Bundan birkaç ay önce, Genel Görecelik Kuramı’nın ilk kez açıklanışının yüzüncü yılını vesile ederek, genel olarak Teoriye ve özel olarak da Marksist Teoriye ve onun sorunlarına dikkati çekmek için yazdığımız “Fizik ve Marksizm (Genel Görecelik Kuramının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle)” başlıklı yazıda, geçer ayak şunları yazıyorduk:

“Newton’un çekim kuramında, zaman ve uzay, içinde nesnelerin ve olayların yer aldığı onlardan bağımsız bir sahne gibidir.

Genel Görecelikte ise, uzay-zaman maddenin ayrılmaz bir bileşeni veya özelliği olur; onunla karşılıklı etkileşim içindedir. Kütle uzay-zamanı eğer, eğilmiş uzay zaman kütlenin hareketini karşı olarak etkiler. Bu çok derin, diyalektik ve devrimci bir kavrayıştır.

Genel Görecelik Kuramı, şu ana kadar bütün sınavları başarıyla geçti.

Ancak hala önünde ciddi imtihanlar bulunuyor. Ne var ki, her ne olursa olsun, ilerde daha yetkin bir kuram çıkarsa, bu tıpkı, Newton’un çekim kuramının, Genel Göreceliğin özel bir hali olarak geçerliliğini koruması gibi, o daha geniş kuramın bir özel hali olarak koruyacaktır muhtemelen. Karanlık Madde, Karanlak Enerji, Gravitasyon Dalgaları gibi henüz varlıkları deneyle kanıtlanamamış varsayımlar, önümüzdeki yıllarda fiziğin yoğunlaşacağı ve bu kuramın tekrar sınanacağı alanlar olacaktır.” (Fizik ve Marksizm)

Alıntıda dile getirilen Gravitasyon (Yerçekimi) Dalgaları’nın deneyle kanıtlanması, bugün, gerçekleşti. Daha doğrusu, yanılma payı testleri ve hesapları yapılarak resmen ilan edildi. (Çünkü dalgalar aslında Eylül ayında tespit edilmiş, arada geçen zamanda bunların başka nedeni olup olmadığı elenmiş, yüksek kesinlik derecesi kontrolü (“signifikanz”) yapılmıştı.)

Einstein’in Genel Görecelik Teorisi’nin bir sonucu olarak öngörülen gravitasyon dalgaları ve uzay zamanın “dalgalanması”, ortaya koyuluşundan neredeyse günü gününe denebilecek bir yakınlıkla, tam yüz yıl sonra kanıtlandı.

Şimdiye kadar kanıtlanamamasının nedeni, tekniğin bu hassas ölçümleri yapabilecek kadar gelişmemiş olmasıydı. Daha da somut bir ifadeyle Genel Görecelik Kuramının bir öngörüsü olan Gravitasyon Dalgaları’nın varlığını kanıtlayacak araçlara, hassasiyete ancak atom altı parçacıkları açıklayan Quantum Kuramı’nın aracılığıyla varılabilirdi. Gravitasyon dalgalarını ölçen aygıt (veya “teleskop” diyelim, uzaydan gelen elektromanyetik dalgaları algılayan aletlerin genel adına göndermeyle) esas olarak birbirine dik açıyla yönlendirilmiş ve yansıtılmış lazer ışınlarıyla çalışmaktadır. Lazer ışınları ise Quantum Kuramının bir pratik uygulamasından başka bir şey de değildir.

Quantum ve Genel Göreceliği birleştiren bir ortak kuram henüz hala yok, ama bu pratik yardım nedeniyle, en azından bu iki kuramın teknik düzeyde bir ittifak yaptığı söylenebilir.

Nasıl pandüllü saat ile dakikalar ve saniyeler ölçülebilir olmadan Newton’un çekim kuramı mümkün olamazdıysa; bir protondan çok daha küçük sapmaları ölçebilecek (ki 1,3 milyar ışık yılı uzaklıktaki, biri 29 diğeri 36 güneş kütlesindeki iki kara deliğin kaynaşmasının uzay zamanda yarattığı “dalgalanma” 10-22 boyutunda. Yani kabaca Atom 10-8, bir proton 10-15 büyüklüğünde olduğuna göre, protondan bile çok küçük bu dalgalanmayı tespit etmek için) nasıl bir hassas ölçüm gerektiği tasavvur edilebilir.

