Habertürk gazetesi yazarı Fatih Altaylı yaptığı
açıklamada, Haziran Direnişi döneminde Recep Tayyip Erdoğan'ı konuk ettiği
programla ilgili, "Salonda 20 danışman, parti yöneticileri, kızı, arkamda
sürekli sufle veren danışmanlar vardı" dedi.
Habertürk gazetesi yazarı Fatih Altaylı, Haziran Direnişi döneminde Recep Tayyip Erdoğan'ı konuk ettiği program hakkında, "Erdoğan o gün çok gergindi, arkamda 20 tane danışman, kızı ve parti yöneticileri vardı. Erdoğan 20. dakikada 'Bu porgram burda biter' dedi" ifadelerini kullandı. Altaylı maaşıyla ilgili söyletilere de, "30-40 bin lira civarı maaş alıyorum; yarısı hayatımızın içine sıçılmasının karşılığı" cevabını verdi.
Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle Tuluhan Tekelioğlu'nun çektiği "Persona Non Grata" isimli belgeselde konuşan ve tepki çeken Altaylı T24'ten Hazal Özvarış'a konuştu.
Altaylı'nın konuşmasından bazı bölümler şöyle:
“Persona Non Grata” belgeselindeki varlığınıza itirazlar hakkında yaptığınız açıklamada, Erdoğan’ı Gezi Parkı eylemleri sırasında ağırladığınız programı kastederek “O programda soru sormamış olsa idim bunları bilmeyecektik” dediniz ve Erdoğan’ın verdiği manşetleri sıraladınız. Ancak o programdan akılda kalan şu sözünüz es geçildi:
“Medyayı da son süreçte olanları yeterince yansıtmamakla suçladılar. Biz ise Türkiye’de terör belası bitmek üzereyken, ekonomide işler iyi gidiyorken açıkçası tahrikkâr olmak istemedik. Bir partiyi savunma içgüdüsüyle değil, Türkiye’yi savunma içgüdüsüyle. Ama işin acayip tarafı, siz de bize kızdınız. Nerede hata yapıyoruz? Biz kimseye yaranamıyoruz.”
Erdoğan size yanıt olarak “Yaranan var, yaranamayan medya var” derken sorunuzda anlamadığımız nokta şu oldu: Gazeteciliğin sizce neden birilerine yaranma gibi bir derdi olsun?
Güzel bir başlangıç yaptınız, belli ki epey bir hırpalanacağım. Hazal Hanım, niye bu cümlede kullanılan “yaranmak” sözünü farklı bir vurgulama ile olumsuz anlamıyla görmek istiyorsunuz? “Ne Musa’ya yaranabildik, ne İsa’ya” lafını duyunca siz din değiştiren bir adam mı anlıyorsunuz? Benim oradaki kastım çok açık. Türkiye’de makuliyetin bittiğini ve ille de keskin bir şekilde taraf olmayanın kimse tarafından kabul görmediğini anlatmaya çalışıyorum. Türkiye’nin iyiye gitmesini, sorunlarını çözmesini isteme içgüdüsünün de kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin, ben Türkiye’nin daha yaşanabilir, insanlarını daha mutlu ve daha özgür kılan bir ülke olmasını istiyorum. Ayıp mı? Türkiye’nin bugün en büyük sorunu budur. Makuliyet diye bir şey kalmadı. Her şey olabilirsiniz. Yeter ki, makul olun.
“Ekonomide işler iyiye gidiyorken” gazetecilik neden habercilikten ödün veren bir misyon yüklensin?
Habercilikten ödün verdiğimizi kim söyledi? Habertürk’ün ilk dönemindeki habercilik son derece başarılıdır. Sonrasında da diğer gazetelere oranla hiç de fena değildir. İstediğim gibi miydi? Hayır. Ama çabalıyorduk. Her şeye rağmen çabalıyorduk.
“Her şeye rağmen”den kastınızı açar mısınız?
Her şeye rağmen demek her şeye rağmen demektir. Baskılara rağmen, yönetim kadememizdeki değişikliğe rağmen, siyasete rağmen.
“Persona Non Grata”da kızınızın Erdoğan’la programınızı beğendiğini, ancak eşinizin eleştirdiğini söylüyorsunuz. O program sırasında attığı “Tut ki içiyorum, sana ne” tweeti nedeniyle “Eşinin yapamadığını yaptı” da denilen Hande Altaylı, sizi tam olarak neden, hangi sözlerle eleştirdi?
Burayı biraz geniş anlatabilir miyim? Çünkü orada içime çok dokunan şeyler oldu. Hande program sırasında o tweeti atıp, rakıyla fotoğrafını koyunca epey bir gürültü koptu. Altına yazılanları okudum, okurken de insanlığımdan utandım. Hande’yi tanımayan, bizi bilmeyen bir sürü edepsiz insan yorum yapmış. Kızana, küfredene bir şey demem. Ama Hande’ye bile saldırdılar. “Karı koca iyi polis, kötü polis oynuyor” dedi bazıları. Bunlar şerefsizlerdir. Hande içinden geleni yapar, o an içinden o gelmiş ve yapmış. Hande’yi eleştirenlerden birisi bile kocası benim pozisyonumdayken o tweeti atabilir miydi? O lafı söyleyebilir miydi? O lafları edenler Hande’nin aydın namusunun milyarda birine sahip değildir.
Hande’nin neyi eleştirdiğine gelirsek, “Sorduğun her şey yerindeydi ve eksik bir şey bırakmadın, ama tavrın çok kötüydü. Utanç vericiydi. Daha sert olmalıydın. Daha sert savunmalıydın yaşam tarzımızı” dedi. Bunu çok tartıştık evde.
Eşinize hak veriyor musunuz; tavrınız utanç verici miydi?
