her zaman hatalar olmaktadır ve bu hatalardan ders çıkarmak yerine canlı sistemlerin genellikle hatalarını örtbas etmeye eğilimlidir. Örneğin hücre biyokimyasına bakıldığında, her kimyasalın birbirini tanıdığı gibi algı oluşabilir; fakat biraz daha detaylı incelendiğinde, kimyasalların birbirleriyle olan ilişkilerinin tamamen yapısal uyum ve “stokastik” olarak isimlendirdiğimiz, tesadüfi bir biçimde bir arada bulunmadan kaynaklı süreçlerden ibaret olduğu görülecektir. Elbette bu rastlantısallık mutlak değildir; evrimsel süreç içerisinde belli zamanlarda, belli kimyasalların üretilmesi ve bunun denetlenmesi sayesinde yapısal olarak uyumlu olan ve birbiriyle etkileşime girecek kimyasallar düzenli bir şekilde süreçleri işletirler. Öte yandan, genetik materyal üzerinde, üretilen proteinlerde ve diğer biyokimyasal malzemelerde, hücre içerisinde ve hücreler arası işleyen süreçlerde meydana gelen birleşme, ayrışma, kaynaşma, değişme, yer değiştirme gibi sayısız hatanın varlığı, bu sistemlerin de kusursuz olmadığını ve olamayacağını, kusurlara rağmen hasbelkader bir işleyişin olduğunu görmemize yeterli olacaktır.
Burada unutulmaması gereken bir nokta, bunca hücrenin ve hatta hücre altı yapının bir anda oluşuvermediği, evrimsel süreçte hatalarından ayıklanarak günümüze ulaştığı gerçeğidir. Dolayısıyla, günümüzde birçok olası hatayı ve düzensizliği görmeyişimizin nedeni, bu hatalı özelliklere sahip olan çeşitlerin (varyasyonların) süreç içerisinde her nesilde ve her seferde elenmiş, uyumlu ve düzenli olanlarınsa seçilmiş olmasıdır. Ancak buna rağmen, eldeki yapılarda da çok sayıda hata görmek mümkündür; elenme ve seçilme halen devam etmektedir, yeni kusurlar oluşurken, var olan eski kusurlar elenebilmektedir. Bu nedenle halen hastalıklar vardır, etrafımızda kusurlu yapılar oluşmaktadır, doğal felaketler yaşanmakta, atmosfer delinmekte, galaksiler birbirlerine çarpışmakta, kaos Evren içerisinde bulunmaktadır. Seçilim, bunlar arasından en dirençliler, en uyumluları sürekli seçer, geri kalanlarsa elenir ve yok olurlar. Cansızlıktan canlılığın oluşumu ve sonrasında da giderek karmaşık yapıların evrimi, düzensizlikten enerji akışı sayesinde düzenliliğe ulaşma şeklinde olmuştur. Ancak bu durum, daha sonradan detaylıca işleyeceğim şekilde, canlılara bir “lanet” gibi yapışmış ve düzenli yapılarını sürdürmek için etraflarındaki diğer düzenli yapıları sürekli olarak düzensiz hale getirme zorunluluğunu onlara yüklemiştir. Bununla ilgili olarak Abiyogenez yazı dizimizi okuyabilirsiniz.. Kıssadan hisse ise şudur: hiçbir sistem, son karmaşıklık düzeyinde var olmamış, mutlaka ama mutlaka bir değişim sürecinden geçmiş, basit düzeyden karmaşık düzeye ulaşmıştır. Dolayısıyla eğer bir sistemi günümüzdeki karmaşıklığıyla değerlendirir ve öncesini hiçe sayarsanız, bu sistemlerin karmaşıklıklarından ötürü kusursuz veya mükemmel olduklarını düşünmeniz işten bile değildir.
