Cumhuriyet 29 Ekim 1923’de “kuruldu”. Nasıl “kurulduğu” ne
olduğundan bağımsız değildi. Kavramın gerçek anlamındaki Cumhuriyetle [res
publica] bir ilgisi yoktu. Sadece o tarihten sonra “Eski Rejim” yeni adıyla
çağrılacaktı. Cumhuriyetin kurulmasında halkın [res publica’nın] bırakın bir
dahli olmasını, kuruluştan [ilânından densin] haberi bile olmamıştı. Elbette
haberi olmayan sadece halk değildi. Mustafa Kemal Nutukta “kuruluş” hikayesini
şöyle anlatıyor: “Yemek esnasında; yarın cumhuriyet ilân edeceğiz dedim. Hazır
bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terkettik. O
dakikadan itibaren, sureti hareket hakkında, kısa bir program tespit ve
arkadaşları tavzif ettim.” … “Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilânına
karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla
müzakere ve münakaşaya asla lüzum görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten
benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada
Ankara’da bulunmayan bazı zevat, selahiyetleri olmadığı halde, kendilerine
haber verilmeden ve rey ve muvafakatları alınmadan, Cumhuriyetin ilân edilmiş
olmasını vesileyi iğbirâr [gücenme] ve iftirak [ayrımcılık] addettiler.”
Sofrada bulunan ‘kemikcilerin’ şefleriyle hemfikir olmaması elbette mümkün
değildir ve şefin ‘Ankara’da bulunan arkadaşların’ niyetini okuduğu da kesin.
O halde Ankara dışında bulunan ve ‘selahiyetleri de
olmayanlar’ neden iğbirâr ve iftirak ediyorlardı? [Ki, Cumhuriyet’in ilan
edildiği oturumda 289 milletvekilinin 130’u yoktu]. İtirazın nedeni ne idi? Bu
soruya cevap vermeden önce, Saltanatın 1 Kasım 1922’de ilga edildiği halde
rejime neden cumhuriyet adı konmadığına, bunun için bir yıl beklendiğine
açıklık getirmek gerekiyor. Zira saltanatın ilgasıyla rejim açısından Eski ile
Yeni arasında ortaya çıkan yegane fark, Padişah’ın sahneden çekilmesi,
iktidarın veraset yoluyla geçmeyeceğinin ilân edilmesiydi. Dolayısıyla
gerçekleşen bir hükümet darbesiydi ve emekçi toplum sınıflarının, devlet dışı
unsurların herhangi bir dahli söz konusu değildi. Fakat Mustafa Kemal’in ebedî
şef ilân edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da pek
bir kıymet-i harbiyesi olmadığı anlaşılacaktır. Eğer yüzyıl yaşasaydı ki, bu
teorik olarak mümkündür, 62 yıl Ebedî sef olarak saltanat sürecekti. Bilindiği
gibi, Osmanlı padişahlarının tahtta kalmalarının aritmetik ortalaması 17, 3
yıldır. 46 yıllık saltanatıyla rekor Kununî Sultan Süleyman’a aittir. Sultan
II. Abdülhamid 33 yıllık saltanatıyla ikincidir… Mustafa Kemalin milli
hareketin başına getirildiği tarihten ölümüne kadar geçen süre de 19 yıldır…
Saltanatın ilgası da, cumhuriyetin ilanı da halk iradesini
ve iktidarını gerçekleştirmek, demokratik bir rejim kurmak gibi ulvî ve soylu
amaçlar taşımıyordu. Ne araç ve sürücüsü, ne de aracın istikâmeti değişmişti…
Bundan böyle araç sadece eskisinden daha hızlı yol alacak, Büyük Savaş sonunda
‘ezelî‘ iktidarı tehlikeye giren bürokratik elitle, Ermeni, Rum. Süryani…
mallarına el koyarak palazlanan, savaş karaborsasıyla zenginleşen komprador
kapitalist sınıfla toprak ağalarının önü sonuna kadar açılacaktı… Her ikisinin
de amacı Mustafa Kemal’in şahsi iktidarını [Bonapartist diktatörlüğünü densin]
tesis etmeyi amaçlayan politik manevralardı. Anayasal monarşiden koyu
diktatörlüğe geçişin aşamalarıydı. Bu yolda da iki pürüz vardı; biri, ‘kendi
dışlarındaki Padişah’, diğeri de kendi içlerindeki reel veya potansiyel
muhalefet. Saltanatın ilgası birincinin, cumhuriyetin ilânı da ikincinin
bertaraf edilmesi demekti. Mustafa Kemal’in şikayet ettiği, üzerlerine vazife
olmadığı halde Mustafa Kemal’e muhalefet eden veya muhalefet etme potansiyeli
olan Milli Mücadale’nin ünlü komutanları: Rauf Bey [Orbay] ve Kâzım Karabekir,
Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele… gibi az sayıda ama etkili, karizmatik şahsiyetti.