Öyle algılanmışsa öyledir. Ben o programda sorulabilecek her şeyi sorduğumu düşünüyorum. Zaten bana “Şunu da sorsaydın” diyen pek yok. Erdoğan’la ilgili pek çok yeni şeyi, mesela vapurdan inenleri gözetlediğini, içki içen herkese alkolik gözüyle baktığını, içki içmenin AKP’ye oy verenler dışında herkesi alkolik ettiğini orada öğrendik, daha iyi tanıdık. Tavrım daha sert olabilir miydi? Olabilirdi. Ama bazen şartlardan bağımsız olamıyorsunuz. Erdoğan karşıma oturunca ben zaten gerildim. Çünkü defalarca gördüğüm, program yaptığım adamdan çok farklıydı. Muazzam bir öfke içindeydi. O yüzden yumuşak bir üslup seçtim. Köprüden atlamak isteyen bir adamı atlamamaya ikna etmek için üzerine mi gidersiniz, alttan mı alırsınız? Ben alttan aldım. Çünkü köprüden hepimizi atabilecek bir ruh halindeydi. İkna etmeye çalıştım. Tabii bir de çevremiz var. Salonda 20 danışman, parti yöneticileri, kızı, arkamda sürekli sufle veren danışmanlar.
Bir başbakanı ikna etmek gazetecinin vazifesi midir?
Çok doğru. Ben gazeteciyim. O gün benim gördüğüm, daha doğrusu beni korkutan şuydu: Nefret dolu bir adam vardı karşımda. Tahrik etmek istemedim. Orada çok üzerine gidip, kamuoyu önünde zor duruma düşürürsem, çılgınca bir şeyler yapılmasından korktum. Açık söyleyeyim, orada sinirlenip Taksim’e bir operasyon emri vermesinden çekindim. Çünkü gördüğüm adam o noktadaydı.
O gün Taksim’de bir olay olsa, Allah korusun 40, 50 kişi ölse, yaralansa tarih “Fatih Altaylı isimli gazetecinin tahrikleri sonucu Gezi olayları çığırından çıktı ve bilmem kaç kişi öldü” diye yazacaktı. Ve siz şimdi bana, tabii hâlâ varsam, “Fatih Bey ucuz kahramanlık için Başbakan’ı tahrik edip onca ölümün sorumluluğunu üzerinizde hissederek nasıl uyuyabiliyorsunuz” diye soracaktınız.
Erdoğan'ın nefreti size nasıl yansıdı, kamera arkasında neler oldu?
Bir sürü şey oldu. Programın 20. dakikası falandı herhalde. Reklam arası verilmesi istendi. Oysa programa reklam alınmamıştı. “Reklam yok” dedim. Lütfullah Göktaş “Başbakan istiyor” diye bir yazı kaldırdı. Ben de reklam arası verdim. Başbakan hemen ayağa kalktı ve “Bu program burada biter” dedi. “Niye” dedim, “Biz bugün sizinle anlaşamayacağız. En basit tanımda bile anlaşamıyoruz. Sürdürmenin âlemi yok” dedi. Tanımdan kastı alkolik meselesiydi. Bilgisayardan internete girdim, alkolik tanımını bulup okudum. Kızı da oradaydı. “Yanlış” dedi. Danışmanlar da araya girdi. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan, “O halde dönüşte siz bu konuyu açın, ben de bir özür dileyeyim” dedi. Şaşırdım. Reklam arasından sonra “Eğer yanlış bir anlamaya sebebiyet verdiysem özür dilemek durumunda olabilirim” dedi. Zaten çok sinirli gelmişti. Gergindi. Ben de ilk soru olarak “Şu kışla işini halka sorsak. Siz her şeyi anketlerle yaparsınız bunun için de bir referandum yapılsa iyi olmaz mıydı? Hâlâ geç kalmış sayılmayız” dedim. Büyük bir öfkeyle “Ecdadımın eserini ihya etmek için halka mı soracağım” dedi ve ben “Yandık” diye düşündüm içimden. Bana göre program aslında o cümleyle bitmişti.
Habertürk’ün genel yayın yönetmeniyken aldığınız ücret ve varsa eklentileri ne kadardı, köşe yazarıyken ücretiniz ne kadar?
Nedir bu maaş merakı anlamadım gitti. Yıllardır mal beyanı veririz. Son yıllarda defalarca MASAK (Mali Suçları Araştırma Kurulu), Maliye inceledi. Her şeyimiz açık. Çok merak ediyorsanız söyleyeyim. 30-40 bin lira civarı bir maaş alıyorum. Televizyon, gazete yöneticiliği, yazarlık, her şey dahil. Açık söyleyeyim, bunun yarısı yaptığımız işin karşılığıdır, yarısı da hayatımızın içine sıçılmasının. Her gün orada burada bir sürü kişinin haklı haksız eleştirisine, küfrüne maruz kalmamızın. Bakın 20 yıldır ekrandayım, 30 yıldır gazeteciyim. 15 yıldır genel yayın yönetmenliği yapıyorum. 20 küsur yıldır köşe yazısı yazıyorum. Bu maaş çok görünebilir. Eş değerlerimin kazandıklarına bakın bir de. Bende şirket kredi kartı yoktur. Gazetemden “temsil giderleri” adı altında bir para almam. Evimin masraflarını gazete ödemez. Konumumuzdan ötürü gelen taleplerin yanı sıra vicdanen yaptığımız yardımların parası da bu maaştan çıkar. Bizim gruba yönetici olarak gelen birisi maaşımı öğrenince “Bu mu? Biz bunun 5 mislini falan alıyorsundur diye düşünürdük hep” dedi. Özel sektörde bizim çapımızda şirket yönetenler de bizden çok kazanırlar, kimse merak etmesin.