Bütün bilimsel keşif ve değişimler küçücük bir ilerleme ile başlar. Galile’nin ilk teleskopu ile bugünkü teleskoplar bu küçük adımların nerelere gelebileceği hakkında bir fikir verir. Bu gravitasyon dalgasını yakalayan araç, “Gravitonoskop” diyelim, Galile’nin teleskopundan pek farklı görülmeyecektir ileride.

Eğer insanlık yaşarsa, muhtemelen uzayda gravitasyon astronomisi başlayacaktır. Belki bu yolla, elektromanyetik dalgalarla etkileşim içinde bulunmayan Karanlık Madde’nin var olup olmadığını kanıtlama; Big Bang’tan 300.000 yıl sonrasına ait arka plan ışımasından daha öncesini “görme” olanağı elde edilecektir.

Yeni bir çağın başladığı bile söylenebilir. Böylesine önemli bir gelişmedir ortadaki. Dört temel güçten atom altı dünyada etkili olan zayıf ve güçlü kuvvet bir yana bırakılırsa, sadece elektromanyetik kuvvet ile evren hakkında bir bilgi edinebiliyorduk. Gamma, Röntgen, Radyo, Morötesi, Kızılötesi, görünür ışık astronomileri hepsi elektromanyetik ışınları (dalgaları) algılarlar. Şimdi yeni bir kapı açılıyor.

Gravitasyon dört temel güç içinde, en zayıf ama etkisi sınırsız bir güçtür. Evrenin evrimini ve kaderini belirleyen de; belirleyecek olan da bu kuvvettir.

Gravitasyon teori gibidir. Teorinin de günlük politik gelişmeleri etkilemede gücü çok zayıftır ama etkisi sınırsızdır denilebilir.

Gravitasyon nasıl evrenin kaderini belirleyecekse; teori de son duruşmada toplumun kaderini belirler.

*

Ne var ki, teori, yani toplumun hareket yasaları ve tarihsel sürecin gidişi inceleyen bilim, namı diğer Marksizm, tarihin açık uçlu olduğunu; doğumlar (devrimler) olmazsa gidişin yıkılışla sonuçlandığını göstermektedir.

Yani teorinin gösterdiği gibi, tarihsel gidiş, bir gravitasyon astronomisinin ortaya çıkışına ve gelişmesine; yani toplumun veya insanlığın yaşamasına izin vermeyebilir.

Genel Görecelik birinci dünya savaşının ateşleri içinde şekillenmişti. Kanıtlanması ise, yeni bir dünya savaşı tehlikesinin artık sıradan bir olay gibi konuşulduğu günlerde gerçekleşti.

Türk devletinin başındaki adamın çapsızlığı, sosyal şekillenmesi, ideolojisi,  kişisel ihtirasları ve köşeye sıkışmışlığı bir delilik yapmasına yol açabilir. Suriye’ye girebilir.

Bu delilik bir dünya savaşını tetikleyebilir.

Bir dünya savaşı büyük bir olasılıkla, insan türünün ve toplumun sonunu getirebilir.

Şu an bunu engelleyen tek güç, Türkiye’nin en büyük belası, askeri bürokratik oligarşinin Suriye’ye girme macerasına henüz evet dememiş oluşu; buna direnişidir.

Kaderin ve tarihin acı alayı bu bizlere.

Demokratik güçlerin güçsüzlüğünün ve düştüğü çaresizliğin en çarpıcı göstergesi, Türk Ordusu ve ABD’nin Erdoğan’a direncine muhtaç kalmalarıdır.

Bu durum bize, 7 Haziran seçimlerinin ertesinde, Kürt Ulusal Hareketinin yaptığı stratejik ve taktik yanlışların Demokratik mücadeleyi ve güçleri nasıl hareketsiz ve felç durumda bıraktığı konusunda daha net bir fikir verir.

Ve yine teori bize göstermektedir ki, tümüyle doğru politikalar izleseniz de yenilebilirsiniz. Zor oyunu bozar der halkımız.

Ama bunun tersini de gösterir teori.

Yanlış politikalara rağmen başarı kazanabilirsiniz.

