FALAKA, DİN VE ŞERİAT
Rus işgalinin olanca şiddetiyle sürdüğü yıllarda dünya ajanslarına fakslanan tek karelik bir fotoğraf zihnime kazınmıştı o gün adeta…
Rus işgalinin olanca şiddetiyle sürdüğü yıllarda dünya ajanslarına fakslanan tek karelik bir fotoğraf zihnime kazınmıştı o gün adeta…
Bir şehri Ruslardan kurtaran mücahitler zaferlerini kutlamak için o tek karelik fotoğrafı dünya ajanslarına fakslamışlardı.
Üstünde “Çeçenistan’da Şeriat Coşkusu” başlığı olan fotoğrafta ne mi vardı?
Falakaya yatırılmış bir adam!
Etrafında tekbir getiren mücahitler elleriyle zafer işareti yapıyorlar ve bu “falaka” fotoğrafıyla tüm dünyaya “şeriatın gelişini” duyuruyorlardı…
Yayınladıkları bildiride de bundan böyle şeriat kurallarının uygulanacağı kararlı bir şekilde dile getiriliyordu.
Anlaşılan, dünya insanlarının o fotoğrafı görünce “Hımm, demek Çeçenistan’a da şeriat gelmiş, bakın adam falakaya yatırılmış” denmesini bekliyorlardı…
Bu fotoğrafın yalan haber olmasına başkası inanabilirdi ama benim inanmam mümkün değildi, çünkü böyle düşünen onlarca mücahid tanıyordum ve çoğuyla sözüm sohbetim olmuştu…
***
Allah aşkına, bir yere “şeriatın gelişinin” simgesi olarak dünyaya dağıtılan böylesi bir fotoğraf hangi ruh halinin, nasıl bir din anlayışının göstergesidir?
Neden “adalet, özgürlük” diye bağıran insanların sevinç gösterilerini yansıtan bir fotoğraf değil mesela?
Neden şehrin meydanında halka ekmek, su, aş dağıtırken çekilmiş bir fotoğraf değil?
Neden doyurulan, giydirilen, yaraları sarılan, muayene edilen, ilaç verilen insanların fotoğrafı değil de bu falaka fotoğrafı?
Demek böyle oluyor şeriatın gelişi…
Demek bu ha, şeriat-ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa…
***
Bak mücahid kardeşim, peygamberler zamanında şeriat “hukuk” demekti. Musa’nın, Muhammed’in şeriat getirmesi demek “adalet ve hukuk” getirmesi demekti. Şeriatın nesh edilmesi demek, hukukun zaman aşımına uğrayınca yenilenmesi demekti.
Hz. Ömer “Adalet mülkün temelidir” diyerek devleti “adalet” üzerine bina etmişti. Bunun anlamı “Mülkün (devletin) adaletten başka herhangi bir varlık gerekçesi yoktur” demekti.
İslam’ın Mutezile mezhebi düşünürleri “Eğer halk kendi kendini idare edebiliyor, insanlar birbirine haksızlık etmeden birlikte yaşayabiliyorlarsa imama (devlete) de gerek yoktur” demişlerdi.
Çünkü yaratılıştan kimsenin kimseyi yönetme hakkı diye bir şey olamazdı. Yönetmek dediğiniz şey haksızlıkları ortadan kaldırmak için üçüncü bir tarafın adalet namına hakem olması demekti. Buna da imam (devlet) deniliyordu. Üstelik bunun dahi uyacağı ilkeler belliydi, hukuksuzluk yapamazdı. Bu hukuksallıklar bütününe de şeriat deniliyordu.
Aslında “Şeriat isteriz” demek “Adalet isteriz, hukuk isteriz” demekti…
Yani bütün bunlar bugün istenenlerden pek de farklı anlamlarda kullanılmıyordu.
İnsanlık vicdanı tarihin hiçbir döneminde nefessiz, soluksuz kalmamıştı.
Daima küllenmiş vicdanlara üfleyen birileri olmuştu. Bazen bir peygamber, bazen bir filozof, bazen bir devrimci…
Bu nedenle İslam’ın yedinci yüzyılda yaptığı, insanlığın iyilik ve adalet arayan damarını harekete geçirmekten ibaretti. Allah, bunu, bir öksüzün taşan vicdanı üzerinden insanlığa seslenerek yapmıştı…
***
Bütün dinler ve devrimler acılar ve ıstıraplar içinde doğduğu gibi, İslamiyet de acılar ve ıstıraplar içinde doğdu…
Bütün dinler ve devrimler rahat ve konfor içinde yok olup gittiği gibi İslamiyet de rahat ve konfor içine gömüldü gitti…
Bütün dinler ve devrimler doğarlarken kendilerini boğacak statükolarını ürettikleri gibi İslamiyet de kendi statükosu içinde boğuldu.