Son olarak analiz etmek istediğimiz nokta, sistemi oluşturan parçaların bazılarının, diğerleri için, diğerlerini sürdürmek için, yani bir amaç doğrultusunda var olduğunu sanma yanılgısından doğan kusursuzluk argümanıdır. İnsan merkezci ilkenin ana sloganlarından biri şudur: “Her şey insan için vardır.” Bunu diyen kimdir? İnsanın ta kendisi! Sizce de burada bir ironi yok mudur? Bu tıpkı şuna benzer: “’Organlar arasındaki en önemli organ, beyindir!’, diye buyurdu beyin…” Burada organların önem sırası gibi anlamsız bir tartışmaya girmeyeceğiz. Ancak insanın her şeyin kendisi için var olduğunu iddia etmesinde bir mantık hatası aramamak mümkün değildir. İnsanın bir noktadan sonra tiksindirici düzeye ulaşan kibri kendi gözlerini kör etmektedir. Kendisinin, zaten kendisi için dönüştürdüğü çevrenin, halihazırda insanlık için var olduğunu iddia etmesi yetmiyormuş gibi, bu argümanını galaksiler arası düzleme ve evrenin tamamına genişletecek kadar da kendini beğenmiştir. Bu noktada sözü 2001 senesinde kaybettiğimiz, dünyaca ünlü bilim kurgu yazarı Douglas Adams’ın şaheseri Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden alıntıladığımız şu satırlara bırakıyor, kendisini ve müthiş düzeydeki kıvrak zekasını (evrende “mükemmel” olabilecek nadide şeylerdendi belki de) saygıyla anıyoruz:
“…Aletler, bizim amaca yönelik düşünmemize, nesneler yapmamıza, bize daha iyi uyacak bir dünya yaratabilmek için bir şeyler yapmamıza olanak sağlamıştır. Şimdi mutlu bir alet yapma gününün ardından, çevresini incelemekte olan ilk insanı hayal edin. Etrafına bakıyor ve onu çok mutlu eden bir dünya görüyor: Arkasında içinde mağaralar olan dağlar -dağlar önemlidir, çünkü gidip mağaralarda saklanabilir, yağmurdan korunur ve ayılar ona ulaşamaz- önündeyse orman -içinde kabuklu yemişler, böğürtlenler ve lezzetli yiyecekler olan- vardır. Yakından geçen nehir suyla doludur -su içilebilir, içinde teknesini yüzdürebilir, türlü çeşitli işler yapabilir. İşte kuzen Ug, görünüşe göre bir mamut yakalamış -mamutlar çok önemlidir, etlerini yiyebilir, postlarını giyebilir, kemiklerini silah yapmak için kullanıp başka mamutlar yakalayabilirsiniz. Demek istediğim bu müthiş bir dünya. Ama bizim ilk insan düşünüp taşınacak bir vakit bulmuştur, kendi kendine der ki, “Peki, içinde bulunduğum bu dünya ilginç bir yer,” sonra kendi kendine onu arkadan vurabilecek, bütünüyle anlamsız ve yanıltıcı bir soru sorar. Doğası gereği, böyle biri olarak evrimleştiği ve böyle düşünerek geliştiği için bu soruyu sorar. Alet yapan ilk insan dünyasına bakar ve şöyle der: “Peki, o zaman, kim yaptı bunu?” Kim yaptı? -Bunun neden kalleşçe bir soru olduğunu görebilirsiniz. İlk adam düşünür: “Eh, eşya yapan sadece bir tür varlık tanıdığıma göre, bütün bunları yapan her kimse, benim gibi ama çok daha büyük, çok daha güçlü ve mutlaka görünmez biridir, bütün aletleri yapan, güçlü olmaya yatkın olan kişi ben olduğuma göre, o da muhtemelen bir erkektir!”
(…) Bir alet yaptığımızda, onunla bir şey yapmayı amaçladığımız için ilk insan kendi kendine şunu sorar: “Eğer bunu o yaptıysa, ne amaçla yaptı?” İşte tuzak burada kapanır, çünkü ilk insan şöyle düşünür: “Bu dünya bana çok uyuyor. Bana destek olan, beni doyuran, bana bakan her şey burada. Evet, bu dünya tam bana göre” ve kaçınılmaz sonuca varacaktır, dünyayı yapan her kimse, onu kendisi için yapmıştır.
Şimdi hayal edin, bu durum bir su birikintisinin bir sabah uyanıp düşünmeye başlaması gibidir: “Bulunduğum bu dünya ilginç bir yer -bulunduğum bu delik ilginç bir delik- tam bana göre, öyle değil mi? Aslında bana şaşılacak kadar uyuyor, beni içinde barındırmak için yapılmış olmalı!” Bu öyle güçlü bir düşüncedir ki, güneş gökyüzünde yükselip hava ısınırken, su birikintisi de giderek buharlaşıp küçülür, küçülür ama o telaş içinde her şeyin iyi olduğuna inanmaktadır, çünkü bu dünyanın amacı kendisini içinde barındırmaktır, onu içinde barındırmak için kurulmuştur. Bu yüzden, su birikintisinin kaybolma noktasına geldiği an onu çok gafil avlar…”
Sonuç
Sonucun oldukça anlaşılır olduğunu düşünüyoruz: Evren’in bildiğimiz hiçbir köşesinde –ve muhtemelen tamamında- kusursuzluk (mükemmellik) bulunmamaktadır. Eğer ki bir yapı, olgu, olay bize mükemmel geliyorsa, bunun tek sebebi sanrılarına yenik düşmekte uzman olan beynimizin zayıf analiz ve işlem gücüdür. Ne zaman ki bir şeye “kusursuz” olarak yaklaşmaya meyledersek, o zaman hata yaptığımızı fark etmeli ve tarafsız olarak durumu değerlendirmemiz gerekir. İşte bu şekilde doğada kusursuzluk veya mükemmellik aramak yerine doğayı olduğu gibi anlamaya ve sevmeye çalıştığımız zaman (ve bunu başarabildiğimiz zaman), hayattan aldığımız zevkin ve tatminin çok daha artacağını göreceğiz.
