"Yine de gözlerimiz henüz #HAYIR hashtag’ını görebiliyor madem, neden her yeri onunla donatmayalım? Ömür biter mücadele bitmez!"...
"Yine de gözlerimiz henüz #HAYIR hashtag’ını görebiliyor madem, neden her yeri onunla donatmayalım? Ömür biter mücadele bitmez!"
Sizin de canınız sıkılıyor mu? Benim çok sıkılıyor.
Televizyonu açmaya korkuyorum, karşıma yine birilerinin günübirlik konuşmaları
çıkacak, daha da kötüsü meclisteki anayasa oylamalarına rastgeleceğim diye. Can
sıkıntısının da ötesinde artık midem bulanıyor. Televizyonu hiç açmamak daha
iyi. Zaten “tartışma” programları da “körler sağırlar birbirini ağırlar”
programlarına dönüşmüş durumda. İnsan artık hangisi yandaş medya, hangisi başka
bir şey ayırt edemiyor. Arada bir tesadüfen Mete Çubukçu’nun Pasaport programı
gibi programlara rastlarsanız piyango vurmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Hiç
değilse bir saat boyunca geçmişten güzel müzik örnekleri dinleyecek, o güzel
günlere hayalinizde bir yolculuk yapacaksınızdır.
12 Eylül döneminde bile bu kadar karanlık görünmüyordu
manzara. Askeri bir darbe olmuş, askerler baskıcı bir rejim kurmuştu ama yine
de bu rejimin çok sürmeyeceğine ilişkin bir inanç vardı hepimizde. Meğer sivil
baskı rejimleri askeri baskı rejimlerinden daha da betermiş.
Askeri rejimler 1960 ve 1970’lere özgüydü. 12 Eylül askeri
rejimi, türünün son örneklerindendi. Aslında 1980’lerde baskıcı askeri rejimler
sona erdi ve yerine seçime dayanan sivil baskıcı rejimler dizayn edildi. Dizayn
edildi denince tabii akla bir “üst akıl”ın, mesela ABD’nin bu tür rejimleri
planlayıp pratiğe koyduğu geliyor ama öyle değil. Bu rejimler, özellikle
2000’li yılların siyasi ve toplumsal ikliminde, biraz da doğal bir gelişme
(veya doğal bir afet) olarak çıktılar ortaya.
Örneğin Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra yerine kurulan
Rusya Federasyonu’nun böyle sivil bir diktatörlüğe geçmesi son derece doğaldı.
Çünkü, Sovyetler Birliği, zaten baskıcı bir devlet yapısıydı ve halk otoriter
bir rejim altında yaşamayı neredeyse alışkanlık haline getirmişti. Diğer
yandan, Sovyetler Birliği’nin baskıcı devlet aygıtları (ordu, polis, KGB vb)
hiçbir değişikliğe uğramadan olduğu gibi Rusya Federasyonu’na devredilmişti.
Halk büyük bir ekonomik katastrof yaşamıştı ve özgürlük, bu katastrof ortamında
insanlara lüks bir mal gibi görünmeye başlamıştı. Bir bilim kadınının emekli
maaşının bir ekmek almaya bile yetmediğini görmesi ve hayatını idame ettirmek
için ülke dışında bedenini satılığa çıkartmak zorunda kalması gibi şeyler Rusya
halkı için gerçekten unutulmaz, korkunç olaylardır. Bunları yaşayan bir halkın
özgürlüğü falan boş verip, ülkeyi derleyip toparlayan, ekonomiyi ayakları
üzerine oturtan otoriter bir lidere itiraz etmeyeceğini tahmin etmek zor
değildir.
Rusya bir örnek. Başka bir sürü örnek var ve Türkiye de
bunlardan biri. Doğu Avrupa ülkelerinde de aynı şey yaşandı. Bürokratik
reelsosyalist rejimlerin yıkılmasından sonra ortaya çıkan milliyetler
boğazlaşmasının ardından eski talancı parti bürokrasisinin bu sefer talancı
mafya çeteleri olarak ortaya çıkması ve eski otoriter “sol” rejimleri bu sefer
yeni kurdukları sağcı partiler aracılığıyla otoriter sağ rejimler olarak inşa
etmeleri de pek şaşırtıcı gelmiyor bana. Bu ülkelerde eski rejimin niteliğinden
dolayı zaten ordu müdahalesi geleneği yoktu. Sivil bürokratik diktatörlükten
sivil mafyatik diktatörlüklere geçiverdiler.
Aslında Afrika da öyle. Sovyetler Birliği ve Çin’in dünya
çapındaki etkisi sürürken Afrika’da, 1960’larda “ilerici” askeri darbeler
olurdu zaman zaman. Elbette kısa sürede yozlaşıp kaba askeri diktatörlükler
olarak batıya sırt yaslarlardı. Bunlar da zaman içinde ya devrilerek ya da
belli bir süreci izleyerek sivil rejimlere evrildiler ama baskıcılıkları baki
kaldı. Bir de Mısır var ama bana kalırsa klasik bir askeri rejim değil Mısır. Daha
çok bir geçiş rejimi izlenimi veriyor. Galiba görece özgürlükçü sivil rejimler
bir tek Latin Amerika’da bir ölçüde başarılı olabildiler.
Bu kısa gezintiden sonra yeniden gelelim Türkiye’ye. Yandaş
medya, 15 Temmuz darbe girişiminden de yararlanarak, hatta bunun anısını her
daim canlı tutmaya çalışarak AKP iktidarının sivil baskı rejimini aklamaya
çalışıyor ama boşuna. Türkiye’nin ne önünde ne arkasında bir askeri rejim
görünmüyor. Bununla elbette askeri darbe olmaz demek istemiyorum ama böyle bir
darbe olsa da AKP’den sonra Türkiye’nin önü özgürlüğe açık olur. Kısacası,
iyice koyu bir baskı ortamı kurmak üzere bugün bir kere daha dizayn edilmekte
olan rejim, Türkiye’de olabilecek en karanlık rejimdir. Zaten dünyadaki trend
de böyledir. Artık askeri rejimler yok denecek kadar azalmış, fakat otoriter
sivil rejimler, özellikle orta gelişmişlikteki ülkeler bandında genel modeli
oluşturmuş bulunmaktadır.
Biliyorum, tatsız tuzsuz bir yazı oldu. Pek iç açıcı
olduğunu da söyleyemem. Türkiye’deki sivil baskı rejimi şu anda parlamenter
rejimin ortadan kaldırılmasıyla ve tek kişi hâkimiyetinin pekiştirilmesiyle
daha bir karartılmaktadır. Bu karanlıkta artık göz gözü görür mü bilemiyorum…
Yine de gözlerimiz henüz #HAYIR hashtag’ını görebiliyor
madem, neden her yeri onunla donatmayalım? Ömür biter mücadele bitmez!
Gün Zileli - 14 Ocak 2017 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com