Şimdi onu bu ağır ve hantal statükodan kurtaracak ve tekrar insanlığın vicdanı haline getirecek yenilikçilere şiddetle ihtiyaç var.
Aksi halde insanlık onu da affetmez.
***
Benim anladığım kadarıyla Kur’an’a göre devlet, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat değerleri üzerinde yükselir. Devletin temel değerleri bunlardır. Devletin ibadet yaptırmak gibi bir görevi yoktur. Devlet, halkın, ahalinin bir emanetidir ve emanet ehil olanlara verilmelidir. Yapacağı şey ise maslahat, yani ortak iyiyi iktidar yapmak, hak, hukuk, adalet dağıtmaktır. Devlet, Allah’ın bazı ayrıcalıklı kullarına bir hibesi veya bağışı değildir…
Hem, had cezaları kıyamete kadar uygulansın diye mi, yoksa birer ilk örnek olsun diye mi vazedilmiştir?
İslam’ın şiarları iyilik, adalet, vicdan, söz, vefa, sevgi, merhamet gibi evrensel değerler mi, yoksa sopa vurmak, el kesmek gibi tarihsel cezaları mı?
İnsanlığın sorunları, ihlâsla el kesersek, tekbir getirerek sopa vurursak hemencecik hallolacak mı sanıyorsunuz?
Allah ve vahiy yüceltisi adına içinde “insanın”, “zamanın” ve “mekânın” unutulduğu, yok sayıldığı bir din anlayışı insanlığa ne verebilir? Kim olursa olsun, hangi zamanda ve mekanda bulunursak bulunalım, tek sorun, Kur’an’da her ne yazıyorsa gözümüzü kırpmadan infaz etmek midir? Böyle yaparak “Allah’ın hükmünü uyguladık” diyeceğiz, derin bir oh çekip şükür namazı kılacağız ve bütün sorumluluktan kurtulmuş olacağız, öyle mi?
Adaleti sağlamanın başkaca yolları da varsa onlarda ısrar etmek neden? İslam’ın şiarı adalet midir, yaksa hırsızın elini kesmek veya sopa vurmak mıdır? Neden adalet değil de hırsızın elini kesmek, sopa vurmak veya recm şeriatın simgesi haline getiriliyor? Bu cezalar zaten Araplar arasında uygulanıyordu. Hz. Peygamber adaletin nasıl sağlanacağına dair kendi toplumundan bilinen bir iki örnek vermiş olamaz mı? Bunları İslam’ın ezeli ve ebedi şiarları haline getirmek ve bir yere şeriatın gelişinin simgesi sanmak ne derece doğrudur?
Ben “Bu had cezaları artık hiç bir şekilde uygulanamaz” demiyorum. “Bunlar nasıl bir yere İslam’ın gelişinin simgeleri olabilir, bu doğru mu” diye soruyorum.
Bakın, İbni Kayyım el-Cevziyye “İ’lamul-Muvakkin” adlı eserinde ne diyor; “Her ne şey adaleti sağlıyorsa şeriat odur. Velev ki hakkında bir ayet veya hadis bulunmasın.” Allah’ın adalet emrinin peşine düştükten sonra, ha Kur’an’dakiler olmuş, ha başkaları olmuş ne fark eder. Nasıl olsa onları inkâr etmiyoruz. Silgi ile siler gibi Kur’an metnini silmeye, yerine başka bir şey yazmaya kalkmıyoruz. Zamana ve mekâna göre biraz serbestlik, biraz manevra, yer yer lafızdan maksada kaymak gerekmiyor mu? Allah’ın buna kızacağını sanmıyorum? Tam tersi gözü kapalı bir şekilde körü körüne, örneğin, baklava çalan çocuğun bile elini kesmeye kalkan cahil “şeriatçılara” çok kızacağını sanıyorum. Özü itibariyle İslam’ın ezeli ve ebedi şiarları iyilik, adalet, sevgi ve merhamettir; el kesmek ve sopa vurmak değil…
Hele bir yere İslam’ın gelişinin göstergesi hiç değil….
Böylesi durumlarda İnsanı “Allah” adına ezmekle “devlet” adına ezmek aynı kapıya çıkabilir.
Ruhsuz dünyanın kalbi olan bir din, insanoğlunun can yoldaşı, vicdani arayışının temiz membaı iken nasıl ayaklarına bağ, boynuna tasma ve sırtına kamçı dini haline getirildi? Bu mu İslam adına dünyaya söyleyeceğimiz?
İHSAN ELİAÇIK
(2 Şubat 2004 http://www.gazetem.net/kyazaryazi.asp?yaziid=131)
(İ. Eliaçık; Bana Dinden Bahset, ist, 2011, s. 187)