Hüseyin Çelik:
Ayağımız kaymaya başladı mı, gelsin 'dış güçler', gelsin 'üst akıl', gelsin
'faiz lobisi'!
Son dönemde hükümete ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a
yönelik eleştirileri gündem olan AKP'nin kurucu isimlerinden eski bakan Hüseyin
Çelik, iktidarın "dış güçler" söylemini eleştirdi. "Başarısızlık
yaşadıkları zaman sebebi dış güçlerde aramak üçüncü dünya ülkelerinin kronik
bir hastalığıdır" diyen Çelik, "Sahip olduğu değerli ve güzel
şeyleri, olması gerektiği gibi muhafaza etmediği için kaybedenler suçu başka
yerlerde ararlar" ifadesini kullandı. "Ülkemizde ekonomik kalkınma,
birçok alanda gelişme ve bir başarı söz konusu olunca bunu biz yapmış, biz
başarmış oluyoruz" diyen Çelik, "Ancak ayağımız kaymaya başladı mı,
işler ters gitmeye başladı mı, gelsin 'dış güçler ve onların yerli işbirlikçileri',
gelsin 'üst akıl', gelsin 'faiz lobisi' gelsin 'yabancı istihbarat servisleri'
Vesselam. Muz kabuğuna basıp düşsek, bunu ya Amerkalılar ya da İngilizler
yapmıştır! Gökten başımıza meteor taşı düşse, 'dış güçler bunu kasıtlı
düşürmüştür' diyoruz" eleştirisi yöneltti.
Hüseyin Çelik'in resmi internet sitesi huseyincelik.net
üzerinden yayımladığı bugünkü yazısındaki (29 Şubat 2016) ilgili bölüm şöyle:
Üçüncü dünya ülkelerinin kronik bir hastalığı vardır:
Başlarına bir felaket, bir musibet geldiği zaman veya bir başarısızlık, bir
olumsuzluk yaşadıkları zaman çoğunlukla sebebi kendi dışlarındaki unsurlara
havale ederek kendilerini sorumluluktan kurtarmayı tercih ederler.
Hani öğrencilik yıllarımızdan hatırlarız, sınavdan iyi not
aldığımız zaman biz almış olurduk; ama not kötü ise onu öğretmen verirdi.
Türkiye, çok zor bir coğrafyada yer almaktadır. Tarih
boyunca bu topraklar, bir çok yıkılış ve yükselişe; birçok hesaplaşma ve
kapışmaya sahne olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir. Filin dişi
çok kıymetli olduğu için fili öldürüyorlar. İstiridyenin karnını, içinde inci
barındırdığı için deşiyorlar. Bülbülün sesi çok güzel olduğu için onu kafese
kapatıyorlar. Değerli ve güzel şeylerin elbette çok talibi ve düşmanı vardır.
Gelgelelim sahip olduğu değerli ve güzel şeyleri, olması
gerektiği gibi muhafaza etmediği için kaybedenlerin suçu başka yerlerde
aramalarına.
Mahşer günü, işlediği günahlardan dolayı hesaba çekilen bir
kul, Allah’a ” Ya Rabbi, ne yapayım, sen şeytanı yarattın, başımıza musallat
ettin, o dürttü, ben de bu günahı işledim.” derse, sorumluluktan kurtulabilir
mi? Şeytanın vazifesi şeytanlık yapmaktır. İnsanların görevi ise ona
uymamaktır. İşlediği günahtan dolayı Allah’ı veya şeytanı sorumlu tutup
kendisini masumlaştırmaya çalışana akıllı denir mi? Öğretmene, “bana çok
bilinmeyenli denklemler yerine çarpım tablosunu sorsaydın, ben başarılı
olurdum.” diyen öğrencinin itirazı ne kadar anlamsızsa; bu dünyadaki imtihanın
zor sorularından biri olan şeytanı hatalarının mazereti olarak sunana da akıllı
denmez. Sabah akşam şeytana lanet okuyup sonrasında onun gösterdiği yoldan
gidenler ise sadece kendilerini kandırıyorlar.
Hijyenik şartlar sağlamadığı için hasta olan kimsenin
mikroplara küfretmesi, hakaretler yağdırmasının pratikte bir faydası yoktur.