Başarı doğru bir politika izlendiğinin ölçüsü değildir.

Hatalar yapılmasaydı nerede olunurdu üzerinden anlaşılabilir bir başarının başarı olup olmadığı.

Sovyetler, Hitler karşısında peş peşe yanlışlar yaptılar ama sonunda yine de kazandılar. Ama nelerin pahasına?

Eğer bir dünya savaşı çıkmazsa Kürt hareketi de muhtemelen başarı elde edecektir.

Ama buna rağmen yanlış yaptığı gerçeği değişmeyecektir.

*

Erdoğan yeterli güç ve hareket alanı bulursa bir dünya savaşını tetikleyecektir.

Eğer tetikleyemezse de düşecektir büyük bir olasılıkla.  Düşmesinin uluslar arası mahkemelere giden bir yola giriş olduğunu bilmektedir. Bu nedenle düşmemek için her şeyi yapmaya hazırdır.

Eski Ak Partililerin şimdiki kıpırdanmaları, Erdoğansız bir Türkiye’ye geçiş için ön hazırlıklardır.

Çünkü ne CHP ne de HDP bunu yapabilecek çapa ve perspektife sahiptirler.

Evet, bu çapa ve perspektife sahip değiller ama CHP en azından açıkça, hangi gerekçeyle olursa olsun, Suriye’ye girmeye karşı olduğunu ve bu maceraya tüm gücüyle direneceğini açıkça ilen ederek, Suriye’ye girmeye dolayısıyla bir dünya savaşına direnme cephesine küçük de olsa bir katkı yapabilir.

Önümüzdeki günlerde Erdoğan Ergenekon’la ittifak içinde, bir darbe denemesine girişip ordunun Suriye’ye girmeye direncini kırmayı deneyebilir.

Bunun ortamını yaratmak için de akla gelebilecek her yolu deneyebilir.

Ya da tıpkı bir zamanlar Margaret Thatcher’ın başına geldiği gibi, kendini birden bire bir saray darbesi veya bezeri bir durum karşısında bulup bir kenara atıldığını görebilir.

Erdoğan’ın kalan müttefikleri İsrail, Suudi Arabistan, Ergenekon, Sedat Peker’dir.

Böylesine bir tecrit durumunda Erdoğan kabusu fazla dayanamaz.

Türkiye’de politika yapmak, demokrasi mücadelesi vermek, bir kara deliğin olay ufkunun içine düşmek gibi.

Gravitasyon dalgaları bile kurtaramıyor. 

Demir Küçükaydın - 12 Şubat 2016 Cuma
(Bu yazı, Demir Küçükaydın'ın Demirden Kapılar (http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/) bloğunda yayınlanmıştır. Yazının SİLİVRİ DEMOKRATHABER'de yayınlanmasında kendisinin onayı vardır)

-------------------------------------------------------

Fizik ve Marksizm
(Genel Görecelik Kuramının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle)

Genel Görecelik Kuramı “muhtemelen bütün zamanların en büyük bilimsel keşfidir”
Paul Dirac
Bugün Genel Görecelik Kuramı’nın açıklanışının yüzüncü yılı. Einstein yüz yıl önce 25 Kasım 1915’te, Genel Görecelik Kuramı’nın son düzeltmelerini yapıp yayınladı.

Bu kuram sadece tüm fizik dünyayı algılayışı kökten değiştirmemiştir, aynı zamanda bütün büyük kuramlar gibi son derece estetiktir ve sadedir.

Newton’un çekim kuramında, zaman ve uzay, içinde nesnelerin ve olayların yer aldığı onlardan bağımsız bir sahne gibidir.

Genel Görecelikte ise, uzay-zaman maddenin ayrılmaz bir bileşeni veya özelliği olur; onunla karşılıklı etkileşim içindedir. Kütle uzay-zamanı eğer, eğilmiş uzay zaman kütlenin hareketini karşı olarak etkiler. Bu çok derin, diyalektik ve devrimci bir kavrayıştır.

Genel Görecelik Kuramı, şu ana kadar bütün sınavları başarıyla geçti.