Onları sorun olmaktan ilelebet çıkarmak da Şeyh Sait İsyanı vesilesiyle
çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İzmir Suikasti komplosu sayesinde mümkün
olacaktı. Eğer o tarihten sonra Cumhuriyetin önüne bir sıfat eklenecek olsa,
bu: Takrir-i Sükûn Cumhuriyeti olabilirdi. Artık yapılanlara ve yapılacak
olanlara itiraz edecek, iğbirâr ve iftirak edecek kimse kalmamıştı, artık
Mustafa Kemal Büyük Nutkunu okuyabilir ve tarihi kendi istediği gibi yazabilir,
yazdırabilirdi… Fakat Mustafa Kemal’in şahsi iktidarına giden yolda başka ara
duraklar ve dönemeçler de vardı. Birinci Mecliste her ne kadar asker ve ‘sivil
bürokratların’ hakimiyeti söz konusu olsa da, herşeye rağmen Mustafa Kemal’e
sorun çıkaran, ‘İkinci Grup’ denilen bir muhalefet vardı. Trabzon mebusu Ali
Şükrü Bey Meclisteki muhalefetin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi ve
hunharca katledildi. Aslında bir milletvekilinin, farklı düşündüğü, muhalefet
ettiği için canice öldürülmesi, ileriki sayfalarda üzerinde duracağımız rejimin
niteliği hakkında da kafa yormayı gerektiriyor ve bir fikir de veriyor.
Lozan barış görüşmelerinde Türk delegasyonu emperyalistlerin
dayatmaları karşısında sürekli geri adım atmak durumunda kalmış ve görüşmeler
tıkanma noktasına gelmişti. Verilen tavizler ve konferansa katılan Türk
delegasyonuyla ilgili itirazlar [ikinci grup] veri iken, mevcut meclis
kompozisyonuyla barış antlaşmasının imzalanması sürüncemeye girmişti. Mustafa
Kemal Büyük Millet Meclisini kendi kendini fes etmeye zorladı. Meclis içtüzüğü
gereği Meclisin feshedilmesi için üçte iki çoğunluk gerekiyordu ama meclis
böyle bir çoğunluk sağlanmadan 15 Nisan 1923 de feshedildi. Mustafa Kemal önce
Halk Fırkası adıyla bir parti kurdu ve yurt gezisine çıktı. Haziran-Temmuz
[1923] aylarında yapılan seçimde adaylar bizzat Mustafa Kemal tarafından
‘özenle’ saptandı. Meclise seçilecek adayları neden bizzat kendisinin
belirlediğinin de cevabı hazırdı: “Çünkü vukubulacak intihabatta [seçimde],
milleti iğfal ederek, muhtelif emellerle mebus olmaya çalışacakların çok
olduğunu biliyordum… şahsıma muhalefet göstereceklerin, milletçe mebusluğa
intihabına imkân kalmadığı anlaşıldı.” Mustafa Kemal’e rağmen meclise yine de
az sayıda kişi girebildi….
Artık şefin her istediğini fazlasıyla yapacak, Kadir
Cangızbay’ın kız gibi bir meclis dediği söz konusuydu. Bu meclis grubuyla önce
Lozan’da “zafer kazanıldı”, sonra da sıra cumhuriyetin ilânına gelecekti.