Sürüsüne köpek katmayan, yardımcı çoban almayan, yanına
silah almayan, hayvanlarına göz kulak olmayan bir çoban, koyunlarını ” saldım
çayıra, Mevlam kayıra” mantığıyla kendi haline bırakırsa o sürüye kurt dalar.
Kurtlar sürüyü telef ettikten sonra çobanın avazı çıktığı kadar “kahrolsun
kurtlar” diye bağırması, kendi suçluluğunu tescil ettirmekten başka bir işe
yaramaz. Şeytan şeytanlığını, mikrop mikropluğunu, kurt kurtluğunun gereğini
yapacaktır. Adam olanlar da adamlığının gereğini yapacaktır.
Unutmayalım ki, aşıları yapılmış, bağışıklık sistemi güçlü
olan sağlam bir vücuda mikroplar giremez. Girse bile tahribat yapamaz.
Dış güçler var mıdır? Elbette vardır. Onlarla içerden
işbirliği yapanlar var mıdır? Elbette vardır. Oldum olası hakim güçlerin
Türkiye için uyguladığı politikanın “uzadıkça budanan, kurudukça sulanan” bir
politika olduğunu biliyor muyuz? Evet biliyoruz. O zaman bile bile aynı
hatalara düşüyorsak suçu dışarıda mı kendimizde mi arayacağız.
Kendilerini yeryüzünün efendileri kabul eden güçlüler
grubunun, Üçüncü dünyaya yaptıkları tabii ki ciltlere sığmaz. Üçüncü Dünya
tabirinin bir anlamda isim babası olan Sartre‘nin, Fanon‘un Yeryüzünün
Lanetlileri isimli eserini “Bu zencinin yazdığı sadece bir kitap değil,
medeniyetimizin kalbine bıraktığı saat ayarlı bir bombadır.” şeklinde
nitelendirmesinin izahı budur.
Yıllardır, üçüncü dünya ülkesi olmaktan çıkmak ve böyle
anılmamak için çaba sarfediyoruz. Ak Parti iktidarının “yozlaşmadan dünya ile
uzlaşmak “gayreti, yönlendirilen ve yönetilen bir ülke değil, yöneten ve
yönlendiren iradenin bir parçası olma çabası, Türkiye’yi dünyaya, dünyayı ise
Türkiye’ye taşıma vizyonu şüphesiz ki, takdire şayandır. Ancak üzülerek
müşahade ediyoruz ki son yıllarda, daha önce kurtulmaya çalıştığımız, komplocu
üçüncü dünya hastalığı bizde yine nüksetmeye başlamış.
Ülkemizde ekonomik kalkınma, birçok alanda gelişme ve bir
başarı sözkonusu olunca bunu biz yapmış, biz başarmış oluyoruz. Ancak ayağımız
kaymaya başladı mı, işler ters gitmeye başladı mı, gelsin “dış güçler ve
onların yerli işbirlikçileri“, gelsin “üst akıl“, gelsin “faiz lobisi” gelsin ”
yabancı istihbarat servisleri” Vesselam. Muz kabuğuna basıp düşsek, bunu ya
Amerkalılar ya da İngilizler yapmıştır! Gökten başımıza meteor taşı düşse, “dış
güçler bunu kasıtlı düşürmüştür” diyoruz.
Adalet Ağaoğlu: 12
Eylül referandumunda evet dediğim için pişmanım, enayilik etmişim, Osman Can'a
kandık!
''Medyaya baskı
demek, düşüncenin üstünü pislikle örtmek demek''
Türk romancılığının önde gelen isimlerinden Adalet Ağaoğlu,
güncel siyaset ve yeni medya düzenine ilişkin verdiği röportajda dikkat çeken
ifadeler kullandı. 12 Eylül 2010 Referandumu'nda 'evet' oyu verdiği için pişman
olduğunu belirten Ağaoğlu, ''Biz Anayasa Mahkemesi'nin eski raportörü Osman
Can'ın peşine takıldık referandum sürecinde. Ben bir an bile onun asıl amacının
AKP milletvekili seçilmek olduğunu anlayamamışım. Pişmanlığım bu.'' ifadelerini
kullandı.