Ancak hala önünde ciddi imtihanlar bulunuyor. Ancak her ne olursa olsun, ilerde daha yetkin bir kuram çıkarsa, bu tıpkı, Newton’un çekim kuramının, Genel Göreceliğin özel bir hali olarak geçerliliğini koruması gibi, o daha geniş kuramın bir özel hali olarak koruyacaktır muhtemelen. Karanlık Madde, Karanlak Enerji, Gravitasyon Dalgaları gibi henüz varlıkları deneyle kanıtlanamamış varsayımlar, önümüzdeki yıllarda fiziğin yoğunlaşacağı ve bu kuramın tekrar sınanacağı alanlar olacaktır.

Bu sınavları da başarıyla verdiği takdirde, evreni kavrayışımızın temelini daha uzun yıllar bu kuramın belirleyeceği öngörülebilir.

Einstein, 1915’te, Genel Görecelik Kuramını formüle etmeden, on yıl önce, “mucizevî yıl”da, 1905’de yani 26 yaşında, yazdığı birbirinden önemli dört yazıyla zaten bir olağanüstü devrim yapmıştı fizikte. Örneğin Brown hareketleri ile atom kuramını doğrulamış; daha sonra Nobel alacağı (sanılanın aksine Einstein Nobel’i Görecelik Kuramlarıyla değil, Fotoelektrik Etki hakkındaki çalışmasıyla almıştır) Fotoelektrik Etki üzerine çalışmasıyla de ışığın süreklilik olmadığını, parçacık karakterini kanıtlamış, kuantum kuramının kurucularından biri olmuş; ışık hızının sabitliğinden hareketle Özel Görecelik Kuramı’nı formüle etmişti.

Ama Özel görecelik ile Newton’un çekim kuramı arasındaki uyuşmazlığı çözmek için de on yıllık bir çalışma sonucunda yüz yıl önce 1915’te Genel Görecelik Kuramı’nın tamamlayıp yayınlamıştı.

Bugün Modern Fizik, makro kozmosta, Genel Görecelik; mikro kozmosta ise Kuantum kuramlarına dayanmaktadır. İkisi de deneylerle, öngörülerle ve ölçümlerle harika bir biçimde kanıtlanmaktadır. Yapılan hesaplar hemen daima tutmaktadır.

Bu kuramlara dayanarak geliştirilen aygıtlar olmadan bugünkü hayatımız tasavvur edilemez. Örneğin bilgisayarlar, yani özünde transistorlar; lazerler veya tomografi cihazları veya navigasyon cihazları mümkün değildir. Cep telefonları bu kuramların günlük hayatımızın olmazsa olmazı olmuş en somut uygulamasıdır.

Ancak her biri harika bir şekilde doğrulanan bu iki kuram, aynı ortak kavramsal temele sahip değildirler. Ortada iki farklı açıklama ilkesi, iki farklı dünya bulunmaktadır. Mikro ve Makro kozmosun; Kuantum ve Göreceliğin aynı ortak ilkede ya da kavram sisteminde birleştirilmesi gerekmektedir.

Bugün modern fiziğin bütün çabası bu iki teoriyi bir tek ilkede birleştirecek bir teorik çerçeveyi bulmak üzerinde yoğunlaşmıştır. Einstein da sonraki bütün ömrünü böyle bir kuramı bulma çabasıyla geçirmişti.

*

İnsan bir Marksist, yani bir toplumbilimci olarak fizikçilere gıptayla bakıyor. Einstein bir patent bürosu çalışanı olarak 1905’de denemelerini yolladığında bile fizikçiler arasında onun yazılarının önemini hemen anlayacak muhataplar vardı. Fizikçilerin en önemlileri benzer sorunlar üzerine yoğunlaşmışlardı. Bir bilimin ilerlemesi için ortak konuları olan ve tartışan bir bilim adamları topluluğu çok önemlidir.

Ne yazık ki, Marksizm, yani toplum bilimi söz konusu olduğunda ortada bunun izi bile yok. 1960’larda iyi kötü yine de ortak teorik sorunlar ve bunların tartışıldığı yayınlar vardı. Şimdi tam bir çöl manzarası var.

Farkı göstermek için şu örnek iyi bir kıyaslama sunabilir.

Bugün hemen her fizikçi bu iki kuramı birleştirecek daha genel bir kavramsal çerçeve veya kuramın gerektiğinde neredeyse hemfikirdir. Bu alanda bir teori ortaya koyulduğunda, fizikçiler hemen onu eleştiri süzgecinden geçirmektedirler.