Aslında Büyük Millet Meclisi, bilinen anlamda bir parlamento değildi.
Haziran-Temmuz 1923 seçimlerinden sonra artık parlamento tanımıyla hiç bir
ortak yanı kalmamıştı. Mustafa Kemal’in elinde bir ideolojik/ politik
manipülasyon, meşrulaştırma ve iktidar aracıydı. Mustafa Kemal tarafından tayın
edilenlerden oluşan tam bir memurin meclisiydi, velhasıl Mustafa Kemal’in
Nutuktasözünü ettiği ‘Ankara’daki arkadaşlardan’ ibaretti… 28 Ekim 1923 akşam
yemeği sonrasında Mustafa Kemal’le İsmet İnönü baş başa vererek 1921 tarihli
Teşkilâtı Esasiye Kanununun devletin şekliyle ilgili maddesine: “Türkiye
Devletinin şekli hükümeti Cumhuriyettir ibaresini ekliyorlar. O zamana kadar
Mustafa Kemal’in bir sır olarak sakladığı […]cumhuriyet kurma fikrini önce
yemekteki arkadaşlar öğreniyor ertesi gün de Ankara’daki arkadaşlar muttali
oluyor ve artık cumhuriyet bir sır olmaktan çıkıyordu…
Fakat yapılan değişiklik sadece şekli hükümetin adını
değiştirmekten ibaret değildi, şefin mutlak iktidarını tesis edecek bir
değişiklik daha yapılmıştı. O zamana kadar bakanlar kurulu üyeleri, Büyük
Millet Meclisi tarafından seçiliyor ve her bakan için ayrı ayrı oylama
yapılıyordu. Bu da az da olsa istenmeyen şahsiyetlerin seçilmesine sebep
olabiliyordu… Yapılan değişiklikle bu tür sevimsizdurumlar bertaraf ediliyordu.
Madde şöyleydi: “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve Meclis âzası meyanından
intihab olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından yine Meclis âzası tarafından
intihab olunduktan sonra heyeti umumiyesi Reisicumhur tarafından Meclisin
tasvibine arz olunur. Meclis hali içtimada değilse, keyfiyeti tasvip Meclisin
içtimaına talik olunur.”
Meclis üyelerini [mebusları] Mustafa Kemal tayın ediyor, başbakanı
da kendi tayin ediyor, ve başbakanın oluşturduğu bakanlar kurulu cumhurreisi
[kendisi] tarafından meclisin onayına sunuluyor… Söylemeye gerek yoktur ki,
böyle bir siyasî rejim, bir tek kişinin herşeyi belirlediği bir dikta
rejiminden, bağnaz bir diktatörlükten, velhasıl kavramın bilenen anlamında
otokrasiden başka birşey değildir… İşte size cumhuriyet idaresinden manzaralar…
Dikkat edilirse, Cumhuriyetin ilânı, bilinen anlamda cumhuriyetle ilgili
değildi, Mustafa Kemal’in şahsi rejimini pekiştiren, diktatörlüğün yerleşmesini
sağlayan duraklarından biriydi. Ondan sonraki durak Kununi Esasîde 1924 de
yapılan değişiklik olacaktı. O tarihten sonra, artık asgarî demokrasi
kırıntısının dahi söz konusu olmadığı bir dikta rejimi, inkılaplara hız
verebilir, yetkin bir mürebbî olarak halkı eğitebilir, adam edebilir ve muasır
medeniyet seviyesini yakalamak üzere emin adımlarla nurlu ufuklara doğru yol
alabilirdi…
Yukarda sorduğumuz, neden saltanat ilga edildiği halde
rejime cumhuriyet adının konması için 364 gün beklendiği sorusunun cevabı
netleşmiş olmalıdır. Mustafa Kemal bir zamanlama ustası olarak neyin ne zaman