''Enayilik etmişim'' de diyen Ağaoğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip
Erdoğan'ın Anayasa'yı kendi menfaati için değiştirmek istediğini de belirtti.
Ağaoğlu basın özgürlüğüne ilişkin ise şu ifadeleri kullandı:
“Basına engel koymak, düşünceyi yaymayı engellemekten başka
bir şey değil. Medyaya baskı demek, düşüncenin üstünü pislikle örtmek demek. Bu
kadar basittir.”
Özgür Düşünce'den Hüseyin Keleş'e konuşan Adalet Ağaoğlu'nun
söyleşisinin tamamı şöyle:
Tarihi tanıklıklarınızı yansıttığınız ‘Damla Damla Günler'in
yeni basımı yapıldı. Neden farklı bir yayınevinden tekrar basım yapma gereği
duydunuz?
Damla Damla Günler'in son baskıları nedeniyle eski
yayınevinden ayrıldım. Çünkü hiçbir kitapçıda görülmedi bunlar. Gençlik bilsin
istiyordum. Ben bile daha önceki basımları bulamıyordum. Yani memnun olmadığım
için ismini vermeyeyim eski yayınevinden ayrıldım.
Günlüklerinizi okuyunca nelere vakıf olacaklar?
O, okuyanın bilincine bağlı. Kimi çok şeye vakıf olacak kimi
için de beş para etmeyecek. Ben ilk defa bir kitap için tanıtım yazısı yazdım
bir dergide. Nazım Hikmet'i anmak yetmiyor, hakkında neler yazıldığını
bileceksin. Günlüklerim normalde 3 ciltti ama bundan önceki yayınevinde üçüncü
cilt çok kalın olduğu için ikiye bölündü. İyi de oldu. Şimdi yeni bir kitabım
yayımlansa bu kadar üstünde durmazdım.
Tanıklıklar resmi raporlardan inandırıcı
Sizin için günlükler ne ifade eder?
Ben yaşanmış tanıklıklara resmi raporlardan daha fazla
inandım. Çünkü resmi raporlar ideolojilere göre şekillenir. Güven vermiyor.
Döneme göre iktidarlara göre değerlendiriliyor. Peki benim ideolojim yok mu?
Var ama ben bu günlüklerde ideolojimin ne olduğunu karşılığıyla birlikte
yazmışımdır. Kendime hesap veriyorum bu günlüklerde. Kolay bir iş değil. Deniz
Gezmiş'in asıldığı geceyi bile yazmışım o gece. Neler hissettiğimi de yazmışım.
12 Eylül Anayasa’sından
kurtulmadan çözülmez
Mesela Güneydoğu'daki çatışma ortamına nasıl bakıyorsunuz?
İnsan haklarına dayalı bir Anayasa olmadan, askeri darbe
anayasasından kurtulunmadan Güneydoğu sorunu çözülemez. Ben demokrasiden
yanayım. İki şeye karşıyım. Şiddete ve demokrasi dışılıklara... Bir zaman ‘PKK
sizin için nedir' diye sordular. Ben de ‘Ha İnce Memed ha PKK' dedim. İnce
Memed, insanın yaşam hakkını savunmak için çıkıyor dağlara. Fakat tıpkı PKK'nın
yaptığı gibi silahla gidiyor, öldürmek üzere gidiyor. Silahla vurup geçmekle öç
almak.
Osman Can’a kandık pişmanım
Çözüm sürecinden bu ortama gelindi.
Yaşananlara tamamen karşıyım. Başkent'e kadar geldi terör.
Siyaset denilen şey önemli burada. Hükümet, siyasetini savaş çıkmayacak şekilde
ayarlamak zorunda. Bunu yapamadık biz. İtiştik. Hükümet, ‘Ben sana
gösteririm'ci oldu.
Kitaplarınız toplatılmıştı. Şu anda da benzer uygulamalar
var.
Fikrimin İnce Gülü'nün dördüncü baskısı yapıldığı sırada
toplatıldı. Çok ses yapmıştı o roman. Çok ses yapan her şey toplatılır bizde.