Ama aynı türden, benzer bir sorun Marksizm’de, yani toplum bilimde de vardır. Bu Yapı ve Özne sorunudur.

Yani toplumun bilimi olan Marksizm de, her biri gerçekliğin bir yönünü açıklayan; ama aralarında bir uyuşmazlık da bulunan ve ortak bir açıklama ilkesinde birleştirilmesi gereken bir teorik sorunla karşı karşıya bulunmasına rağmen, kendini Marksist olarak tanımlayanlar; Marksizm’de böyle bir sorunun olduğunu; bunun çözülmesinin Marksistlerin önündeki en büyük sorun olduğunu bilmezler bile.

Daha da kötüsü bunu kimse de sorun etmez ve böyle bir tartışma da yoktur.

Açın örneğin, Türkiye’de kendine Marksist’im diyenlerin yazdığı yazılara bakın. Bu teorik sorunun adını olsun anan bir tek yazı bile bulmanız zordur.

Hâlbuki aslında Marksizm'in bugünkü krizinin temelinde de tam bu sorun vardır.

Bizim bu konuya iyi kötü bir cevap getiren çalışmamız olan, Marksizm'in Marksist Eleştirisi yayınlanalı sekiz yıl oldu. Konuyu ilk ortaya koyuşumuz on yılı geçti. Bu konuda bir tek çalışma veya tartışma görülemez. Sanki ne böyle bir sorun vardır; ne de bu soruna verilmiş iyi kötü bir cevap.

*

Bu arada kısaca soruna değinelim.

Tıpkı Görecelik ve Kuantum kuramları arasındaki kopukluk gibi, Marksizm’de de iki farklı açıklama ilkesi arasında bir kopukluk bulunmaktadır. Buna kısaca Yapı ve Özne Sorunu; ya da Manifesto ve Önsöz çelişkisi de denebilir.

Bilinir Komünist Manifesto tarih sınıf mücadeleleri tarihidir diye başlar. (Bundan hareketle Marksizm yanlış olarak sınıf mücadelesi öğretisi olarak tanımlanır. Marksizm’in ayırıcı özelliği bu değildir. Hatta Marksizm’i böyle tanımlamak onu burjuvazinin kabul edebileceği bir düzeye geri çekmek olur, Marks ve Lenin’in de dikkati çektiği gibi. Sınıf mücadelesinin varlığını kabul ve tarihi sınıflar mücadelesiyle açıklama; sınıfların varlığını veri alma; Marksizm'in ayırıcı özelliği değildir. Ama Marksizm, bunun da önemli bir açıklama ilkesi olduğunu kabul eder ve bunu sahiplenip geliştirmiştir.) Sınıflar ve sınıflar mücadelesi kavramları olmadan, tarih ve toplumsal olaylar gerçekten açıklanamaz.

Sınıflar ve sınıflar mücadelesiyle tarihi açıklama bir bakıma Özneler ile tarihi açıklamadır.

Ama bir de Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı’ya Önsöz’de, Marks’ın toplumun hareket yasasına ilişkin teorisini açıklaması vardır. Bu açıklamada ise, toplumun tarihsel hareketi, Yapısal, toplumun anatomisine ilişkin; (üretici güçler, üretim ilişkileri, altyapı, üstyapı gibi) kavramlarla açıklanır.

Ve gerçekten, üretici güçler, ona uygun ilişkiler ve üstyapı gibi kavramlar olmadan da tarih açıklanamaz. Buna da Yapı ile açıklama denebilir.

Ama Özne ile açıklama ile, Yapı ile açıklama arasında, tıpkı modern fizikteki Görecelik ve Kuantum teorileri arasında olduğu gibi kavramsal bir bütünlük yoktur. Bu iki açıklama ilkesi, farklı sonuçlara yol açarlar.

Çok basit bir örnek. Eğer sınıf kavramıyla devrimi tanımlar ve açıklarsanız, sınıfsız toplumlarda devrim olmaması gerekir. Çünkü devrimin öznesi olan sınıf veya alt sınıflar yoktur. Ama devrimi yapı kavramıyla tanımlarsanız, sınıfsız toplumlarda da devrimler pek ala olur. Devrim üstyapının, o günkü üretici güçlerin ve ilişkilerin bulunduğu duruma uyum sağlamasıdır.