yapılacağını çok iyi bilen bir siyasetçiydi. Aradan geçen bir yıllık dönemde [1
Kasım 1922- 29 Ekim 1923] muhalefeti etkisizleştirmeyi, şahsi otoritesini
güçlendirmeyi başarmıştı. Cumhuriyet, kelimenin gerçek anlamda cumhuriyetle
ilgili değildi. Cumhuriyet [res publica] halkın yönetimde söz sahibi olması,
kendi kaderini belirler durumda olması, halk iradesinin gerçekleşmesini
sağlayacak yönetim organlarının ve prosedürlerin varolması, velhasıl
imtiyazlara ve dokunulmazlıklara yer olmayan, eşitlikçi, “ ‘herkesin olan/
herkesin eşit derecede sahip olduğu şey’ demektir.” Bizde cumhuriyet ne
olduğuyla değil de, ne olmadığıyla tanımlandı ve öyle anlaşıldı. Birincisi,
cumhuriyet saltanat değildi; ikincisi, teokrasi de değildi ama kavramın gerçek
anlamında tipik bir otokrasiydi. Elbette bu bir şeyi, bir süreci tanımlamak
için uygun bir yöntem değildir. Bu, o şeyi mefhum-u muhalifinden giderek
tanımlamak veya adlandırmaktır… Cumhuriyet kelimesi ve söylemi, rejimin gerçek
niteliğini gizleyen, üstünü örten bir örtüydü. Saltanat ve hilafet değilse o
halde ne idi sorusu hiç bir zaman sorulmadı.. Neden sorulmadığına ilerleyen
sayfalarda açıklık getirme imkânımız olacak… Oysa durum Kadir Cangızbay’ın
isabetli tespitindeki gibiydi: “ Türkiye’de, cumhuriyetin ilân edilmişi, ilân
edilmemişinden daha bir cumhuriyettir.” Durum öyleydi ama aradan 88 geçtikten
sonra bile Mustafa Kemal ‘çağdaş demokrasinin mimarı’ sayılmaya devam
edilecekti…
Bu vesileyle önemli bir hususa daha değinmek gerekiyor.
Devletin 29 Ekim 1923 de kurulduğu, bu işi de Mustafa Kemal’in yaptığına dair
yaygın bir kabul ve anlayış geçerli. O tarihte devlet kurulmadı zira devlet
yerli yerinde duruyordu. Devletin kurulması için daha önceden olmaması gerekir.
Oysa Osmanlı Devleti orada duruyordu ve yapılan tüm uluslararası antlaşmalarda
da [Mondros dan Lozan’a] onun imzası vardı. Resmi tarih ve resmi ideoloji,
tarihi tahrif ederek, sanki devletin ilk defa 1923 de kurulduğu ve bu işi de
Mustafa Kemal’in yaptığı şeklinde bir izlenim yarattı ve insanlar bu yalana
‘inandırıldı’… İkinci bir yanlış da Kürt siyasetçileri ve ‘aydınları’
tarafından devletin Türkler ve Kürtler tarafından kurulduğu ama daha sonra
Kürtlerin denklemin dışına atıldığı safsatasıdır. Birincisi, devlet kurulmadı,
bir darbeyle adı değiştirildi; ikincisi, Cumhuriyetin ilânı da dahil, yaşanan
süreçte ne Türklerin ne de Kürtlerin hiç bir dahli olmadı. Daha öncede ifade
ettiğimiz gibi, halkın Cumhuriyetle teması jandarma ve vergi memurları
vasıtayla oldu ve halk Cumhuriyetten o zaman haberdar oldu. Cumhuriyeti Türkler
ve Kürtler ortak kurdular demek tam bir resmi tarih ve resmi ideoloji
yuvarlamasıdır ama, Balkan Savaşında, Büyük Savaşta [Harb-i Umumuî],
Çanakkale’de, Yunan Savaşında [Milli Mücadele] Türkler ve Kürtler birlikte
savaştırıldılar denirse bu doğrudur…
FİKRET BAŞKAYA - ÖZGÜR ÜNİVERSİTE - http://ozguruniversite.org/2016/02/24/cumhuriyeti-nasil-bilirsiniz-fikret-baskaya/