Okura ulaşan ne varsa hepsi mimlenir. ‘Bir Düğün Gecesi' romanım çıkmış ve
bütün askeri tuzaklara rağmen bu romanıma ödül yağmıştı. O yüzden bu romanımı
mahkemeye veremediler. Onun yerine ‘Fikrimin İnce Gülü' enselendi. 159'uncu
maddeden mahkemeye verildim. O zamanlar Turgut Kazan benim avukatım oldu.
Fikrimin İnce Gülü davası 3 yıl sürdü. Bilirkişi raporunda ‘Dünya çapında büyük
bir eserdir' dendi ve beraat. Bugünü sordunuz, kısacası aynı yargı düzeni devam
ediyor. Hukuk devleti olamadığımız, günümüzün en yaygın tartışma konusu.
‘Enayilik’ etmişim
2010'daki referandumda ‘evet' diyen aydınlardansınız.
‘Yanılmışım' diyor musunuz?
‘Enayilik etmişim' dedim kendi kendime. Bir yerde de dedim
bunu. Ben darbe Anayasası'na, sadece 2010'daki referandum sürecinde değil,
yapıldığı ilk günden bu yana ‘hayır' dedim. Roman bile yazdım bunun üzerine.
Emir kulu olmayı, toplumun da emir kulu yapılmasını kabul etmedim.
Darbe anayasasının değişmesi adına önemli bir adımdı?
O zaman bize herkes küstü. Bunun acısını da çektik. Ben
Hilmi Yavuz'un da dediği gibi ‘Yetmez ama evet' diyenlerden değil, direkt
‘evet' diyenlerdendim. Biz Anayasa Mahkemesi'nin eski raportörü Osman Can'ın
peşine takıldık referandum sürecinde. Bir de güzel bir kitap yazmıştı: ‘Darbe
Yargısının Sonu', Pişmanlığım bu. Ben bir an bile onun asıl amacının AKP
milletvekili seçilmek olduğunu anlayamamışım. Pişmanlığım bu. Evime kadar
çocuklarını getirdi, benim elimi öpsünler diye. Ona kandık o süreçte. Bu yüzden
hâlâ başımı duvarlara vuruyorum.
Erdoğan menfaati için istemiş
Neden referandumun gereği yerine getirilmedi?
Bununla ilgili çeşitli kollara bakmak lazım. Biz Recep Tayyip
Erdoğan'la ilk başbakanlığı zamanında Murat Belge'lerle falan gidip görüştük.
Biz kendisine ‘Demokrasi ve yeni Anayasa istiyoruz' dedik. Sonra ‘Anayasa'yı
değiştireceğim' dedi. Meğer kendi menfaati için istemiş. Anayasa'nın birkaç
maddesini değiştiriyorlar. Ama kendi güçlerini artırmak için. Yamalı bohçaya
benziyor Anayasa. Ben daha önceki Uzlaşma Komisyonu için komisyon başkanı Cemil
Çiçek'e ve o dönemin başbakanı Erdoğan'a iki kere mektup yazdım. ‘Bu Anayasa'yı
değiştirmeye mecbursunuz' dedim. ‘Anayasa'nın ilk maddeleri ayrımcı' dedim.
AKP’nin derdi oy çokluğuymuş
Cevap alabildiniz mi?
Tayyip Erdoğan'dan cevap gelmedi. Cevap gelmeyince komisyona
bir mektup daha yazdım. ‘Yurttaşın dilekçesine cevap vermek devletin görevidir'
dedim. Cemil Çiçek aradı beni daha sonra. ‘Çok haklısınız ama olamadı' dedi.
‘Açık konuşun neden olamıyor' dedim. ‘Muhalefet partisi 3-4 maddenin
değişmesini istemiyor. 3 milletvekilimiz daha olsaydı değiştirirdik' dedi.
Bunlar çok olmayı ve böylece otoriter olunduğunu öğrendiler. HDP yüzde 13
alınca ne kadar telaşa kapıldılar. Onların bütün derdi oy çokluğuydu.
CHP iktidara yardım etti
Son Uzlaşma Komisyonu'nda masa dağıldı. CHP masadan kalktı?
CHP'nin masadan kalkmasına karşıyım. O masada olmalıydılar.
Seslerini çıkarmalıydılar. CHP'nin bu yaptığı hareket iktidar partisine yaradı.
Ben CHP'ye bu sözleri söylerken bile anneme babama kızıyormuşum gibi geliyor.