Hemen sezileceği gibi ortada iki farklı açıklama ilkesi vardır. Tıpkı Kuantum ve Görecelik teorileri gibi her biri doğrudur; bir şeyleri gayet güzel açıklar; ama ikisi ortak bir kavram sistemi içinde değildir.

*

Marks Yapı ve Özne arasındaki bu kopukluğu ya da bu iki farklı açıklama ilkesi arasındaki çelişkiyi, “devrimci sınıf en büyük üretici güçtür” diyerek, yani sınıfı, özneyi, aynı zamanda üretici güç, yani yapısal bir kavram olarak tanımlayarak bunu en azından modern tarihe ilişkin boyutuyla çözmeye çalışmıştı.

Ancak modern tarih ve işçi sınıfı söz konusu olduğunda, 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısında doğrulanmış ve kabul edilebilir görünen bu açıklama doğrulanmış değildir.

Bu nedenle bilincinde olmasalar da, Yapısalcı teorilerden, Negri’nin Çokluk’una, Troçkist “önderliğin krizi” teorilerinden “Üçüncü Dünyacı” teorilere kadar neredeyse bütün modern teorik ve entelektüel akımlar ve çalışmalar modern tarihte olanı başka kavramlarla veya düzeltmelerle açıklama çabasından başka bir anlama da gelmezler.

Ama insanlık tarihinin ve özellikle sınıflı toplumlar tarihinin bütünü göz önüne alındığında, sorun daha da büyür.

Kapitalizm öncesi tarihte devrim sorunuyla ilgilenen tek Marksist olan Kıvılcımlı, bu sorunla çok daha yakıcı bir şekilde karşılaştı. Antik tarihte devrimci sınıf yoktu, buna rağmen devrimler oluyordu ve üstüne üstlük devrimleri daha geri üretim ilişkilerindeki toplumlar yapıyorlardı. Yapı ve özne nasıl aynı kavram sisteminde toplanabilecekti?

Hikmet Kıvılcımlı da Marks’ın sadık bir öğrencisi olarak, Marks’ın devrimci sınıfı Üretici Güç yaparak, bu çelişkiyi çözmeye kalkması gibi; komünal gelenekleri ve kolektif aksiyon yeteneğini, (İbni Haldun’un “Asabiyet”i) Üretici Güçler olarak tanımlayarak bu sorunu çözmeye çalıştı.

Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, antik tarihte bu çelişkiyi aşmak veya çözmek için devasa bir denemedir. Ama kanımızca, çalışmaları içinde birçok önemli keşfi ve katkıyı barındırmakla birlikte, tıpkı Marks’ın çabası gibi başarısız kalmıştır.

Perry Anderson’un dikkati çektiği, Marksizm’in Yapısalcılık karşısındaki entelektüel yenilgisi ve bugün bütün çekiciliğini yitirmesi de, bu bunalımı, bu yapı ve özne çelişkisini aşamamakla ilgilidir.

*

İşte bizim yuvarlak hesap 2005’te yani on yıl önce, yaptığımız, ama dört başı mamur bir eserle maalesef ayrıntılı olarak ele alma imkânı bulamadığımız, bir bakıma Adorno’nun “Flachenpost” dediği gibi, sadece fragmanlar olarak yazabildiğimiz, en önemli teorik devrim bu yapı ve özne çelişkisini çözmek; bu iki farklı açıklama ilkesini bir tek kavram sisteminde birleştirmek olmuştu.

Yaptığımız bir bakıma, fizikçilerin “Evren Formülü” veya “Birleşik Alanlar Kuramı” dedikleri ve yapmaya çalıştıklarını, toplum ve tarih alanında gerçekleştirmekti.

Aslında önerme çok basittir ve iki önermede toparlanabilir: “Din tümüyle üstyapıdır”. “Modern toplumun dini de bizzat onun din tanımının kendisidir”.

Bu kadar basit olanın görülmesini ve anlaşılmasını engelleyen de tamı tamına din tanımının, (burada din normatif bir kavramdır) aslında yeni bir dini tanımlamış olmasıdır.