Neden evrenimiz içerisinde kusursuzluğun bulunmadığını irdelemek de bizi sonuca götürür: çünkü yapılar ve sistemlerin oluşumuna neden olan fizik, kimya ve biyoloji yasaları (ilkeleri), öngörülü yasalar/ilkeler değildirler. Geleceği planlayamazlar, bugünün farkında değildirler ve geçmişten bihaberdirler. Bir yapının kusursuz olabilmesi için, kusurlarına neden olacak unsurları ortadan kaldırabilmek gerekir. Evren’in kendine ait bir bilinci olmadığından, bunu yapabilmesini beklemek saçmalık olacaktır. Şeyler, akıp giden zaman içerisinde üzerlerine etkiyen kuvvetlerin etkisi altında değişip dururlar; dağılırlar, birleşirler, gelişirler, sönerler… Bunlar evrensel bir bilinçten tamamen bağımsız bir şekilde meydana gelir ve bu sebeple de her yapı içerisinde mutlaka öngörülemez sebeplerle oluşan kusurlar bulunmaktadır.
Esasında anlaşılması gereken şudur: Bizler, olay yerine sonradan gelen detektifler gibiyiz. İşlenen cinayet inanılmaz karmaşık gözüküyor olabilir ve dışarıdan bakan birine, çözülemeyecek ve anlaşılamayacak kadar karmaşık geliyor olabilir. Yani kusursuz gibi gözüken bir cinayetle karşı karşıya olabiliriz. Halbuki iyi bir detektif, kendisini ortadaki sonuca hapsederek sınırlandırmaz ve olayın en başına dönerek, onu çok ufak ama kritik parçalara bölerek analiz eder. Bunu yaptıkça, katilin suçu işlemesi süresince attığı adımları kısmen tekrarlayabilir, kusurları keşfeder ve böylece cinayeti aydınlatır. İnsanın da evren ve hayat için yapması gereken budur. Milyarlarca yıllık evrimin ve değişimin sonucunda oluşan yapılara bakarak bunların kusursuzluğunu iddia etmek son derece hatalı bir yaklaşımdır. Kusursuzluk argümanı, kolaya kaçmaktan ibarettir. Yeterince eğitimli, özgür ve donanımlı bir beyin kolaya kaçmak yerine gerçeği öğrenerek merakını tatmin edebilir. Bu yapıldığında, kusursuzluk ünvanı verilmiş hiçbir şeyin bu ünvanı hak etmediği görülecek, bu nitelendirmenin zayıf beyinlerimizin bir sonucu olduğu görülecektir.
Burada, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden Sn. Doç. Dr. Ergi Deniz Özsoy hocamızın televizyon kanalarından birinde çıktığı tartışmadaki sitemine yer vererek sözlerimi noktalamak istiyoruz:
“Ne mükemmeli, ne kusursuzu, ne güzeli efendim? Böyle bilim mi yapılır? Yakışıklı ahtapot, güzel hücre mi olur? Aaa ne güzel hücreymiş, bakın bakın, ne yakışıklı ahtapotmuş! Bunları incelerken böyle mi diyorsunuz? Biyoloji böyle mi çalışılır? Olmaz efendim, böyle olmaz…”
Umarız faydalı olmuştur.
Kaynaklar ve İleri Okuma:
- Türk Dil Kurumu (http://tdk.gov.tr)
- Zeilik, Michael A.; Gregory, Stephen A. (1998). Introductory Astronomy & Astrophysics (4. Baskı). Saunders College Publishing. ISBN 0-03-006228-4
- “NASA/Marshall Solar Physics”. Solarscience.msfc.nasa.gov. 2007-01-18. Retrieved 2009-07-11.
- Hide, R. (1989). “Fluctuations in the Earth’s Rotation and the Topography of the Core–Mantle Interface”. Philosophical Transactions of the Royal Society A: Mathematical, Physical and Engineering Sciences 328 (1599): 351–363. Bibcode 1989RSPTA.328..351H. doi:10.1098/rsta.1989.0040
- Gama Işınları, NASA
- Lalli, C. M.; Gilmer, R. W. (1989). Pelagic snails: the biology of holoplanktonic gastropod mollusks. Stanford University Press. p. 224. ISBN 978-0-8047-1490-7.
- Cennetten Akan Irmak, Richard Dawkins, Varlık Yayınları
- Cornell Üniversitesi Astrofizik Bölümü
- Otostopçunun Galaksi Rehberi (Beşibiryerde), Douglas Adams, Kabalcı Yayınevi
ÇAĞRI MERT BAKIRCI - EVRİM AĞACI