Ama kızdım CHP'ye.
Devlet Dink cinayetinde ‘merkezi devlet’
rolünü oynuyor
Dink davasının geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz?
Hrant demokrat kafalıydı. ‘Türkiyem' diyordu. Barış
masasında birlikteydik. Orada hayran kaldım kendisine. Konuşmasına, kimliğine,
kişiliğine hayran kaldım. Düşüncelerini kucakladım. Dava uzatıldıkça uzatılıyor.
Fakat kamu memurları var işin içinde. Bu yüzden devlet, ‘merkezi devlet'in
rolünü oynuyor yine.
Gezi gençliğinin ellerini öperim
Son yıllara damgasını vuran Gezi Parkı eylemlerini sorsam.
Aydınlar eylemleri bir kırılma olarak değerlendiriyor?
Gezi Parkı eylemlerine kadar gençlikten hiç umudum yoktu.
Ama eylemden sonra bana büyük bir umut oldular. Bu yüzden ellerini ayaklarını
öpüyorum Gezi Parkı eylemlerindeki gençlerin. Kendi başlarına ve kendi
seçimleriyle oradaydılar. O Gezi ruhu hali başka isimler altında hala varlar.
Onlar gibi kendisi olabilme yolculuğunun işaretleri benim tek umudum.
40 yıldır ifadesi alınmadan yatan var
Hapiste oldukça fazla gazeteci var?
Bütün mesele televizyon kanallarını ya da gazeteleri kimin
satın aldığıdır. Ona göre baskı var. düşünce özgürlüğü burada idam ediliyor.
Basına engel koymak, düşünceyi yaymayı engellemekten başka bir şey değil.
Medyaya baskı demek, düşüncenin üstünü pislikle örtmek demek. Bu kadar basittir
bu. Bunların olmayacağı bir Anayasa istiyoruz biz. Can Dündar ve Erdem Gül,
rezalet bir hukuk meselesi olarak önümüzde duruyor. Bunun gibi birçok örnek
var. 40 yıldır ifadesi alınmadan yatanlar var. Mesela generalleri neden içeri
aldılar neden bıraktılar? Bununla ilgili kafam net değil. Ben anlıyorum ama
anlayışımı çözemiyorum. Hukuk devleti içinde olmaması gereken durumlar.
Haber programlarında otosansür var
Köşe yazarlarından özellikle yazılarını kaçırmadığınız
isimler var mı?
Benim tiryakisi olduğum Taraf yazarları var. Hadi Uluengin'i
okuyorum. Murat Belge'yi hep okurum. Benim söyleyeceklerimi söylüyorlar; sanki
okuyunca içimi dökmüş gibi oluyorum. Düşündaşlarım gibi. Faik Akçay, Murat
Utkucu. Eski Radikal'den Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar'ı hiç kaçırmazdım.
En büyük derdim reklamlar
Televizyonla aranız nasıl?
En büyük şikayetim reklâmlar. Çok tutan bir dizi ya da film
varsa hemen reklam araya giriyor. Reklâm, reklâm... Çünkü programları satın
alıyorlar. Bu beni havaya sıçratıyor. Yeni kitabım 'Anlık Sıçrayışlarım'da
reklam ticareti meselesine de değiniyorum.
İnandığım programları takip ediyorum
Ya haber programları?
İnandığım, güvendiğim programları takip ediyorum. Ama günlük
siyaset üstüne yapılan masa toplantılarında birbirlerinin lafını kesmesinden
hiç hoşlanmıyorum. Ben demokratik olmaya çalışan çok program görüyorum ama
katılımcıların kendilerine otosansür uyguladığına da şahit oluyorum. Biliyorum
bunu neden yaptıklarını.
Romancılardan kimi takip ediyorsunuz?
İhsan Oktay Anar'ı hiç kaçırmam. Çok farklı bulurum. Ben
onun gibi yazamam. Ben mesela Yaşar Kemal gibi de yazamam. Haddimi biliyorum
ben. Ama onlar da benim gibi yazamazlar. Şehir romanı yazamaz mesela Yaşar
Kemal. İyi bir dostum. Dili çok iyi. Kiminin yaptığını kimisi asla yapamaz.