Marksizm de modern toplumun din tanımını (ki normatif bir tanımdır; “Din bir inançtır” önermesidir) sosyolojik bir tanımmış gibi ele aldığı için, onun basit bir ideolojik aracı olmuştur.

Bu basit önermenin akıl almaz ölçüde alt üst edici sonuçları olmaktadır. Ve her önemli ve büyük keşifte olduğu gibi, sadece tarihi açıklamakla kalmamakta, günün en can alıcı sorunlarını da tanımlama ve onları çözecek programlar hazırlama olanağı sunmaktadır.

Bu önerme yapı ve özne çelişkisini nasıl çözer?

Din üstyapının tümü ise, dinden dine geçişler üstyapı değişimleri, yani devrimlerdir. Böylece din üst yapının somut bir görünümü olduğundan, yapı özne çelişkisi ortadan kaybolmakta; bir dinden diğer dine geçenler devrimlerin öznesi olmaktadır. Ama yeni dini benimseyenler, gayrı memnunlar, genellikle alt sınıflar olduğundan, sınıf mücadelesi ile devrimler ve yapı ilişkisi bir kavramsal bütünlük kazanmaktadır.

Tabii bu keşif bütün önemli ve büyük keşifler gibi aynı zamanda birçok başka sorunu da çözmektedir.

Örneğin, Marksizm’in bir Üstyapı Teorisi olmadığı söylenir dururdu (ve doğruydu). Dinin üstyapının tümü olduğu önermesi, aynı zamanda bir üstyapı teorisinin temellerini atar. Öte yandan Marksizm'in neden bir üstyapı teorisi olmadığını da açıklar. Din Teorisi yoktu ki Üstyapı Teorisi olabilsin.

Marksizm’in bir Uluslar ve Ulusçuluk teorisi olmadığı söylenirdi (ve doğruydu). Bu teori Modern toplumun dininin bizzat onun din tanımı olduğunu göstererek, ulusçuluğun bu dinin bir karşı devrime uğramış biçimi olduğunu kanıtlar; modern ulus ve ulusçuluk teorilerinin bütün kazanımlarını hem açıklar hem de içerir.

Modern toplumun dininin ne olduğunu ortaya koyarak, modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırır bu açıklama.

*

Bu teoriler ve sorunlar sanki hayatla ilgisizmiş gibi görünse de, soyut konular değildir. Nasıl cep telefonlarımız, navigasyon cihazlarımız kuantum ve görecelik kuramlarına dayanıyorsa, modern toplumun mücadeleleri de yapı ve özne sorununu, yani Marksizm'in bu iki farklı açıklama ilkesini, birleştiren bu teoriye dayanmak zorundadır.

Ne var ki, küçük dükkânlarının veya günlük politikanın basit hedef ve hesaplarının peşindeki bugünkü kuşakların böyle konularla ilgilendiği yoktur. Tam da bu nedenle bu sorunları aşma şansları da bulunmamaktadır.

Zaten ortada otantik biçimiyle Marksizm’i ve daha sonra Marksizm’e yapılmış katkıları bilen de yoktur.

Newton kuramından bile bihaber alşimistlere veya müneccim astrologlara, Kuantum ve Görecelik kuramlarından, bunların çelişkilerinden ve çözümlerinden söz etmek, onlara ne anlam ifade ederse, maalesef bugünkü Marksistlere de Yapı ve Özne çelişkisinden ve bunun çözümüne ilişkin teorik önermelerden söz etmek başka bir şey ifade etmez.

Belki dünyadaki Marksistler içinde küçük bir nicelik bu sorunları anlayacak ve tartışabilecek durumda olabilir. Ama Türkçe gibi bir sapa dilde kaldığı sürece de onlar tarafından da bilinmez olmaya devam edecektir.

Dolayısıyla Türkiye’de ve Dünya’da Marksizm ve bu gelişmeler bilinmediği için, ezilenlerin mücadeleleri yeni hayal kırıklıkları, programsızlık, yenilgiler içinde bunalmaya devam edecektir.

Şimdilerde herkesin unuttuğu şu basit gerçek her bilimin temelidir.

“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz”.


Demir Küçükaydın - 26 Kasım 2015 Perşembe
Daha yeni Daha eski